Uluslararası hukuk uzmanları: İsrail'in meşru müdafaa hakkı söylemi, Filistin soykırımının üstünü örtmek için kullanılıyor

Uluslararası hukuk uzmanları: İsrail'in meşru müdafaa hakkı söylemi, Filistin soykırımının üstünü örtmek için kullanılıyor
Uluslararası hukuk uzmanlarının makalesinde BM Şartı'na göre İsrail'in Gazze saldırısını meşru müdafaa hakkıyla gerekçelendiremeyeceği belirtildi. Ama bu savın gözlerimizin önünde yaşanan Filistin soykırımının üstünü örtmek için kullanıldığı vurgulandı.

Artı Gerçek - Radboud Üniversitesi'nde Yardımcı Araştırmacı Nahed Samur ile Avustralya Ulusal Üniversitesi (ANU) Hukuk Fakültesi'nde Doçent Ntina Tzouvala'nın Uluslararası Hukuk Araştırma Topluluğu (RSIL) sitesinde yayımlanan ortak makalesinde, İsrail'in meşru müdafaa adı altında Filistinlilere soykırım uygulamasına uluslararası hukuk bakımından göz yumulamayacağı ortaya konuldu. Aynı zamanda kolektif Batı'nın siyasi ve toplumsal düzeyde buna izin verme nedenleri irdelendi.

İsrail'in Filistin'de meşru müdafaa uyguladığı savının aslında inanılamaz olduğu, ama bu inanılamazlığın askıya alındığına dikkat çeken ortak makalede, bu durumdan çıkılması gerektiği vurgulandı.

Makalenin tam metni şöyle:

"'İsrail'in kendini savunma hakkı', İsrail'in Filistinlilere uyguladığı güç kullanımına ilişkin özellikle de Gazze'ye yönelik mevcut askeri saldırısında öne sürdüğü temel sav gibi görünüyor. Dolayısıyla çoğunluğu Batılı olan İsrail destekçisi hükümetler de İsrail'in peşisıra meşru müdafaa ilkesine sarılıp ateşkes çağrılarını reddetmelerini veya bu çağrılardan kaçınmalarını bununla gerekçelendirdi. Bu bağlamda, savaşa karşı çıkma, çoğu zaman bu hakkın kullanılması sırasında uluslararası insancıl hukukun sadık şekilde uygulanmasının talep edilmesi biçimini alıyor. Batı'daki ana siyasi akım, Filistin söz konusu olduğunda uluslararası insancıl hukukun en temel kurallarının uygulanmasını, bırakın pratikte talep etmeyi, retorik olarak bile onaylamada isteksiz göründüğünden, bu, uyuşturucu bir hareketten başka şey değil. Yine de 'jus in bello'ya [savaş hukuku] gösterilen bu vazgeçilmez ilgi, 'jus ad bellum'un [meşru savaş doktrini] pahasına olamaz. Aslında biz, bu çatışmanın derin maddi asimetrisine hukuki bir asimetri -yani İsrail'in haklarını ve çıkarlarını güvence altına almak için Filistinlileri haklarından mahrum bırakırken soykırıma varan şiddet uygulayacak kadar uzun süreli savaşa girme hakkına ilk bakışta sahip olduğu varsayımı- eşlik ederse, Filistinlilerin yaşamının ve kendi kaderini tayin hakkının her zaman zarar göreceğini savunuyoruz.

'İŞGALCİ İLE İŞGAL ETTİKLERİ ARASINDA MEŞRU MÜDAFAA HAKKI OLAMAZ'

Hem genel olarak hem de son birkaç haftadır jus ad bellum hakkındaki endişelerini dile getiren ilk kişiler biz değiliz. Örneğin, Ralph Wilde, bir işgalci ile işgal ettiği topraklar arasında hiçbir meşru müdafaa hakkının bulunmadığı savını, BM'ye bağlı Uluslararası Adalet Divanı içtihadına (2004) dayandırdı. Gerçekten de Uluslararası Adalet Divanı, (İsrail'in Batı Şeria'da inşa ettiği) Duvar hakkındaki Tavsiyesel Görüşünde, tehdidin dışarıdan değil, işgal edilen topraklardan kaynaklanmasından ötürü “51. Maddenin bu davayla hiçbir ilgisinin olmadığı” sonucuna varmıştı. Yanısıra Adil Haque, meşru müdafaada güç kullanımının orantılı olması gerektiğini ve dolayısıyla, sivil can kaybının dehşet verici boyutta olması ve Gazze'de okullar, hastaneler, üniversite binaları ve ibadethaneler dahil sivil altyapının tahrip edilmesinin, İsrail'in askeri harekâtını yasadışı hale getirdiğini bize hatırlatmıştı.

EGEMENLİK TUZAĞINA DİKKAT

Bu kısa yazıda biz farklı fakat bağlantılı bir soruya odaklanıyoruz: İsrail'in Gazze'ye karşı güç kullanmasının meşru müdafaa olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı. Cevabımız olumsuz. Bir önyorum yapmak gerekiyor: Geçen günlerde Marko Milanoviç, güç kullanımı yasağının Gazze ile İsrail arasındaki ilişkilerde uygulanabilir olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi. Soru, Filistin'in Gazze'yi de topraklarına dahil eden bir devlet olmaması durumunda güç kullanma yasağının Gazze için geçerli olmayacağı görüşüne gönderme yapıyor. Bu soruya, uluslararası hukukta devlet olma kavramını romantikleştirmek istemeyen eleştirel hukuk akademisyenleri olarak geliyoruz. Filistinli uzman Noura Erakat'ın açtığı yoldan giderek, işgal ve ilhak edilmiş bir bölgeye devlet statüsü verip sanki resmi olarak eşitmiş gibi davranan, böylece egemenliğini gizleyip ikincil, daha az egemenlik biçimlerini sürdüren "egemenlik tuzağını" eleştiriyoruz. Aynı zamanda dünya devletlerinin çoğunluğu Filistin'i bir devlet, Gazze'yi de devlet topraklarının parçası olarak tanıyor. Yanısıra Filistin, Birleşmiş Milletler'de gözlemci devlet statüsüne sahip ve Roma Statüsü'ne taraf devlet olarak katıldı. Ancak daha geniş anlamda, Madde 2(4), bu yasağı, devletin kategorisine açıkça atıfta bulunmadan, devletlerin 'uluslararası ilişkilerinde' güç kullanımını yasaklayan geniş terimlerle çerçeveliyor. İsrail siyasi sınıfının en açıkça ilhak yanlısı grupları bile Gazze'nin İsrail topraklarının bir parçası olduğunu ve dolayısıyla ikisi arasındaki ilişkinin uluslararası bir ilişki olduğunu iddia etmiyor. Sonuç olarak, güç kullanma yasağı devreye giriyor ve BM Güvenlik Konseyi'nin izni olmadığı sürece, yasal güç kullanımının tek yolu İsrail'in BM Şartı'nın 51. maddesine göre meşru müdafaa hakkını kullanması.

ABD'NİN 11 EYLÜL SONRASI 'TERÖRLE SAVAŞI' YOLU AÇTI

Maalesef 20 yıldan uzun süredir devam eden 'teröre karşı savaş' ve onu haklı gösteren savların ardından, bu tartışma çarpık bir kanıtlama zemininde gerçekleşiyor. Mary Ellen O'Connell'ın belirttiği gibi, 7 Ekim [Hamas'ın İsrail'e saldırısı] ile 11 Eylül [Kaide'nin ABD'ye saldırısı] arasında karşılaştırmalardan geçilmiyor, ancak yapılan çıkarımlar sürekli olarak asıl noktayı kaçırıyor gibi görünüyor. Örneğin, ABD'nin Afganistan'ı işgaliyle ilgili doktrinsel tartışmaların çoğu, devlet dışı aktör tarafından gerçekleştirilen bir saldırının, 51. Madde'nin amaçları açısından 'silahlı saldırı' olarak sınıflandırılıp sınıflandırılamayacağına odaklandı. Bu tartışmanın göz ardı ettiği şey, saldırılardan neredeyse bir ay sonra başlayan işgalin, başlangıçta gerekli bir meşru müdafaa eylemi olarak sınıflandırılıp sınıflandırılamayacağıydı. Basitçe söylemek gerekirse, silahlı bir saldırı gerçekleşmiş olsa bile bu, yalnızca saldırıya uğrayan devlete bu saldırıyı bir an önce sona erdirmek için güç kullanma yetkisi verir. Bir başka deyişle 51. Madde'nin silahlı saldırı ile güç kullanımı arasında kurduğu ilişki sadece dönemsel değil aynı zamanda nedenseldir. Ayrıntılarda görüş ayrılıkları bulunsa da, bu güç kullanımının meşru müdafaa hakkının kullanılmasında gerekli güç kullanımı sayılabilmesi için, güç kullanmak ile silahlı saldırıyı sona erdirmek arasında rasyonel bir ilişkinin bulunması gerekmektedir. Aksi takdirde, silahlı misillemelere, intikamlara veya daha da kötüsü, 7 Ekim zulmünü bahane etmekten başka bir şey olmayan şekilde, Filistin'in bazı kısımlarında (Batı Şeria, Doğu Kudüs) etnik temizlik yapma ve diğer kısımlarında (Gazze) soykırım yapma çabalarına tanık oluruz. Net şekilde anlaşıldığı üzere, İsrail ordusu, olay yerine varması saatler alsa da, sonunda Hamas savaşçılarını geri püskürtmüş veya öldürmüştür. Bu yazıyı 7 Ekim 2023'ün üzerinden 40 günden fazla zaman geçmişken yazarken, İsrail'in Gazze'ye yönelik aralıksız halı bombardımanının, bir aydan uzun süre önce püskürtülen bir saldırıyı püskürtmeye yönelik son çare olduğunu savlamak için tüm inanamazlığımızı askıya almamız gerekirdi.

'İSRAİL'İN KALICI GÜVENLİĞİ BAHANESİYLE BİR HALK YOK EDİLİYOR'

Bu sonuca varmanın tek yolu, İsrail'in meşru müdafaa hakkının Hamas'ın gelecekteki potansiyel saldırılarını da içerdiği ve/veya Hamas'ın bu şekilde "ortadan kaldırılmasının" İsrail'in sözde meşru müdafaa hakkının parçası olduğunu ileri sürmek olurdu. Her iki sav da ikna edici değil ve eğer onları kabul edecek olursak, güç kullanma yasağının fiilen sona ermesi anlamına gelir. Bush yönetimi tarafından ortaya atılan ilk sav, sadece gerçekleşmiş veya gerçekleşmek üzere olan saldırıları değil, aynı zamanda gelecekte belirsiz bir noktada meydana gelebilecek (ya da gelmeyebilecek) saldırıları (“önleyici meşru müdafaa”) da kapsayarak sözde önleyici meşru müdafaa hakkını içeriyor. Bu sav, uluslararası hukukta kalıcı iz bırakmış olsa da, devletlerin büyük çoğunluğu tarafından reddedildi. Bu savın ikinci yinelemesi, silahlı saldırı kavramından tamamen vazgeçip 'meşru müdafaayı', soykırım tarihçisi A. Dirk Moses'tan ödünç aldığımız terimle, bir devletin kendi 'kalıcı güvenliği' algısına bağlıyor. Bu fikrin bir takım rahatsız edici sonuçları var, ancak biçimci düzeyde, uluslararası ilişkilerde güç kullanımının yasaklanması şeklindeki daha temel fikirle bile kesinlikle bağdaşmaz. Madde 2(4) ve 51'in asıl amacı, izin verilen güç kullanım örneklerini büyük ölçüde daraltmak ve bu tür kullanımların, muğlak ve çoğunlukla tamamen savunulamaz güvenlik fikirleriyle bağlantısını kesmektir. Elbette Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları hareketi ve ve diğer eleştirel akademisyenlerin belirttiği gibi, 'vahşet' ve 'barbarlık' gibi ırkçı fikirlere, Küresel Güney devletlerine ve diğer siyasi topluluklara karşı güç kullanımını meşrulaştırmak için defalarca başvurulduğundan, bu çaba tam anlamıyla başarılı olmadı. Yine de devletlerin büyük çoğunluğu, güç kullanma yasağını fiilen ortadan kalkacak noktaya kadar gevşetmeye yönelik bu çabalara (bazen tutarsız da olsa) direnmiştir. Her ne kadar bu yasağın mükemmellikten uzak olduğunu düşünsek ve ezilen halkları korumada çoğu zaman başarısız olduğuna inansak da, bu yasağın kaldırılmasının daha da baskıcı ve adaletsiz bir uluslararası (yasal) düzene ışık tutacağı görüşündeyiz.

'TERÖRE KARŞI SAVAŞIN' HUKUK BİLİNCİ VE SİYASİ KÜLTÜRE ETKİSİ

İşte bu noktada vites değiştirip daha geniş, doktrinsel olmayan bir soru sormak istiyoruz: Avukatların ve (Batılı) liderlerin 7 Ekim'i takip eden olaylara aynı şekilde bakmasını ve bunun meşru müdafaanın meşru bir örneği olduğunu iddia etmesine olanak sağlayan şey neydi? Cevabımız şu: 'Teröre karşı savaş' 'kitaplardaki kanunu' değiştirmeyi başaramamış olsa da hukuk bilinci ve daha geniş anlamda siyasi kültür üzerinde derin etki yarattı. Bu değişim, madun aktörlerin şiddetine (haklı ya da değil, meşru ya da değil) bir yanıt olarak aşırı, çoğu zaman elemeci şiddete izin vererek, uluslararası (yasal) düzenin ırksallaştırılmış ve daha geniş anlamda hiyerarşik unsurlarına sırtını dayandı ve dolayısıyla onları güçlendirdi. ABD'nin 11 Eylül'den sonraki onlarca yıl boyunca, örneğin dünya çapındaki kapsamlı insansız hava aracı programını haklı çıkarmak için (açıkçası, farazi) saldırılara ilişkin en muğlak atıfları kullanabildiği gerçeğini, ancak -somut şiddet vakalarının yokluğunda veya şiddet, bunlarla açık nedensel bağlantı olmadan meydana geldiğinde bile- Arapları ve/veya Müslümanları ve diğer ırksallaştırılmış halkları doğası gereği şiddet yanlısı, "insan hayvanları" olarak, "Batılı değerlere" ve yaşamlara yönelik kalıcı tehditler olarak ele alan anlatıların ve tasavvurların satın alındığını kabul edersek, izah edebiliriz ancak. Bu nedenle soyut hukuk kural ve ilkelerini korumaya çalışmak için çok iyi nedenler olsa da, bu kuralları belirli hukuki sonuçlar halinde somutlaştıran fikir, inanç ve iktidar yapılarına da dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Filistinliler, meşru müdafaa alanında ve başka yerlerde, yüzyılı aşkın süredir sistematik olarak insanlıktan çıkarıldı ve şeytanlaştırıldı. Aslında meşru müdafaa ile ilgili tüm bu konuşmalar, gözlerimizin önünde yaşanan bir soykırımın üzerini örtmek için rahatlıkla kullanıldı." (Dış Haberler)

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar