Yer, zaman, özne: Komünist düşüncenin buharlaşması üzerine

Yani hakikat, doğa karşısında pasif bir gözlemcinin tanımıyla değil, toplumsal ilişkiler içinde dönüşen praksisle kurulur. Ve elbette 11. tez: “Filozoflar bugüne kadar dünyayı yalnızca yorumladılar; oysa mesele onu değiştirmektir.” Bugün yorumlayan çok, dönüştürmeye talip olan az.

Yer, zaman, özne: Komünist düşüncenin buharlaşması üzerine

Tolga YILDIZ

Türkiye’de komünist düşünce yalnızca bastırılmadı; aynı zamanda içeriden çözüldü. Bu çözülme, düşüncenin tarihle bağını koparmasıyla, maddi zemininden uzaklaşmasıyla ve öznesini kaybetmesiyle birlikte yaşandı. Oysa bir zamanlar, Kemal Tahir’in yerel gerçekçiliğiyle kurduğu romanları, Hikmet Kıvılcımlı’nın tarihsel dinamiklere yaslanan teorik arayışları ve Nâzım Hikmet’in romantik devrimciliği, düşünceyi somut bir mücadele zeminiyle buluşturuyordu. O hattın üzerinde teori, coğrafyayla; tahayyül, tarihle; siyaset, özneyle temas ediyordu. Bugün ise ne o yer sabit, ne zaman süreklilik taşıyor, ne de birey bütünlüklü bir fail olarak varlığını koruyor.

Kemal Tahir’in “yerlilik” vurgusu, bugün çoğunlukla folklorik bir nostalji ya da kültürel bir dekor olarak ele alınıyor. Oysa Tahir için yerellik, köylü üretiminden Osmanlı devlet yapısına, mahalle formasyonundan etnik ve dini konumlara kadar uzanan maddi bir toplamı ifade ediyordu. Yer, onun düşüncesinde yalnızca kültürel değil; coğrafi, sınıfsal ve siyasal bir koordinattı. Ancak Soğuk Savaş döneminin ithal modernleşme projeleri, iç göç, kentleşme ve nihayet 1980 darbesiyle ezilen örgütlü hareketler, bu coğrafi-toplumsal dokuyu büyük ölçüde tasfiye etti. Bugün yerellik, ya müzeleşmiş bir folklor ya da kimlik siyasetinin alegorik fonu haline getirildi. Oysa yerin olmadığı bir düzlemde teori de boşlukta asılı kalır. Düşünce ancak maddi bir coğrafyada, toplumsal ilişkilerle kurduğu temas içinde tarihsel anlam kazanabilir.

Aynı çözülme, tarihsellik bağlamında da görülüyor. Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi, uygarlık tarihine Doğu toplumlarının içinden bakmaya çalışıyor, Osmanlı’dan önceki ve sonraki isyan biçimlerinde devrimci dinamikler arıyordu. Ancak 12 Eylül darbesiyle birlikte politik sürekliliğin kopması ve kolektif belleğin silinmesi, bu tür tarihsel düşünceleri dışladı. Kıvılcımlı’nın adı bugün çoğu zaman radikal bir entelektüelden çok, bir arşiv malzemesi gibi anılıyor. Oysa sorunun kaynağı yalnızca siyasal baskı değil. Tahir, Kıvılcımlı ve Nâzım gibi figürler devletin sansürü, mahkemeleri ve sürgünleriyle karşı karşıya kalmışken üretmeye devam edebilmişti. Bugünkü düşünsel dağılmayı açıklamak için, baskının ötesine geçmek gerekiyor. Bu çözülme, uzun soluklu düşünce hatlarının kurulmasını imkânsız kılan dikkat dağınıklığı, zemin kaybı ve yönsüzlükle ilgilidir.

Nâzım Hikmet’in romantizmi de bu parçalanmanın çarpıcı bir göstergesidir. Çünkü romantizm burada yalnızca bir duygusal coşkunluk değil, tarihsel bir özne fikridir. Hegel’in ve Alman romantiklerinin etkisiyle biçimlenen bu model, bireyin kendini tarihin akışına fırlatma cesaretidir. Hegel, sanılanın aksine idealist değil, çağının radikal realistlerinden biriydi. Onun felsefesi, öznenin dünyayı yalnızca anlamakla yetinmeyip, dönüştürme kapasitesini de içerir. Nâzım’ın “Güneşi zaptedeceğiz” dizesi, tam da bu tarihsel failin şiiridir. Bugün ise bu tür öznelik, özellikle post-truth çağında parçalanmış durumda. Hakikat, yerine “ilgi çekicilik”le; süreklilik ise “viral dolaşım”la ikame edilmiş durumda. Romantizm, bu zeminde devrimci bir taşkınlık değil, nostaljik bir imaj haline geliyor.

Bu kırılmaların siyasete yansıması da kaçınılmaz. Neoliberal çağın bireyi artık süreklilik arz eden bir fail değil; dikkat ekonomisine sıkışmış, uyarıcılara bağımlı, stimülasyona endeksli bir semptom. Tepkisel, kampanya merkezli, konjonktürel, kimlik temsiline indirgenmiş muhalefet biçimleri baskın. Siyaset, yerle, tarihle ve emekle temas kuran bir yön değil, sıklıkla vitrinsel bir pozisyona dönüşüyor. Bu muhalefet, çoğu zaman Latour’un postmodern çoğulluklarından, Žižek’in aforizmalarından ya da Butler’ın fragmanlaştırıcı eleştirilerinden oluşan bir “yüksek teorik ses” evrenine sıkışmış durumda. Ancak bu sesler çoğu kez bağlamdan ve eylemden kopuk. Teorinin hayattan kopması yalnızca anlamı değil, yönü de yitirtiyor.

Tam da burada, Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’i hâlâ yakıcı biçimde güncel. Özellikle 3. tezde Marx, Feuerbach’ın “nesnellik” anlayışını eleştirerek insanın toplumsal olarak konumlanmış bir varlık olduğunu vurgular. Yani hakikat, doğa karşısında pasif bir gözlemcinin tanımıyla değil, toplumsal ilişkiler içinde dönüşen praksisle kurulur. Ve elbette 11. tez: “Filozoflar bugüne kadar dünyayı yalnızca yorumladılar; oysa mesele onu değiştirmektir.” Bugün yorumlayan çok, dönüştürmeye talip olan az.

Bu bağlamda, “nesnellik” kavramını da yeniden düşünmek gerekiyor. Buradaki nesnellik, Türkiye’de materyalizmin sıkça karıştırıldığı indirgenmiş pozitivizm değil. Pozitivizm ≠ materyalizm; materyalizm ≠ diyalektik materyalizm. Gerçek bir diyalektik materyalizm, yerin (coğrafya), zamanın (tarih) ve öznenin (dil) kurduğu ilişkisel bir bütünlükten doğar. Yerinden edilmiş, bağlamından koparılmış, toplumsal ilişkilerle temas etmeyen, tek boyutlu bir seküler ve pozitivist akıl yürütme, ister istemez burjuva ideolojisinin kifayetsiz bir türevine dönüşür.

Sonuç olarak, komünist düşünce Türkiye’de yalnızca bastırılarak değil; maddi zemini yok edilerek, tarihsel bağlamından kopartılarak ve dönüştürücü öznesi dağınıklaştırılarak sönümlendi. Ancak tam da bu çözülmeyi fark etmek, yeni bir teorik ve siyasal yönelimin ilk adımı olabilir. Çünkü yön, yalnızca düşünsel değil; coğrafi, tarihsel ve toplumsal bir meseledir. Bugün düşüncenin yeniden anlam kazanması, ancak yerle ve zamanla kurulan bağ üzerinden mümkün olabilir. Bu da, yalnızca bir teorik egzersiz değil; siyasetin maddi koşullarına, hakikatin toplumsal dokusuna yeniden dönmenin zorunluluğudur. Düşünce, tekrar topraklandığında politikleşir.