Psikolojinin Pisliği 8 - Psikoloji insan kullanma kılavuzu değildir
Günlük öykülerin sansasyonel olmaması, onları cazip olmaktan çıkarıyor. Ya da sıradan öyküleri sansasyonelleştirmeye çalışıyoruz. İşte terapi, anlatma, dinlenilme ve anlaşılma gereksinimine bir yanıt sunuyor.
Sıkça rastlıyorum: Böyle yaparsanız eşiniz şöyle davranır, şöyle söylerseniz ilişkiniz düzelir, çocuğunuza bunu derseniz şu sorun ortaya çıkar, narsiste böyle söyleyin, depresyona girene bunu anlatın… Yani standart bir çocuk/kadın/erkek var ve bu standart kişilerle aramızdaki ilişki de standart. Aradaki dil anlama, kavrama da standardize edilmiş ve biz bu durumda standardize bir laf söylediğimizde nasıl anlaşılacağımızı öngörebiliyoruz… İletişim en çok kazanın yaşandığı, yanlış anlaşılmaya açık bir alan. Bir cümleyi hangi ruh haliyle, hangi kontekste, hangi ses tonunda söylediğimiz bile o cümleye farklı anlamlar katabiliyor. Yani psikoterapi ‘anlamıyorum, bilmiyorum ama anlama gayreti içinde olacağım’dır… Psikoloji insan kullanma kılavuzu değildir. Aldığımız elektronik aletler için kullanım kılavuzları vardır. Bir düğmeye basarsanız kısa yıkama programı, başka bir düğmeye basarsanız renkli çamaşırlar yıkanıyor—ama insan, bir makine değildir. İnsanı bir alet gibi görmek, programlanabilir olduğunu sanmak, psikolojiyle pek ilgili değildir. Bu tür anlatıların psikoloğa kattığı narsistik haz ise yadsınamaz. Narsistik, çünkü psikolog kendisini bir “insan tamircisi” gibi konumlandırır. Oysa sosyal bilimler—psikoloji de dahil—genellikle geleceğe değil, geçmişe dair bir şeyler söyleyebilir. Örneğin, bir kişinin neden depresyon geçirdiğini, depresyonda hangi faktörlerin rol oynadığını analiz edebilir. Ancak kimin, ne zaman ve hangi şiddette depresyon yaşayacağını önceden tahmin edemeyiz. Çünkü sosyal bilimler genelde, olmuş bir şeyi analiz edebilir—olacak olanı değil.
Modern Psikoterapi ve Otorite İlişkisi: Toplumsal Belirsizlikte Terapistin Rolü
Modern öncesi toplumlarda toplumsal roller, görevler, ritüeller ve bireylerin toplum içindeki pozisyonları büyük ölçüde belirgin ve sabitti. Kadınların, erkeklerin, çocukların ve yaşlıların nasıl davranması gerektiği, kültürel normlar ve gelenekler çerçevesinde tanımlanmıştı. Ancak moderniteyle birlikte toplumsal yapılar çözülmeye başlamış; bireylerin yaşam biçimleri, kimlikleri ve ilişkileri çeşitlenmiş ve bu durum, davranışsal normlar konusunda belirli bir belirsizliği beraberinde getirmiştir. Seçme özgürlüğünün artması, bireysel özerkliğin güçlenmesine olanak tanımış olsa da bu özgürlük aynı zamanda yönelimsel bir karmaşaya ve davranışsal istikrarsızlığa da zemin hazırlamaktadır. Örneğin geçmişte evlilik kurumu oldukça standart kalıplar içinde gerçekleşirken, günümüzde bu kuruma ilişkin beklentiler ve biçimler çeşitlenmiş, bu da bireylerde ilişki kurma ve sürdürme konularında bir güvensizlik ve deneyimsizlik hissi doğurmuştur. Bu toplumsal dönüşüm, bireyleri “bilen” bir otoriteye yöneltmekte; belirsizlik karşısında güven duyulacak bir figüre ihtiyaç doğmaktadır. Renata Salecl’in ifade ettiği gibi, çağdaş psikologlar giderek artan biçimde üst-ben işlevini üstlenen bir otorite konumuna yerleşmektedir (Per(Versionen) von Liebe und Hass, 2000, s. 221). Bu bağlamda psikoterapist, yalnızca bir danışman değil, aynı zamanda bireyin içsel rehberliğini ve ahlaki pusulasını temsil eden bir figür haline gelmektedir. Francis Bacon’ın “bilgi güçtür” önermesiyle paralel şekilde, terapist de bilgiye ve uzmanlığa dayalı bir güç edinmekte ve bu gücü modern toplumda “ilişki uzmanı” rolüyle temsil etmektedir. İlişkisel güvensizliklerin arttığı bir ortamda bireyler, deneyim ve kurallar aracılığıyla yön bulma çabası içerisine girmekte, terapisti bu arayışın merkezi konumuna yerleştirmektedirler. Bu çok narsistik, ayartıcı bir pozisyon… Ve çoğumuz bu tuzağa kolayca düşüyoruz.
Kent yaşamının çoklu değer sistemleri ve normatif çeşitliliği, bireyleri ortak ahlaki kodlara duyulan ihtiyaca daha da yaklaştırmakta; terapist burada yalnızca kişisel değil, toplumsal bir boşluğu da doldurmaktadır. Ancak bu rol, yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda narsistik bir boyut da taşımaktadır. Günümüz otoritesi artık buyurgan, sert ve cezalandırıcı bir figür değil; anlayışlı, empatik ve bilgiyle donanmış bir imgeye sahiptir. Bu bağlamda terapist, “her şeyi bilen aynı zamanda hoşgörülü” bir otorite olarak konumlandırılmakta ve en muhafazakâr bireyler dahi bu “liberal otorite”ye yönelmektedir. Burada “olmak” ile “görünmek” arasındaki fark önem kazanmaktadır. Terapist de bir imaj inşasının parçası hâline gelmekte, kendi maskesini oluşturmaktadır. Günümüz kimlik politikalarının etkisiyle, terapistin görünümü ve temsiliyeti, mesleki niteliğinden bağımsız olarak bir statü göstergesine dönüşmektedir. Terapist, ait olduğu sınıfsal konumdan ziyade, çoğu zaman bir üst sınıfa aitmiş gibi bir temsille varlık göstermektedir. Zira psikoterapi, hâlihazırda sosyoekonomik olarak avantajlı bireylere sunulan bir hizmettir. Terapiye erişebilen orta ve üst sınıf bireyler, genellikle kültürel sermayesi yüksek, imajlarını inşa etmiş bireylerdir. Bu nedenle, terapist ile danışan arasındaki etkileşim çoğu zaman benzer sosyal arka planlara sahip bireylerin karşılaşması olarak tezahür eder. Bu sınıfsal ortaklık, otoriteye yönelik tutumları da şekillendirmektedir. Bu bireyler, otoriteye boyun eğmeyi zayıflık olarak görmekte; ancak hoşgörülü ve bilgiye dayalı bir otoriteye tabi olmayı içselleştirebilmektedir. Bununla birlikte, kendi ebeveyn otoriteleriyle çatışma içinde olan bireyler, bu çatışmayı terapötik ilişkiye de taşıyabilirler. Terapist ise, farkında olmadan bu ödipal çatışmadan kaçınan bir pozisyona geçebilir. Sonuç olarak, modern psikoterapi yalnızca bireysel bir iyileşme süreci değil, aynı zamanda çözülmüş geleneksel yapılardan doğan bir otorite boşluğunun dolmasını da içermektedir. Terapist, yumuşak ama yönlendirici bir figür olarak hem seçilebilen hem de rekabet eden otoritelerden biri haline gelmiştir. Bu durum, günümüzde otoritenin yeniden tanımlanma biçimlerine dair önemli ipuçları sunmaktadır.
Yine mi Freud…
Psikoanalitik karşılaşma yeni bir ilişkinin başlaması, sembolik bir doğumdur. Psikanaliz, iki yabancının (psikanalist ve hasta) birbirine güvenmeyi denemesi ve güvenmeyi öğrenmesi için çaba göstermesidir. Her güven ilişkisinde, aynı zamanda güvenme korkusu da yani güvenememe de var. İnsanların yaşadıkları ilişkiler ve bu ilişkilerdeki düş kırıklıkları psikoanalitik ilişkiye de yansır. Güven, beklenti ve umudu içerir. Bebek ağladığında annesi gelir ve onunla ilgilenir. Bu dönemde anne çocuğun tepkilerine anında yanıt verir. Bu nedenle bebek annesini kendisi dışındaki bir varlık, kişi olarak algılamaz. Annesi kendisinin devamı, kendisinin bir organıdır. Bu durum birçok kez tekrar eder ve çocuk, ağlaması üzerinden annesiyle iletişime geçer. Bir süre sonra anne çocuktan kısmi bağımsızlaşır. Bebeğin işaretlerine anında değil de biraz tehirli tepki verir. Mesela bebek ağladığında yumuşak bir sesle hemen geleceğini söyler. Yani hemen gelmez ama gelme sözü verir. Bu süreçte bebek annesinin kendisinden bağımsız kendisi dışında biri olduğunu da kavramaya başlar. Bu gecikmeye ve annenin kendi dışında olmasına rağmen bebek için dünya/hayat güvenlidir çünkü anne gecikmeli de olsa gelip çocuğun gereksinimlerini gidermektedir. Çocuk, ağladığında annesinin geleceğini umut eder ve onun gelmesini bekler. İşte bu süreçte, çocuk sadece annesine değil, dünyaya da güvenebileceğini kavrar ve güven duygusunu konseptleştirir. Bu güven ve güvensizlik dinamiği çeşitli ilişkilerde yeniden ortaya çıkar. Travmalar, yaşanan düş kırıklıkları bu güven duygusunda ciddi sarsıntılar yaratır. Paranoyak tutumlar, komplo teorileri, dünyanın güvensiz yer olduğu veya insanların güvenilmez oldukları hikayesi genelde bu konulardaki sıkıntılarla da ilişkilidir. Bu sorunların çözümü de psikanalizde uzun bir çalışmayla giderilmeye çalışılır. Yani ‘gelin güveninizi yenileyelim’ veya ‘güvenmenin üç etkili yolu’ gibi öneriler sadece reklam amaçlıdır…
Güven üzerine çalışan ve bu konuda Vertrauensfragen=Güvene dair sorular adlı eseri yayımlayan Ute Frevert, güvenin, ötekinin iyi olduğu inancını ve iyi kalmaya çaba göstereceğine duyulan güveni de içerdiğini belirtir. Örneğin, iki yabancı randevulaştığında, her iki taraf da diğerinin randevuya geleceğini umut ederek ve bu beklentiyle buluşmaya gider. Yani güven içinde her zaman bir risk barındırır. Güven, sosyal bir kredidir ve aslında risk alınan bir yatırımdır da. Psikanaliz sürecinde de ötekinin iyi kalma çabasında olacağına dair inanç, sürecin ilerlemesine yardımcı olur.
Popüler psikoloji ve magazinleşme
Günümüzde psikolojinin popülerleşmesiyle birlikte, bu disiplinin giderek magazinleştiğini ve basitleştirildiğini de gözlemliyoruz. Kuşkusuz, psikolojik kavramları sade ve anlaşılır bir dille aktarmak önemli ve değerlidir. Ancak, psikolojinin popülerleşmesi, kimi zaman onun derinliğinin kaybolmasına ve yüzeysel bir bilgi aktarımına indirgenmesine neden olabiliyor.
Bazı terapistler, terapinin amacını yalnızca hastayı bilgilendirmek, ona “doğru yolu” göstermek ve bilinçlendirmek olarak kavrıyor. Oysa “doğruyu bilmek,” insan psikolojisini veya davranışlarını her zaman değiştirmeye yetmez. Örneğin, hepimiz “yalan söylemek kötüdür” deriz, ama hayatında hiç yalan söylememiş birini bulmak neredeyse imkânsızdır. “Sigara sağlığa zararlıdır” bilgisi sigara içenler tarafından da bilinir, ancak bu bilgi onların sigarayı bırakmasını sağlamaz. “Okumak faydalıdır” deriz, ancak dünyanın en az kitap okuyan toplumlarından biriyiz. Tüm bu örnekler, bilginin tek başına insan davranışları üzerinde belirleyici bir güce sahip olmadığını gösteriyor.
Psikanalistin Dinleme Süreci ve Terapötik Bölünme
Psikanalist, hastasını dinlerken yalnızca onun sözlerine odaklanamaz; aynı zamanda, kendi içsel tepkilerini, duygularını ve düşüncelerini de dikkatle gözlemlemek zorundadır. Bu süreç, psikanalistin hastasına yönelik bilinçötesi tepkilerini fark etmesini sağlayan karşı aktarımla ilişkilidir. Psikanalist, yalnızca hastanın anlattıklarını değil, aynı zamanda bu anlatılanların kendisinde nasıl bir etki yarattığını da gözlemler. Psikanalistin, hastasının iç dünyasını doğrudan “görebilen” bir röntgen bakışına ya da sezgisel bir ilahi görüş gücüne sahip olduğu düşüncesi, gerçekçi değildir. Psikoloğun ya da psikoterapistin, bir insanın “içinden geçeni” doğrudan anlayabildiğine dair yaygın söylem, kulağa hoş gelse de bu söylem aslında psikolojik mesleklere fazlasıyla idealize edilmiş, hatta tanrısal bir özellik atfeder. Tıpkı Tanrı’nın duygularımızı, düşüncelerimizi, arzularımızı bilmesi gibi, psikoterapiste de benzer bir “görme” kudreti yüklenir. Oysa bu, narsistik bir yanılsamadır. Psikanalistin görevi, hastanın iç dünyasını doğrudan görmek değil; aktarım ve karşı-aktarım süreçleri aracılığıyla bu dünyaya dolaylı ve daima sınırlı bir erişim kurmaktır. Danışanın terapiste yönelttiği duygular, beklentiler ve fanteziler (aktarım), terapistin kendi içsel tepkileriyle (karşı-aktarım) birlikte analiz edilir. Psikoanalitik süreç, bu dinamik etkileşim yoluyla danışanın içsel çatışmalarına, savunmalarına ve yapısal örüntülerine dair ipuçları edinmeye çalışır. Bu anlamda, psikoanalitik bilme tarzı sezgisel bir “bilme” değil, ilişkisel bir çözümleme ve yorumlama pratiğidir. Yani hastayla ilişkisinde hissettiklerini, tepkilerini fark ederek bu farklılığı hastasıyla ilişkilendirmeye çalışır. Bu teknikleri öğrenmek psikanalistin kendi duygularıyla seansta kendine ait olmayan ama süreçte oluşan duyguları birbirinden ayırabilmesi için de yıllarca süren kendini deneyimlemeden geçer. Yani kendisi uzun bir terapik deneyimden geçmeden, yani kendisini tedavi etmeden başkasını tedavi etmek ciddi sıkıntılar doğuruyor. Psikoanalizde psikanalistin dikkati hem dışarıya, yani hastaya, hem de içe, yani kendi zihinsel ve duygusal süreçlerine yöneliktir. Bu çift yönlü farkındalık halini, terapötik bölünme olarak adlandırıyoruz. Bir psikanalist hem danışanını dikkatle dinleyebilmeli hem de kendi bilinçötesi süreçlerini eşzamanlı olarak izleyerek, analiz edebilmelidir. Yani terapi hastayı dinleme ona yardımcı olmak değil de hastayla bir yolculuk, sürece kendini katmadır da.
Psikanaliz yalnızca teorik bilgiye dayanarak icra edilebilecek bir yöntem değildir. Psikoanalitik kuramı bilmek, bir kişiyi otomatik olarak psikanalist yapmaz; çünkü psikanaliz, yalnızca bir bilgi alanı değil, aynı zamanda özgün bir tutum, belirli bir dinleme biçimi ve yorumlama etiği ve tekniği gerektirir. Psikoanalitik yaklaşım, hastanın söylediklerini anlamaya çalışmakla sınırlı kalmaz; söylenenlerin ötesinde, bastırılmış olanı, bilinçötesinin dilini, aradaki boşlukları ve tekrarları dinlemeyi de içerir. Bu dinleme biçimi, yalnızca anlatılanın içeriğine değil, aynı zamanda psikanalistin kendi iç dünyasında uyanan tepkilere, duygulanımlara ve düşüncelere – yani karşı aktarım süreçlerine – dikkat etmeyi de gerektirir. Psikanalist, analitik sürecin temel dinamiği olan aktarım üzerinden hastanın iç dünyasına erişmeye çalışırken, aynı zamanda kendi karşı aktarımını da sürekli gözlemlemek ve analiz etmek durumundadır. Psikanalistin klinik ortamda çoğu zaman sessiz kalmayı tercih etmesi, yalnızca teknik bir araç değildir; aynı zamanda belirli bir sosyal mesafeyi ve sınırı da temsil eder. Bu mesafe, kimi zaman görünmez bir duvar gibi hissedilir. Bu duvar, hem analitik çerçevenin korunmasına hizmet eder ama bazı durumlarda, analistin konumunu narsistik biçimde yüceltebilecek bir zemin sunar. Bu nedenle, psikanaliste yönelik hayranlık ya da özenme, sadece teorik bir ilgi değil, aynı zamanda bir transferans biçimi olarak da değerlendirilebilir. Kısacası, Freud ya da Klein okumak, bir kişiyi psikoanalitik kuram hakkında bilgili kılabilir; fakat bu, onu psikanalist yapmaz. Psikanalist olmak, yalnızca kuramsal bilgi değil; aynı zamanda kendi analizinden geçmiş olmak, aktarım-karşı aktarım süreçlerine duyarlılık geliştirmek ve bu özgün etik tutumu içselleştirmekle mümkündür. Bu bağlamda, psikoanalitik dinleme çift yönlü bir süreçtir: Hem hastanın sözlerini anlamak hem de bu sözlerin psikanalistin zihninde ve duygularında yarattığı yankıları, çağrışımları ve içsel hareketlenmeleri fark etmek gerekir. Psikanaliz, yalnızca kuramsal bilgiye değil, bu bilgiyi pratiğe dökebilecek bir zihinsel esnekliğe ve duygusal derinliğe dayanır. Psikanalist, kendi iç dünyasını tanımadan ve bu iç dünyadaki süreçleri analiz edemeden, hastanın bilinçötesi dinamiklerine dair derinlemesine bir kavrayış geliştiremez.
Bu nedenle, psikanalistin eğitimi sadece teorik okumalarla değil, aynı zamanda kendi psikanaliz sürecinden geçerek, kendi bilinçötesinin yapısını keşfetmesiyle tamamlanır. Bir psikanalistin hastasını anlaması ve öncelikle kendi iç dünyasını anlamasıyla ve o psikoanalitik ilişkide kendisini de anlamasıyla mümkündür. Hastanın analizine paralel psikanalist kendisini de o ilişkide sürekli analiz eder. Hastanın analizine paralel hastayla ilişkisinde kendisini de analiz ederek bu bilgiyi hastaya sunar. Yani hastayla ilişkide ben’in hallerini de analiz eder.
Psikolojik Sorunlar Anlatılarla Çözülemez
Psikolojik sorunlar, yalnızca onları anlamakla çözülemez. Örneğin, bir travmanın nasıl işlediğini bilmek, onun etkilerini azaltmak veya travmayı gerçekten işlemek anlamına gelmez. Eğer psikolojik sorunları yalnızca tanımlamak ve kavramsallaştırmak yeterli olsaydı, onları akademik konferanslarla, kitaplarla veya basit anlatılarla ortadan kaldırabilirdik. Depresyonun nedenlerini açıklamak depresyonu sona erdirmediği gibi, narsistik kişilik bozukluğunun kökenlerini bilmek de bir kişinin bu bozukluktan kurtulmasını sağlamaz. Oysa gerçeklik çok daha karmaşıktır.
Bilginin tek başına yeterli olmamasının bir nedeni de duygusal dil ile bilişsel dilin farklı olmasıdır. Psikolojik sorunlar çoğu zaman duygusal bir dille ortaya çıkar, ancak bunlara verilen yanıtlar genellikle rasyonel dille olur. Örneğin, otorite figürlerinden korkan birine “patronun ya da öğretmenin sana zarar vermeyecek” demek çoğu zaman etkisizdir. Çünkü korku, yalnızca mantıksal argümanlarla ortadan kalkmaz; onu hisseden kişi için bu korku, gerçek ve yoğundur.
Bunu bir çocuk örneğiyle daha iyi anlayabiliriz: Gece odasında korkuyla uyanan ve ağlayan bir çocuğa, ebeveynleri ışığı açarak odada korkulacak bir şey olmadığını gösterir. Ancak bu, çocuğun korkusunu gidermeyebilir. Çünkü çocuk, korkuyu dış dünyada bir tehlike olarak algılamakla kalmaz, aynı zamanda içsel bir durum olarak da deneyimler. Oysa ebeveyn, korkuyu yalnızca dışsal bir mesele olarak ele alarak çocuğu rahatlatmaya çalışır. Bu durumda iki taraf aynı dili konuşmamaktadır: Çocuk duygusal bir dil kullanırken, ebeveyn rasyonel bir dil ile yanıt vermektedir. Sonuç olarak korku “çözülememiş” olur. İşte bu nedenle terapinin ilk aşamalarından biri, ortak bir dil arayışıdır—hastanın yaşadığı içsel deneyimi anlama ve onun diliyle konuşabilme çabasıdır.
Günümüzde psikoterapi sıkça bir “akıl alma” kurumu gibi görülüyor. Bir sorunla başa çıkamayan birinin, kendisinden “daha akıllı” ya da “daha bilgili” birinden çözüm önerileri alması gibi… Böyle olunca, sosyal medyada terapistler âlim pozunda, derin anlamlar içeren sözler söylemeye çalışıyorlar. Ancak filozof olmaya çalışmak, daha derinlemesine bakıldığında bir soruna işaret eder. Bir psikolog, terapist olmasına rağmen kendisini yetersiz hissettiğinde, bu yetersizliği gidermek için filozofça görünmeye çalışabilir. Popüler olma çabası ise psikolojiyi yüzeyselleştiriyor. Freud, çok önemli psikolojik olguları açıklamış ve kuramsallaştırmıştır. Sıkça alıntılanır… Ama üzgünüm, bu kadar çok alıntılanması Freud’u daha anlaşılır yapmıyor. O da artık, çok alıntılanan ama az anlaşılanlar arasında…
Psikanaliz ve Duygusal Geri Dönüşüm
Psikanalist Wilfred Bion, annenin, bebeğin içindeki olumsuz ve olgunlaşmamış unsurları (beta elementler) alıp onları anlamlandırarak işlenebilir hâle getirdiğini (alfa elementlere dönüştürdüğünü) söyler. Örneğin, bebek açlıktan dolayı ağlar ve anne onu emzirerek açlığını giderir (açlık, ağlama rahatlamaya dönüşür). Burada, annenin yalnızca fiziksel bir besleme yapmadığını, aynı zamanda bebeğin duygusal dünyasını da düzenlediğini görürüz.
Psikoterapi psikolojik çöp kutusu değildir… D.W. Winnicott çocukları gözlemleyerek kuramsallaştırdığı “obje kullanımı” var. Buna benzer şeyleri aslında terapik ilişkilerde yaşarız. Hasta psikanalisti bir araç olarak kullanarak sorunlarını ona yükleyip çözmeye çalışır. Ve terapist bunun farkındadır ve buna müsaade eder. Psikoanalitik terapi sürecinde danışan, kendi baş edemediği çatışmaları ve yaşanmışlıkları analistine aktarır. Ancak psikanalist, bir “çöplük” değildir. Onun görevi, danışanın sorunlarını olduğu gibi almak değil, onları filtrelemek, anlamlandırmak, kabul edilebilir hale getirerek, işleyerek ona geri vermektir. Bu süreç bir tür geri dönüşümdür: Terapist, danışanın psikolojik yüklerini ham hâliyle taşımaz; onları işleyerek, danışanın kabul edebileceği ve anlamlandırabileceği bir şekilde ona geri sunar.
Bu süreci bir ameliyat metaforuyla açıklayabiliriz: Bazen bir ameliyatta bir organ geçici olarak bedenin dışına çıkarılır, üzerinde işlem yapılır ve sağlıklı bir şekilde tekrar yerine yerleştirilir. Psikanalizde de benzer bir mekanizma işler. Terapi, danışanın içsel çatışmalarını yüzeye çıkararak, onları anlamlandırmasına ve yeniden kendisine entegre etmesine yardımcı olur.
Bu yüzden, terapist yalnızca nasihat veren biri değildir. Terapinin amacı, yol göstermek değil, kişinin kendi yolunu bulmasına/seçmesine yardımcı olmaktır. Terapist olmanın narsistik bir yanı var. İnsanlar sorunlarıyla, kendileriyle baş edemedikleri için terapiste gelirler. Bu durum onu yardım eden ‘kurtarıcı’ pozisyonunda sokabilir. Yardım etmek, kurtarmak ayartıcıdır ama terapiste çok sorumluluk yükler. Kurtarılacak olanla ‘kurtaran’ (?) arsındaki ilişki asimetriktir ve bu ilişkide iktidar meselesi de var. Ayrıca bir taraf iyileşmek için bağımlıdır da. Yani etik kurallar konusunda çok hassasiyet gerekir. En önemli mesele de şu: terapist kendi arzularını hastaları üzerinden tatmin edemez. Narsistik gereksinim hastalar üzerinden organize ediliyorsa bu ciddi problemdir. Hediye alıp/vermeler sorunludur. Sosyal medyada yediğimiz, içtiğimiz, nerde izin yaptığımızı, yani özelimizi teşhir ediyorsak ve bunu hastalarımız da görüyorsa bu ciddi bir sorundur da.
Psikanaliz, Cinsellik ve Psikolojik Hoşnutsuzluk
Daha önceki yazılarımda da ele aldığım gibi, insan ilişkilerinde cinsellik önemli bir meseledir ve psikoloji bu konuyla yakından ilgilenir. Ancak cinselliğin yalnızca biyolojik veya toplumsal boyutları üzerinden ele alınması, asıl gözden kaçırılan noktayı gölgeleyebilir: Cinsellik, bazen hayattaki hoşnutsuzluğu gidermek ya da psikolojik bir boşluğu doldurmak için kullanılan bir araç hâline gelebilir.
Cinselliğin, gerçeklikten kaçışın bir yolu olması, bir tür bağımlılığa dönüşmesi ya da bir performans ve başarı kriteri gibi ele alınması, aslında bireyin iç dünyasında başka bir tatminsizlikle bağlantılı olabilir. Cinsellik, sadece bir eylem değil, aynı zamanda bir insanın kendisini bir başkasına emanet etmesi, en kırılgan anını paylaşması, kendisi olmayı bırakma arzusuyla, kendisi olarak kalma hali arasındaki gerilimde var olmasıdır. Bu yüzden cinsellik yalnızca bir bedensel yakınlaşma değil, aynı zamanda ruhsal bir teslimiyet ve paylaşım deneyimidir. İncinmeye, sınır suistimaline çok açık bir alandır yani. İnsanın birbirini iyi tanıması bu sınırda dolaşmak incinmek/incitmek ve bu yaşananı deneyimlemektir. Her yaşadığımız olay bize deneyim olmaz. Deneyim yaşananın çeşitli boyutlarıyla algılanması, üzerine düşünme ve duygusal halini kendine katma halidir. Biz aslında çeşitli olayları yaşarız ama bunu deneyimlemeyiz. Deneyimlenen şeylerin tekrarı olmaz.
Psikoanalitik bakış açısıyla cinselliği ele almak, onun yalnızca biyolojik ya da toplumsal işlevlerine odaklanmaktan çok, insanın iç dünyasındaki çelişkiler, arzular ve savunma mekanizmalarıyla nasıl iç içe geçtiğini anlamak anlamına gelir. Cinsellik, bazen bir haz kaynağı, bazen bir kaçış, bazen de kişinin varoluşsal kaygılarına karşı geliştirdiği bir savunma mekanizması olabilir. İşte bu yüzden, psikanaliz cinselliği yalnızca bir biyolojik dürtü ya da toplumsal bir norm çerçevesinde değil, insanın ruhsal dünyasının derinlikleriyle bağlantılı bir deneyim olarak ele alır.
İçselleştirilen İlişki Biçimlerinin Tekrarı
İnsanlar, çocukluklarında deneyimledikleri ve içselleştirdikleri ilişki biçimlerini yetişkinliklerinde de tekrar etme eğilimindedirler. Çocukken öğrendikleri ilişki dinamikleri, gelecekte kurdukları pek çok ilişkide kendini yeniden gösterir. Örneğin, otoriter bir babaya boyun eğerek büyüyen bir çocuk, ileride bir otorite figürüyle (örneğin bir iş yerindeki yöneticiyle) karşılaştığında, çocuklukta öğrendiği bu ilişki biçimini bilinçötesi bir şekilde tekrar edebilir. Psikanalizde “aktarım” olarak adlandırılan bu olgu, geçmişteki ilişki dinamiklerinin yeni ilişkiler içinde yeniden canlandırılması anlamına gelir. Çocukken otoriteden korkan ve ona boyun eğen bir birey, yetişkinlikte benzer bir durumla karşılaştığında aynı tepkileri gösterebilir. Otoriteye karşı edilgen bir tutum benimsemek, bireyin çocuklukta öğrendiği bir başa çıkma stratejisi olabilir ve zamanla otomatik bir tepkiye dönüşebilir. Psikanaliz, bu durumu “tekrarın kaçınılmazlığı” veya “tekrar zorunluluğu” olarak adlandırır. Kişi, geçmişte içselleştirdiği bir sorunu bilinçötesi bir şekilde yeniden sahneleyerek çözmeye çalışır. Ancak bu tekrar, geçmişin dinamiklerine bağlı kaldığı için genellikle bir çözüm üretmez; aksine, aynı sorunun farklı biçimlerde yeniden ve yeniden yaşanmasına neden olur.
Bazı durumlarda ise birey, geçmişte yaşadığı bir mekanizmadan duyduğu rahatsızlık nedeniyle tam tersi bir tepki geliştirir. Örneğin, çocukken otoriteye boyun eğen biri, yetişkinlikte otorite figürleriyle karşılaştığında bu kez isyankâr bir tavır sergileyebilir. Ancak burada bile, bireyin tepkisi geçmiş deneyimlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Davranış her ne kadar geçmiştekine zıt gibi görünse de referans noktası yine otoriteye karşı konumlanma biçimidir. Yani birey, otoriteye karşı edilgen bir tutum geliştirmek yerine, bu kez onu reddederek veya ona meydan okuyarak tepki verir. Ancak bu, tamamen özgürleşmiş bir deneyim değildir; çünkü bireyin ilişkisel tepkileri hâlâ geçmişte içselleştirdiği dinamiklere bağımlıdır.
Gerçek anlamda özgürleşme, bireyin geçmiş deneyimlerinin belirleyiciliğinden sıyrılarak, her yeni ilişkide yeni bir tutum geliştirebilmesiyle mümkündür. Bu da psikoanalitik süreç içinde bireyin içsel dinamiklerini fark etmesi, aktarımlarını tanıması ve bunları yeniden değerlendirebilmesiyle sağlanabilir.
Psikanalizin Bilgiyle İlişkisi
Psikanaliz ise yalnızca bilgi edinmeye yönelik bir süreç değildir. Psikoanalitik çalışma, bireyin yalnızca ne söylediğini değil, aynı zamanda neyi söyle(ye)mediğini de anlamaya yönelik bir keşif sürecidir. Kimi zaman, bireyin dile getirmediği ya da farkında olmadan bastırdığı duygular, düşünceler ve çelişkiler, bilinçötesinde varlığını sürdürür. Psikanaliz, bu bilinçötesi katmanları açığa çıkarmaya ve hastanın kendi iç dünyasını daha derinlemesine keşfetmesine yardımcı olur.
Bu nedenle psikoanalitik süreç, kesin doğrulara ulaşmak ya da bireye bir yol haritası sunmak yerine, onun içsel karmaşıklıklarını ve çelişkilerini fark etmesine olanak tanır. Psikanaliz, her zaman kişinin kendisini “düzeltmesini” veya “olması gereken hâline ulaşmasını” hedeflemez; bazen de bireyin kendisini olduğu gibi tanımasını, anlamasını ve kabul etmesini amaçlar. Bu süreç, katı kurallara ve mutlak doğrulara dayalı bir sonuç arayışından çok, bireyin sürekli bir keşif ve dönüşüm yolculuğuna çıkmasıyla ilgilidir.
Bu yüzden psikanaliz, belirli bir sonuca ulaşmaktan çok, bireyin kendisiyle ve içsel dünyasıyla kurduğu ilişkinin derinleşmesine hizmet eden, dinamik ve açık uçlu bir süreçtir.
Psikolojinin son pisliği
Yazılarım çok uzun. En çok da bu yan eleştiriliyor. Masal anlatıyorum. Masal, anekdot, atasözü üzerinden bilginin anlatıldığı geleneği seviyorum. Şehrazat’ın 1001 Gece Masalları’nda anlattığı hikâyelerin çekiciliği… Akademinin katı sınırlayıcılığı da beni çok ilgilendirmiyor. Daha çok çağrışımsal yazılar yazıyorum. Çağrışımlarımın peşinden gidiyorum. Kuşkusuz, yazının, hikâyenin emojiye düştüğü bir çağda yaşadığımı biliyorum. Benim işim saçmayla uğraşmak, saçmayı önemsemek, saçmaya anlam bulmak… Bu kadar saçmalığın olduğu bir kültürde başka türlü saçmalamak… Neyse…
Sosyal medya, yeni iletişim biçimleri ve yeni bir dil yaratıyor. Küresel iletişim arzusu, aynı zamanda küresel bir dili de zorunlu kılıyor. Konuşma dili insanı sınırlıyor; konuşulan dilin coğrafi sınırları dışında insan adeta lal oluyor. İşte bu sınırlılık, küresel bir dilin, konuşulan dilden farklı bir biçimde ortaya çıkmasını gerekli kılıyor. İnsan, dil öğrenme sürecinde dili kullanımını zamana ve birikimine bağlı olarak geliştiriyor. Bir çocuğun sözcük dağarcığı ile bir yetişkinin ya da bir yazarın sözcük dağarcığı çok farklı. Dijital dünya, yaygınlaşabilmek için bu farkı en aza indirmek zorunda. Yani, akademisyen bir İtalyan ile Kürt bir çocuğun anlayabileceği ortak bir dil oluşturmak gerekiyor. Bu, bilgi, yaş, öğrenim ve dil sınırlarının azaltıldığı veya tamamen kaldırıldığı bir durum yaratıyor. Bu noktada, ilkel yazının yeniden devreye girdiğini görüyoruz—yani işaretlerle anlaşmak. Harfler ve sözcükler de birer işarettir, ancak burada önemli olan, objenin kendi sembolünü kullanmaktır. Örneğin, “masa” kelimesini yazmak yerine masanın sembolünü/emojisini koymak. Ya da gülmek her dilde farklı yazılırken, bunun yerine bir gülme emojisi kullanmak. Sosyal medyadaki emojiler, bu anlamda sınırlı öykü anlatımına ve sınırlı soyut tartışmalara olanak sağlıyor.
Psikoloji, sosyal medyada aforizmalaştırılıyor. Kısa ama çarpıcı sözlere indirgeniyor. Oysa her aforizma gibi, bu sözler de hayatın her alanında, her zaman ve her koşulda geçerli değildir. Sadece bazı durumları açıklamaya denk düşen söylemler… Ancak bu alıntılar, tanrısal ya da kutsal söylemlerin mutlaklığıyla yazılıyor ve bu halleriyle sıkça da anlamsızlaşıyor. Günümüzde öyküler kayboluyor; ilişkiler, yalnızca günlük bilgi değişimine indirgeniyor. Öykülerin, yaşananların öyküleştirilmesi ve yaşamdaki duygusal derinlikler göz ardı ediliyor. Bu yüzden, terapi merkezleri artık öykü yazma ve anlatma atölyelerine dönüştü sanki. Günlük öykülerin sansasyonel olmaması, onları cazip olmaktan çıkarıyor. Ya da sıradan öyküleri sansasyonelleştirmeye çalışıyoruz. İşte terapi, anlatma, dinlenilme ve anlaşılma gereksinimine bir yanıt sunuyor.