Yeni diyalog süreci üzerine birkaç not (II)

Çözüm süreçlerinde ortaya çıkabilecek toplumsal hareketliliğin demokratikleşmeye doğru evrildiğini ve bunun da iktidarın kendisine oy kaybı olarak yansıdığını gördüğü için AKP iktidarı halkın siyasal alana dahil olmasını sağlayacak siyasi ve hukuki zemini hazırlamaktan kaçınıyor olabilir.

Yeni diyalog süreci üzerine birkaç not (II)

Azat AKTAY

Bir önceki yazımızda yeni diyalog sürecinde rol alan ve sürece dahil edilmesi gereken siyasi aktörler hakkında sürecin selameti açısından gerekli gördüğümüz bazı hususlara işaret etmiş ve bunun yanı sıra demokratik sorun ile ulusal sorun arasındaki ilişkiyi Kürt meselesi bağlamında kısaca ele almıştık. O günden bugüne kayda değer tek ilerlemenin PKK lideri Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile PKK’yi kendini feshetmeye çağırması ve PKK’nin de 12. Kongresini toplayarak kendini feshettiğini dünyaya ilan etmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bunlara ek olarak PKK’nin 11 Temmuz tarihinde sembolik anlamda bir silah bırakma töreni gerçekleştirmesi de PKK tarafındaki bir diğer önemli yeni gelişme olarak belirtilmelidir. Siyasi tutsakların serbest bırakılması noktasında büyük beklentilerin olduğu Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi yani kamuoyunda tartışılan adıyla 10. Yargı Paketi bir hayal kırıklığının ötesine geçemedi; iktidarın kayyum siyaseti daha da ileri taşındı (DEM Partili belediyelere atanan kayyumlar geri çekilmezken üstüne üstlük CHP’li bazı belediyelere de yeni kayyumlar atandı); PKK’nin ateşkes ilanı tek taraflı kalmaya devam ediyor ve bu durum yeni canlara mal oluyor; ve ne yazık ki şiddet Orta Doğu coğrafyasında vekalet savaşlarından devletlerarası savaşa doğru genişleme eğilimi gösteriyor. Dolayısıyla emperyal devletlere ve dikta rejimlere karşı her zaman olduğu gibi bugün de halklar arası barışı, demokratik sosyalizmi kuracak olan ortak bir mücadele ekmek ve su kadar temel bir ihtiyaç.

Bölgesel hegemonik bir güç olarak İsrail, Esad’ın düşmesi, Hamas’ın ve Lübnan Hizbullah’ının zayıflaması ile Orta Doğu’da büyük ölçüde güç yitiren İran’ı tümüyle devlet sınırları içine hapsetmeyi ve nükleer programını durdurarak kendisi için bir tehdit olmaktan çıkarmayı planlıyor. İsrail her ne kadar İran’ın Orta Doğu’da desteklediği yapıları zayıflatmış ve büyük ölçüde güçten düşürmüş olsa da ne Filistin’de ne Lübnan’da ne de Suriye’de İran’ın desteklediği güçlere karşı siyasal bir alternatif yaratabildi. Bu İsrail açısından siyaseten büyük bir başarısızlık anlamına geliyor.(1) Bu siyasi başarısızlık ise İran’ın bulduğu ilk fırsatta bölgeye tekrar dönme ihtimalini güçlendiriyor.(2) Dolayısıyla bu risk İsrail’in İran’a saldırmasının temel motivasyonlardan birini oluşturuyor. Türkiye’nin Suriye dış politikası ise Türkiye’yi İsrail saldırılarına açık hale getirme riski taşıyor. Ki buna bizzat iktidar yetkilileri dikkat çekti. Suriye’deki T4 hava üssünün İsrail tarafından vurulması ise bunun en bariz işaretlerinden biriydi.(3) Dolayısıyla ilerde İsrail’in saldırgan dış-politikasının Türkiye’ye de yönelmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Canavarlar çağında aklın uykuda olduğunu hatırlamak gerekir. Böylesi bir siyasi iklimde halklar arasındaki bağın eşit hak kardeşliğine dayalı onurlu bir barış ve demokrasi ile güçlendirilmesi en doğru siyasal hamle olacaktır. Öyleyse aklı kıblegâh belleyerek bölgesel ve yerel/teritoryal düzeyde onurlu bir barışın ve demokratik bir toplumun inşası doğrultusunda halkların inisiyatif alması için uğraşmak ve halkları savaş baronlarına, emperyal güçlere ve dikta rejimlere karşı barış ve demokrasi temelinde örgütlemek gerekir. İsrail’in İran’a olan saldırısında görüldüğü üzere sömürülmüş, ezilmiş, demokratik hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılmış bir halkın varlığı emperyalistler açısından uluslararası arenada kendi emperyal politikalarının meşruluk aracı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Hem tarihe hem de bugüne baktığımızda gelişmemiş ülkelerdeki eşitsiz siyasal, toplumsal ve ekonomik koşulların emperyalistler tarafından dış müdahalenin meşruluk zemini olarak kullanıldığı rahatlıkla görülebilir. Bu noktada yüzümüzü günümüzün en temel ihtiyaçlarından biri olan toplumsal barışı ve eşitliği inşa etmeyi hedefleyen mevcut diyalog sürecine dönelim ve buradan doğru eşit hak kardeşliğine dayalı hem anti-emperyalist hem de anti-faşist bir halk öznesinin inşasının önündeki bazı sorunlara işaret etmeye çalışalım.

Bu doğrultuda bu yazıda sürecin selameti açısından şeffaflık meselesini (eski bir soru olmakla birlikte hâlâ tazeliğini koruduğu için konuya kısaca tekrar değinmek istiyorum), bugüne kadar geçen sürede barış derken neyin kastedildiği ve neden barışın acilen siyasallaştırılması gerektiği tartışılmalıdır. Bu doğrultuda, eğer samimiyse devletin ne tür mekanizmaları(4) inşa etmesi (veya varsa mevcut mekanizmaların önünü açması) gerektiğini ve son olarak iktidarın/AKP-Erdoğan’ın yeni süreçte ne tür bir taktik izlediğini ele almaya çalışacağım.(5)

“Süreç şeffaf değil!”

Bugüne kadar geçen sürede diyalog sürecine belli başlı eleştiriler getirildi. Bu eleştirilerden en eski ama hala taze olanı şudur: “Süreç şeffaf yürütülmüyor”. Bu eleştirinin haklılık payı olmakla birlikte neden belli bir düzeyde gizliliğe ihtiyaç duyulduğu son günlerde yaşanan olaylara bakıldığında rahatlıkla görülebilir. Lakin burada şeffaflık hususunda kritik olan şudur: Sürecin tümüyle gizli ve sadece siyasetin üst-kademelerinde yürütülmesi sürecin halkla buluşmasını engellemekte ve bu ise halkı süreç karşıtı ve savaş yanlısı siyasal parti ve hareketlere açık hale getirmektedir. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın belirtmiş olduğu gibi siyaset boşluk tanımamaktadır.(6) Eğer halkın sürece dahli yakın zamanda gerçekleştirilemezse pusuda bekleyen barış karşıtları bu boşluğu doldurmaya çalışacaklardır.

Sürecin şeffaf olmamasının temel nedenlerinden birisi herkesin tahmin edeceği üzere sürecin içerden veya dışardan sabote edilme riskinin varlığıdır. Bu yüzden böylesi hassas süreçlerin yürütüldüğü toplumlarda (özellikle milliyetçiliğin yükselişte, dini veya etnik kimlikler arasındaki kutuplaşmanın neredeyse hat safhada olduğu ve paramiliter/kontra güçlerin hala farklı formlarda faal olduğu toplumlarda) belli bir düzeyde gizlilik sürecin selameti açısından şart. Aksi halde süreç savaştan beslenen kesimler tarafından kolaylıkla sabote edilebilir.(7) Fakat bu gizliliğin belli bir aşamadan sonra belli bir düzeyde şeffaflığa kavuşturulması gerekir ki halk da yürütülen tartışmalara ve karar alma süreçlerine dahil olabilsin ve bu tür sabotaj girişimleri boşa düşürülebilsin.

Lakin dokuzuncu ayında olan bu süreçte halkın hala neredeyse esamesi okunmamaktadır. Halbuki yürütülen diyalog sürecinde hala pasif bir izleyici konumunda olan halk süreç karşıtı siyasal gruplar açısından hem manipülasyona hem de örgütlenmeye açık bir haldedir. Yıllardır toplumda farklı kimlikler arasında oluşturulmuş olan önyargılara ve sığ ama yaygın toplumsal algılara dayanarak (ve bu tür toplumsal yarılmaları daha da körükleyerek) siyaset yapan ırkçı siyasal gruplar ekonomik, siyasal, toplumsal veya ekolojik krizleri ırkçı bir dalgaya dönüştürmekte oldukça mahir. Bu siyasal gruplar sürekli olarak yarattıkları dezenformasyon ve ırkçı propagandayla savaşı tek seçenek olarak halkın önüne koymaktadırlar. Örneğin, iklim krizinden ve özelleştirmelerden kaynaklı (İzmir’deki orman yangının elektrik hatlarından kaynaklı ortaya çıktığı açıklanmıştı) ortaya çıkan orman yangınları bu kesimler tarafından halklar arasında kin ve nefreti örgütlemek için kullanılmaktadır. Bu ırkçı kesimler gerçek sorumluları aklamakta ve halkları birbirine düşürerek oluşturulmak istenilen barış zeminine zarar vermektedir. Halklar arasında uzun yıllardır oluşturulmuş olan önyargılar yıkılmadığı ve açılmış olan mesafeler kapanmadığı sürece bu tür ırkçı ve savaş yanlısı kesimlerin önü alınamaz ve gerçek anlamda bir toplumsal barıştan bahsedilemez. Bu açıdan sürecin hem hakemi hem aktörü olması gereken hem de en güçlü garantörü olabilecek olan halkın tez vakitte sürece dahil edilmesini sağlayacak adımların atılması kritik bir öneme sahiptir.

Siyasi iktidarın pratiklerine baktığımızda, halkın sürece olan güvenini arttıracak yasal düzenlemeleri yapmak ve demokratik siyasal alanı genişleterek halkı sürece dahil etmek yerine devletin baskı aygıtlarıyla siyasal alanı kendi dar çıkarları doğrultusunda dizayn etmeye çalıştığı görülmektedir. Bu siyasi hamleler halkta özel olarak sürece dair genel olarak da geleceğe dair kuşku, endişe ve güvensizlik yaratmaktadır. Böylesi bir siyasal iklimde toplumsal barışın gerçekleşme ihtimali neredeyse imkansızdır. Dolayısıyla iktidarın anti-demokratik uygulamaları toplumsal barışı ve özgürlüğü hedefleyen bu sürecin ruhuna da aykırıdır. İktidarın bu tutumu ise süreçteki samimiyetine dair şüpheleri daha da arttırıyor.

İktidarın bu tür taktikler yerine toplumsal alanda halkın kendisinin inşa edeceği ve sürece dair kendi toplumsal talep ve düşüncelerini dile getirebileceği demokratik mekanizmaların yaratılması için gerekli olan siyasal ve hukuki altyapıyı hazırlaması hem sürecin ruhuna uygun olacak hem de savaştan beslenen ırkçılıkta ve savaşta ısrar eden siyasi grupların “oyununu bozmuş” olacaktır. Aksi halde Kürtlerle eşitlenmeyi bir türlü hazmedemeyen süreç karşıtı ırkçı siyasi gruplar ve yapılar bu süreçte, siyasetin dışına itilmiş olan ve uzun yıllardır birbirine dair kalıplaşmış algı ve önyargılara sahip olan halkları birbirine düşürerek süreci sabote etmeye çalışacaklardır. Dolayısıyla barışın toplumsallaştırılması yani halkların birbiriyle buluşması, konuşması ve kalıplaşmış olan algı ve önyargıların yıkılması için gerekli olan siyasi ve hukuki altyapı ve mekanizmalar inşa edilmediği sürece diyalog süreci bu tür barış karşıtı eğilimlerin saldırılarına açık halde olacaktır. Bu yüzden bölgesel tansiyonun yükseldiği ve içerde çok boyutlu krizlerin sürdüğü bir dönemde barışı en güvenli olduğu ellere yani halklara teslim etmenin zamanı geldi de geçiyor.

Barışı siyasallaştırmak ya da toplumsallaştırmak

Diyalog sürecinin toplumdan kopuk olarak “ilerlemesi” barışın niteliğine ve gerçekleşme ihtimaline olumsuz etki ediyor. Diyalog sürecinde devlet yetkililerinin yaptığı açıklamalara baktığımızda siyasal/toplumsal bir barıştan ziyade sadece askeri anlamda bir “barış” ihtimalinden (barış=silahsızlanma) söz edildiğini anlıyoruz.(8) Sürecin devlet nezdinde “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırılması da bunun bir göstergesi. Bu şekilde bir adlandırma sürecin ruhuna aykırı olmakla beraber aynı zamanda önemli bir noktayı gözden kaçırmaktadır: Barış sadece silahların susması ve silahlı birliklerin toplumsal ve siyasal yaşama katılımını değil bunların yanı sıra toplumsal alanda halklar arasında yüz yıldır açılmış(9) ve sürekli deşilmiş olan yaraların da onarıcı adalet temelinde iyileştirilmesidir.

Eğer bu sürecin “yeni bir kardeşlik yüzyılı”(10) olacağı iddia ediliyorsa (ki buradaki “kardeşlik” ifadesinin ne düzeyde simgesel ve ekonomik eşitliği kapsayacak şekilde kullanıldığı net olmamakla birlikte) o zaman her bir kardeşin ayrı ayrı varlığını tanıyacak ve teminat altına alacak olan yasal düzenlemelerin yanı sıra bu kardeşliği olumlayan ve süreklileştiren uygun bir etik-politik duyarlılığı da geliştirmek gerekecektir. Hem kendi kimliğimizle hem de ötekiyle kurmuş olduğumuz ilişkileri ancak temsilsiz/dolaysız/aracısız bir karşılaşma mekânı olan kamusal alanlardaki müzakerelerle fark edip, değiştirip dönüştürebiliriz. Kamusal alanlar halklar arası bağın kurulabileceği en önemli toplumsal mekanlardır. Her toplumsal özne/kimlik belli bir mekân üzerinden kendini inşa eder ve dolayısıyla kolektif bir kimliği (yurttaşlık) inşa etmek için bu öznelerin bir araya geleceği karşılaşma ve müzakere mekanlarına ihtiyaç vardır. Bu açıdan özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası giderek tek sesli bir hal almış olan kamusal alanlarının farklı kimlik ve sınıfları da kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekmektedir.(11)

Kamusal alanın demokratikleşmesiyle birlikte kimlikler arasında inşa edilmiş olan dost-düşman ilişkileri dönüştürülebilir ve bu kamusal alanlarda belli etik-politik değerlere bağlı bir kolektif halk öznesini açığa çıkarılabilir. Bu negatif toplumsal ilişkiler pozitif ve üretken bir hal kazanabilir. Aksi halde kimlikler dogmatikleşerek, ötekini sürekli düşman mesafesinde tutarak onunla bastırma ve/veya dışlama pratikleri üzerinden ilişki kurmaya devam edecektir. Böylesi bir durumda kimlikler kendi varlığının teminatını da dışlama ve baskılama pratiklerine bağlamış olurken şiddet de kaçınılmaz olarak toplumsal alanda farklı formlarda devam eder. Bunun önüne geçmek için kamusal alanda dışlayıcı ve baskılayıcı pratikleri olumsuzlayan yeni etik ve ahlaki duyarlılıklar geliştirilmelidir; aksi taktir de hiçbir zaman “varlığım Türk varlığına armağan olsun” mantığından “varlığın varlığımın teminatıdır” gibi bir aradalığı olumlayan üretken bir “siyasal mantığa” geçemeyeceğiz. Bunun için barışın de-politizasyonuna son verilmeli ve sürecin acilen toplumsal barışı içerecek şekilde siyasallaştırılarak yani toplumsallaştırılarak çapının genişletilmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda Ayşe Betül Çelik’in “Kürt meselesinde aktörler ve süreçler” adlı makalesinde belirtmiş olduğu üzere yerelde barış meclisleri ve barış konseylerinin kurulması, halk eğitim birimlerinin oluşturulması, önyargı azaltma çalışmalarının ve çatışma sonrası travmaları azaltacak psikolojik eğitimlerinin yürütülmesi türünden örgütlenmelerle halkın doğrudan sürece katıldığı ve tabandan doğru barışın örgütlendiği bir aşamaya geçiş yapmak büyük önem arz etmektedir.

“Barış döneminin ardına kadar kapıları açılmıştır”

“Aslında 2013-2015’te var olan bir şey bugün yok. İnsanlar gidiyorlar, konuşuyorlar, toplantılar yapılıyordu. Yani toplumsal anlamda muazzam bir hareketlilik vardı”.(12) Bu cümleler süreç başladığından beri Bahçeli’nin ne demek istediği ya da ne yapmak istediğini anlamak için medya çalışanlarının görüşlerine başvurduğu Mümtaz’er Türköne’nin cümleleri. Peki neden 2013-2015 arasındaki toplumsal hareketlilik bugün yok? Bu sorunun cevabını yine Türköne’nin Yeni Yaşam gazetesinden Nezahat Doğan’a vermiş olduğu röportajda bulabiliriz: “Ama her hal ve şartta Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iktidarının(13), siyasi partilerinin, bütün tarafların tam anlamıyla bir hukuk düzeninde uzlaşması gerekiyor. Bu uzlaşmanın zemini olmadan çözüm sürecini ilerletemezsiniz. Kimseye güvence veremezsiniz. Kimse verilen sözün tutulacağından emin olmaz”. Türköne röportajda her ne kadar “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iktidarı” diyerek AKP’nin süreçte ayak sürdüğünü belirtse de bir diğer aktörün rolünü gizemlileştirmekte oldukça mahirdir. Gizemlileştirdiği “şey” ise devletin Kürt meselesinin ortaya çıkmasında ve katmerleşmesindeki tarihsel rolü.

Türköne bu gizemlileştirme pratiğine röportajın farklı yerlerinde de başvuruyor. Örnek vermek gerekirse; Türköne, “Ben Kürt entelektüellerini, Kürt aydınlarını çok ciddiye alıyorum. Ama mesela onlarda bile Öcalan’ın tezlerinin çok ciddi karşılığını görmüyorum” diyerek Abdullah Öcalan’ın görüşlerinin Kürt kamuoyunda ve Kürt aydınları arasında yeterince tartışılmadığına işaret ediyor ve bu görüşlere dair “ilgisizliğin” sorumluluğunu Kürt kamuoyunun ve aydınlarının üzerine yıkıyor. Devletin sistematik bir şekilde Kürt’ün kendi üzerine düşünmesine ve konuşmasına, Kürt düşünce dünyasının gelişimine ket vuran düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik baskıcı ve cezalandırıcı tutumuna dair tek bir kelam etmiyor. Hegel’den ve tarihten bahsediyor ama devletin Kürt meselesinin katmerleşmesine yönelik baskıcı ve inkârcı tutumundan söz etmiyor, tarihsel bir analiz yapmaktan kaçınıp, Kürt meselesinin çözümsüzlüğünü AKP iktidarıyla sınırlandırıyor.

Halbuki Kürt meselesine dair izlenilen politikalar geçmişten bugüne bütün iktidarları ortak kesen yani bir devlet politikası olarak yürürlükte olan politika ve uygulamalardı. Dolayısıyla, Mümtaz’er Türköne Kürt meselesine yönelik devlet politikalarına kör iken mevcut iktidara karşı şahin gözlüdür. Kürt meselesinin çözümsüzlüğünün faturasını ve tarihsel sorumluluğunu devlet yerine mevcut iktidarın üzerine boca ediyor. Halbuki barış en başta samimi bir öz-eleştiriyi gerektirir. Türköne’den farklı olarak bu sürecin devletle ve AKP iktidarında (tarihsel ve güncel sorumlular ve muhataplar) yürütüldüğünü aklımızda tutarak, Türköne’nin ifade ettiği bu toplumsal eylem krizinin neden(ler)ine dair genel birkaç şey söyleyelim.

Öyleyse devletin bir önceki barış sürecinin bitmesinden sonra göstermiş olduğu reflekse bir dönüp bakalım. Başarısızlıkla sonuçlanmış olan bir önceki barış sürecinin ardından AKP iktidarındaki devletin baskı aygıtlarıyla toplumsal alana yönelmesi (Cizre, Sur ve Nusaybin’de sivil Kürt halkının yaşadıkları; Mehmet Tunç ve arkadaşlarının bodrumlarda yakılması, katledilen Taybet Ana’nın bir hafta boyunca naaşının sokaktan alınmasına izin verilmemesi, gömülmesine izin verilmediği için dondurucularda çürümesin diye saklanan ölü çocuk bedenleri…) halkın bugün sürece duyduğu temkinli yaklaşımın nedenlerinden biri.(14) Bir önceki barış sürecinin başarısızlıkla sonuçlanmasından hemen sonra devletin toplumsal barışı inşa etmek için inisiyatif alan kişi ve kurumlara (HDP’li siyasetçilere yönelik düzenlenen 4 Kasım 2016 siyasi darbesi ve kapatılma davası) veya barışta ısrar eden kesimlere (KHK’larla ihraç edilen Barış Akademisyenleri örneğinde olduğu gibi) yönelmesi ve halkı abluka altına alması halkın hafızasında hiç olmadığı kadar taze. Diyalog sürecinin şeffaflıktan yoksun olması, devletin süreci kapalı kapılar ardında götürerek gizemlileştirmesi, süreci garanti altına alacak yasal herhangi bir adımın atılmaması gibi nedenler halkın sürecin başarıyla sonuçlanacağına dair olan güvenini zedeleyebilmekte ve sürece temkinli yaklaşımın devam etmesine yol açmaktadır. Bu ise halkın yeni süreçte doğrudan inisiyatif almasını engellemekte ve barış nihayetinde toplumsallaştırılamamaktadır.

Toplumsal hafızası sağlam ve siyasal bilinci yüksek olan Kürt halkı sosyal bilimcilere taş çıkartırcasına tarihten gerekli dersleri çıkartmıştır ve bu yüzden yeni diyalog sürecinde devletin hamleleri/refleksleri doğrultusunda barış inşa sürecine dahil olmayı bekliyor görünmektedir. Dolayısıyla Kürt halkı 2013-2015 yılları arasında yürütülen “Çözüm Süreci”nden farklı olarak devletin kısmen açtığı görece, fiili ve geçici bir demokratik alana/sürece bu sefer prim vermeyip devletin daha samimi ve net adımlar atmasını bekliyor gözükmektedir. Bu açıdan, herhangi bir yasal güvence altına alınmamış olan bu göreli, fiili ve geçici demokratik alan/süreç bir önceki çözüm sürecinden farklı olarak halkın harekete geçmesini sağlayan bir etmen olmaktan çıkmıştır. Eğer “barış döneminin kapıları ardına kadar açılmışsa”(15) devletin topluma bir daha savaş olmayacağına veya masa devrildiğinde zarar görmeyeceğine dair somut güvenceler vermesi gerekmektedir. Çünkü ancak devletin daha net ve somut adımlar atmasıyla bu güvensizlik ortadan kalkabilir ve halk süreçte doğrudan inisiyatif alarak halkların yüzyılına barış köprüsüyle geçiş yapabilir.

Unutmayalım ki tarihi birçok sosyal bilimciden daha doğru kavrayan ve bilince çıkaran bir halkla karşı karşıyayız. Öyle anaakım medya kanallarında adının önüne profesör veya uzman koyan kişilerin veya bazı milletvekillerinin sağda solda yaptığı konuşmalara bakarak ya da devletin yasal bir altyapı hazırlamaktan ziyade sadece açtığı göreli, fiili ve geçici bir demokratik sürece kanarak bu halk hareket etmeyeceğe benziyor. Dolayısıyla hem görece hem fiili hem de yasalaşmadığı için şimdilik geçici gibi duran bu “demokratik” sürecin hem kalıcılaşması hem de Kürtler dışında diğer bütün kimlikleri ve sınıfları kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekir ki barış toplumsallaştırılabilsin. Ancak bu koşullarda barışın kapısının ardına kadar açıldığını söyleyebiliriz. Devlet eğer barış konusunda samimiyse bu doğrultuda hamleler yapmalı ve barışın önünde engel teşkil eden bariyerlerin aşılmasına katkı sağlamalıdır. Abdullah Öcalan toplumsal barış için lideri olduğu PKK’ye silah bırakma çağrısında bulunmuş, PKK de bu çağrıya çok kısa bir sürede olumlu yanıt vermiş ve ardından da son kongresini toplayarak kendini feshettiğini ilan etmiştir. Birçok kişinin belirttiği gibi PKK en son yapacağını başta yaparak barış konusundaki tavrını ortaya koymuştur. Bu doğrultuda devlet eğer toplumsal barışı amaçlıyorsa bunun önünü açacak siyasi ve hukuki düzenlemeler için harekete geçmelidir. Peki neden şimdiye kadar bu adımlar atılmadı? Bu soruya farklı cevaplar vermek elbette mümkün. Ama biz bu noktada yukarıda bahsettiğimiz röportaja dönüp bir cevap vermeye çalışacağız.

İktidar sürece neden mesafeli

Türköne iktidarın bu süreçteki tavrını röportajda şu şekilde ifade ediyor: “Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı yegâne şey kendi iktidarını tahkim etmek, tesviye etmek, sağlamlaştırmak. Bunun dışında bir önceliği, bir çabası yok. Çözüm sürecinin seyrini de pozisyonunu ve tavrını da doğrudan doğruya kendi iktidar hesaplarına göre belirliyor”. İktidarın velev ki barışta samimi olsa bile süreç sonrasını da hesaba katarak politik hamleler yapacağını tahmin etmek zor değil. AKP/Erdoğan da süreç sonrası kendi “bekâsının” imkanlarını arıyor, devamlılığını sağlamanın koşullarını yaratmaya çalışıyor ve bu doğrultuda taktik ve stratejiler geliştirmeye çalışıyordur.

İktidarın muhtemel taktik ve stratejileri yukarıda yazdıklarımızı da göz önüne alacak olursak şimdilik şu şekilde özetlenebilir: Barışı de-politize et, halkı apolitize et ve muhalefeti bölerek etkisizleştir. Barış hiç olmadığı kadar acil bir ihtiyaçken ve eşit kardeşlik hukuku temelinde emperyalizme ve faşizme karşı birbirimize kenetlenmemiz gerekirken neden bunun yerine barış kapalı kapılar ardında gizemlileştiriliyor ve iktidar barışın siyasallaşmasını, hukuki açıdan uygun zemini yaratarak halkın siyasal alana dahil olmasını istemiyor? Sanırım cevap on yıl öncesinde gizli.

On yıl öncesine dönecek olursak, 7 Haziran seçimlerinde Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş liderliğindeki HDP yüzde onluk seçim barajını büyük bir seçim zaferi olan %13,12’lik bir oy oranıyla aştı. Bu yüzden AKP, tarihinde ilk kez bir seçimde Meclis’te tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu sağlayamadı ama HDP’nin bu hızlı yükselişi de devlet nezdinde büyük bir risk olarak algılandı. Çözüm sürecinden kaynaklanan kısmi, fiili ve geçici bir demokratik alanın/sürecin sağladığı fırsatlar ve dönemin HDP’sinin ortaya koymuş olduğu doğru siyaset, güçlü örgütlü yapısı ve siyasi kadrosu HDP’nin büyük bir başarı elde etmesini sağladı. Güçlü bir halk desteği ortaya çıktı ve halk daha önce hiç olmadığı kadar politikleşti ve siyasete dahil oldu, barış siyasallaştı ve halklar birbirleriyle temas etmeye ve temsilsiz/dolaysız bir şekilde diyalog kurmaya başladı. Barış Vakfı’nın hazırlamış olduğu “Çözüme Doğru: Olasılıklar, İmkânlar ve Sorunlar Üzerine” adlı raporda belirtildiği üzere bu temasların olumlu sonuçlar verdiğini Akil İnsanlar Heyetinin o dönem yazmış olduğu raporlardan görebiliriz.

7 Haziran seçimi sonrasında yaşananlar ise herkesin malumu: Kısmi, geçici ve fiili demokratik sürecin yerini bombalı saldırılar, şiddetli çatışmalar, kapsamlı gözaltı ve tutuklama dalgaları, büyük insan hakları ihlalleri aldı. 7 Haziran seçimlerinden sonraki 45 gün içinde hükümet kurulamadığı için 1 Kasım’da seçim tekrarlandı ve AKP bu sefer tek başına iktidara geldi. O günden bugüne değin de iktidarda. Şimdi yeni bir diyalog sürecinden geçiyoruz ve önümüzde bir erken seçim olabilir. Çözüm süreçlerinde ortaya çıkabilecek toplumsal hareketliliğin demokratikleşmeye doğru evrildiğini ve bunun da iktidarın kendisine oy kaybı olarak yansıdığını gördüğü için AKP iktidarı halkın siyasal alana dahil olmasını sağlayacak siyasi ve hukuki zemini hazırlamaktan kaçınıyor olabilir.

İktidar, elinden geldiğince mevcut siyasal koşulları değiştirmeden yani demokratikleşme doğrultusunda herhangi bir somut adım atmayarak, halkın bu temkinli yaklaşımını fırsata çevirerek (yani halkın tekrar politize olmasını engelleyerek, barışı tekeline alarak siyasallaşmasını/toplumsallaşmasını engelleyerek ve böylece halkı yönetebileceği siyasal ve toplumsal koşulları koruyarak) süreç sonrasına kalmanın hesaplarını yapıyor gözükmektedir. Diğer bir ifadeyle, iktidar uluslararası gelişmelerin çözümünü dayattığı Kürt meselesini demokratikleşmeden “çözmenin” yollarını arıyor gözükmektedir. Kürtlerin varlığını tanıyabilir ama demokrasi bir ulus meselesi değildir diyerek demokratikleşmeye dönük adımlar atmaktan kaçınabilir. Tam bu noktada bütün halklara ve siyasal kurumlara büyük sorumluluklar düşüyor. Toplumsal barışın demokratikleşmeden geçtiği vurgulanmalı ve halkın kurucu siyasal özne olarak Türkiye siyasetinde yerini alması amacıyla ortak bir mücadelenin ağları örülmelidir. Dolayısıyla mevcut diyalog sürecinde her ne olursa olsun onurlu ve demokratik bir barışta ısrar edilmeli ve bunun için barış siyasallaştırılmalı, halka gitmeli ve siyasal alanda etkin bir özneye dönüşmüş bir halkla barış getirilmelidir.

1 https://www.haaretz.com/opinion/2025-06-18/ty-article-opinion/.premium/from-tehran-to-rafah-military-victory-is-not-enough-for-israel/00000197-7f42-db44-a7f7-ff776d300000
2 https://responsiblestatecraft.org/syria-iran-2672224562/
3 https://www.bbc.com/turkce/articles/cx2ygknjd29o
4 Bu mekanizmalara Çatışma ve Çözüm alanında uzman kişiler tarafından sürekli işaret edilmiştir, ben bu yazıda mekanizmaların ortak bir halk tasavvurunun oluşturulmasındaki önemine dikkat çekmeye çalışacağım.
5 Ayşe Betül Çelik’in “Kürt meselesinde aktörler ve süreçler: Barışa giden farklı seçenekleri keşfetmek [Actors and Processes in the Kurdish Question: Exploring Different Alternatives to Peace]” adlı makalesine bakıldığında Kürt meselesinin hacminden ve etkisinden kaynaklı karşımızda toplumsal, siyasal ve ekonomik alanın farklı düzeylerinde ne kadar çok aktörün olduğu ve dolayısıyla barış için ne kadar çok ara mekanizmalara ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. Kürt meselesinin farklı boyutları farklı düzeylerdeki farklı liderlikler tarafından ele alınarak çözülebilir.
6 https://yeniyasamgazetesi9.com/iste-abdullah-ocalanin-tarihi-goruntulu-cagrisi/
7 Sürecin sabote edilme riskine en son Devlet Bahçeli partisinin haftalık grup toplantısında yaptığı açıklamalarla dikkat çekmişti: https://yeniyasamgazetesi9.com/devlet-bahceliden-provokasyon-aciklamasi/
8 https://barisvakfi.org/cozume-dogru-olasiliklar-imkanlar-ve-sorunlar-uzerine/
9 Ayşe Betül Çelik’in “Actors and Processes in the Kurdish Question: Exploring Different Alternatives to Peace” adlı makalesinde belirttiği üzere Kürt meselesi sadece devlet ve Kürtler arasındaki bir çatışmayla sınırlı değil aynı zamanda toplumsal alanda Kürtler ve Türkler arasındaki kutuplaşmada da bu sorun vuku bulmaktadır. Bu yüzden Çelik makalesinde bu noktaya da işaret etmekte ve halklar arasındaki kutuplaşmanın bitirilmesi için de ilgili aktör ve gerekli mekanizmaları ortaya koymaya çalışmaktadır.
10 https://www.ntv.com.tr/turkiye/devlet-bahceliyeni-bir-kardeslik-yuzyili-gelmektedir,lSby-AEe_ky0f-xT2JVRyw
11 Küçük, B., & Türkmen, B. (2017). Müzakeresiz kamusallık: Milli cemaatin yeniden inşası sürecinde Demokrasi Nöbetleri. Toplum ve Bilim, 140, 181-214.
12 https://yeniyasamgazetesi9.com/cozum-tarihsel-bir-zorunluluk/
13 Alıntıdaki vurgular yazar tarafından yapılmıştır.
14 https://www.hdp.org.tr/tr/meclis-te-kent-ablukalari-aciklamasi-kurt-kentlerine-yonelik-abluka-kayyimla-birlikte-turkiyenin-tumune-yayilmistir/15981/
15 https://bianet.org/haber/bahceli-barisin-kapilari-ardina-kadar-acilmistir-303410


Azat Aktay kimdir?

1992 Muş doğumlu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi mezunu. Aynı üniversitede Medya ve Kültürel Çalışmalar adlı programda yüksek lisans eğitimini tamamladı. Siyasal şiddet, göç, demokrasi ve Kürt sineması ilgi alanlarıdır.