1989 yerel seçim rapsodisi: Erdoğan'ın ilk yenilgisi

1989 yerel seçim rapsodisi: Erdoğan'ın ilk yenilgisi
Seçimi biz kazandık. Recep Tayyip Erdoğan hitabet gücünü deneme fırsatı bulduğu bu seçimlerde üçüncü olmuştu.

Sabahattin ÇETİN*


İstanbul Belediye Başkan adayı olarak Nurettin Sözen adaylığını açıklamıştı ama başka adaylar da vardı. Ben bu kampanyada çalışmak için adaylık sürecinin sonuçlanmasını bekliyordum. Nurettin Abi çok sevdiğim biriydi ve O’nun kampanyasında çalışmayı düşünüyordum. Kendisini çok önceleri, yedek subaylık dönemimde yaşadığım bir kulak ameliyatı sonrasında tanımıştım. Asistanı Dr. Cengiz Yağız arkadaşımdı. Nurettin Abi ile "sosyalizm" tartışması yapardık.

Sanatçılarını benim temin ettiğim müzikli bir parti toplantısını Lunapark Gazinosu'nda yapmıştık. Erdal Bey’in sağında Nurettin Abi, solunda ben oturuyordum. Nurettin Abi, Erdal Bey’in de duyacağı şekilde bana döndü; "Talimhane’de seçim bürosunu açtık, gel çalış" dedi. Ben de biraz aceleyle, "Abi ön seçimler bitsin gelirim" dedim. Nurettin Abi ön seçimi kazanacağını kesin olarak görmüş olmalı ki seçim bürosunu şimdiden faaliyete geçirmişti. Bu cevabımdan ötürü Nurettin Abi’nin bana gücendiğini hissettim. Daha sonra incelikten yoksun bu cevabım için çok üzüldüm. Ön seçimi Nurettin Abi kazandı ama beni kampanya çalışması için davet etmedi. Ben de utandığım için gitmedim. Yeteneğimin parti için en çok işe yarayacağı bir dönemde atıl duruma düşmüştüm. Parti çevrelerinde Nurettin Bey’in kazanmasına inanan hiç kimse yoktu. Dalan efsane bir belediye başkanı imajı yaratmış ve ANAP en güçlü dönemini yaşıyordu. Seçim kampanyası için harcanacak çok büyük bir bütçeleri vardı. Seçim kampanyalarının lafla değil bütçelerle etkili olduğunu artık öğrenmiştim.

Bu sırada biz partinin Beyoğlu ilçesindeki "sol kanatçı"lar olarak ön seçimde avukat Cemal Özen’i Beyoğlu Belediye Başkan adaylığı için desteklemiştik. Ancak sağ kanadın adayı Hüseyin Aslan büyük bir farkla ön seçimi kazanıp SHP Beyoğlu Belediye Başkan adayı oldu. 

Hüseyin "ön seçimi" kazanınca ertesi gün beni aradı ve kampanyasını yapmam için görev teklif etti. Hemen reddettim. Hüseyin’in Sütlüce’de yüzün üzerinde apartman dairesi ve gecekondusu vardı. Sivaslı olduğu için akrabalarının tümü parti delegesiydi. Ayrıca Karaköy’de ve Beyoğlu’nda helâ işletmeciliği yapıyordu. Yumurta topuk iskarpinlerle dolaşıyordu. Sosyal demokrasiden bihaber olduğunu ikinci cümlesinden anlayabilirdiniz. Hüseyin ertesi gün beni yine aradı ve yine reddettim. Bu kez ilçeden sevdiğim partili arkadaşları devreye soktu. Onlara bu görevi neden kabul etmeyeceğimi izah ettim. Beyoğlu’nun bir kültür alanı olduğunu, sadece Sütlüce ve Okmeydanı’ndan ibaret olmadığını, Cihangir-Kabataş’ı da içerdiğini, bu adayla seçimi kazanamayacağımızı anlattım.

Bana baskı yapmaktan vazgeçtiler.

Bu kez beni yakın dostum ve ön seçimde adaylığını desteklediğim avukat Cemal Özen aradı. Cemal, Hüseyin’in uzaktan akrabasıydı. Bu görevi kabul etmek zorunda olduğumu söyledi. Aksi takdirde "parti suçu" işlemiş olacakmışım. Bu son uyarı üzerine birkaç gün düşünmek üzere eve kapandım. Hüseyin her gün evimden beni aradı. Sonunda bu konuda Hasan Fehmi Güneş’e danışmaya karar verdim.

Hasan Abi beni ikna etti.

Ertesi gün Hüseyin’le buluştuk. Teklifini bir partili olarak değil bir profesyonel olarak kabul edeceğimi  söyledim. Çocuk gibi seviniyordu. Önerdiğim bütün koşullarımı kabul ettiği gibi bu kampanyada benim onayım olmadan hiçbir işe girişmeyecekti. Böylece çok eğlenceli olacağı belli olan bir seçim kampanyasına başlıyorduk.

Koşullarımın ilki, Hüseyin’in bir psikolog tarafından kişilik yapısının incelenmesiydi. Tanıdığım ve güvendiğim bir psikolog olan Günay Hanım’dan bir seanslık randevu aldım. Günay’a "Bu adam seçilirse Beyoğlu Belediye Başkanı olacak, bana bir rapor ver" dedim.

Seansın bitimine kadar kapıda merakla bekledim. Hüseyin o kış gününde terler içinde odadan çıkınca "seninle yarın buluşuruz" dedim. Uysal bir çocuk gibi sessizce uzaklaştı.

Yarım saat sonra Günay’ın daktilo ile yazdığı rapor elimdeydi. Antetli kağıdına yazdığı raporu imzalamıştı. Raporu okuyunca dehşet içinde kaldım. Günay benim tepkimi bekliyordu. Ağzımdan "Bu iş olmaz" döküldü. Günay da "ben de öyle düşünmüştüm" dedi.

Bu belge evraklarımın arasında durduğu için içeriğini özetlemenin bir sakıncası yok. Rapor, söz konusu kişinin davranış bozukluğu gösterdiğini, kendisini ifade etmekte zorluk çektiğini, her cümlesine "giderkene", "gelerkene" gibi kelimeler soktuğunu, sosyal davranış olarak bacak bacak üstüne atarak oturmakta bile zorlandığını, temsil yeteneğinin olmadığını kısaca çözüm varsa bu adaydan vazgeçilmesini öneriyordu.

Ya bu işten vazgeçmeliydim ya da bu raporu partinin yetkili kurullarına bildirip yeni bir çözüm aranmasına ön ayak olmalıydım. Yine her zaman yaptığım gibi Hasan Abi’ye durumu kısaca özetledim. Hasan Abi, "Oğlum adam ön seçimden, yani sandıktan çıktı. Yapılacak bir şey yok. Git işini yap" diyerek beni azarladı.

Tam bir çıkmaza girmiştim. Önümüzde iki ay gibi bir süre vardı. Bu süre içinde ruh hekiminin teşhislerini nasıl bir miktar iyileştirebilir ve adayımızın temsil kusurlarını nasıl giderebilirdik?

İmdadıma George Bernard Shaw yetişti. "My Fair Lady" oyununu yıllar önce Devlet Tiyatrosunda seyretmiştim. Londralı bir aristokrat, bir sokak kızını asil bir kadına dönüştürüyordu. İşte esin kaynağım bu oyun oldu. İki ay uzun bir zamandı. Belki de başarabilirdik.

Balo Sokak'ta geniş bir katı seçim bürosu olarak tuttuk. Arkadaşım Nuri Dikeç’i basın sorumlusu olarak görevlendirdim. Büro elemanlarının yanı sıra ressam Yüksel Oğuz, estetiysen ve kostüm sorumlusu olarak işe başladı.

1984 mahalli seçim sonuçlarının her mahalledeki oy dağılımını büyük panolara yazdırıp duvarlara astık. Rehberimiz bu panolardı. Her mahallenin bir temsilcisi vardı ve verdikleri bilgiler panolara işleniyordu. Teorik olarak seçmen profiline vakıftık. Bir önceki seçimde her sandıktaki oy dağılımını gösteren bir renkli harita yaptım. En çok oy aldığımız semtteki sandıklar beyaza boyandı. Beyazın anlamı, bu bölgeler bizimdi. Fazla zaman ayırmamız gerekmiyor demekti. En az oy aldığımız sandık bölgeleri kırmızıya boyandı. Bunun anlamı elimizdeki imkânları bu bölgelere seferber edeceğiz demekti.

İlk işim Hüseyin’i bir gözlükçüye götürmek oldu. Gözlükçüye ince çerçeveli beyaz camlı bir gözlük siparişi verdim. Gözlükçü Hüseyin’in gözünü ölçtü, "Abi beyefendinin gözlerinin hiçbir kusuru yok" dedi. "O zaman numarasız olsun" dedim. Adam şaşkınlık içindeydi. Gözlüğü niçin istediğimi anlaması imkânsızdı. Gözlükçü, gelecekteki Beyoğlu Belediye Başkanı ile tanıştığının farkında değildi. Beyaz cam gözlükle Hüseyin’in yüzüne bir sevimlilik ve okumuş adam izlenimi katmak istediğimi anlayamadı.

Gözlükçüden çıktığımızda Hüseyin burnunun üstündeki nesneyi küçük bir itirazla takarak benimle yan yana keyifle yürüdü. Bütün kampanya boyunca bu gözlüğü hiç çıkarmadı. "Hüseyin" dedim, "şu andan itibaren bugüne kadar giydiğin bütün takım elbiselerini, gömleklerini ve ayakkabılarını, kravatlarını ve pardösülerinin hepsini yoksul akrabalarına dağıt. Hiç birini bir daha giymeyeceksin".

Yüksel Oğuz, Hüseyin’i Beymen’e götürdü. Bütün kıyafetlerini yeniledik. Kilosunu gizlemek için ceketlerin özellikle kruvaze seçilmesini istemiştim. Beş-altı çift zarif İtalyan pabuçları aldık. Ama kaba ayakların bu pabuçlara girmesi bir hayli zor oldu. Hüseyin her eziyete katlanmaya çoktan hazırdı. Berbere götürüp saç traşını istediğim gibi kestirdim. Berbere "bıyıkların tamamını kes" dedim. Hüseyin’den küçük bir itiraz geldi ama "kesilecek" diye biraz sesim sert çıkınca bıyıklar kesildi. Gözlüklü ve bıyıksız yüzü istediğim biçimde değişmişti.

Adını şimdi unuttuğum bir tiyatrocu arkadaş, seçim büromuzun özel odasında Hüseyin’e diksiyon dersleri vermeye başladı. Hüseyin’in "giderkene" ve "gelerkene" diye kullandığı kelimelerin yasaklanması günler ve haftalar aldı.

Yüksel, Hüseyin’in yürüyüşünü düzeltmek için başına kitaplar koyarak saatlerce uğraştı. Adayımızın görüntüsünü ve davranışını kendi gözleri ile görmesi için özel odamıza büyük bir boy aynası yaptırmıştım. Hem eğlenerek hem de gerçekten ilerleme kaydederek adayımızın görüntüsünü bir miktar iyileştirdiğimizde ilk basın ve tanıtım kokteylini yapmayı planlıyordum.

Gerçekten de azmin elinden bir şey kurtulmuyormuş. Hüseyin’in çarpık yürüyüşü değişmiş, hantal yapısı görece incelmişti. Artık içerikten yoksun ama sosyal demokrat "görünümlü" bir başkan adayımız vardı. Yeter ki konuşmasın. Gerçi daha sonra sahaya çıktığımızda konuşma tarzının, bizim çok az oy aldığımız semtlerde bize bir avantaj sağladığını da gördüm.

En ciddi rakibimiz ANAP adayı Haluk Öztürk Atalay’dı. Refah Partisi'nin adayı da Recep Tayyip Erdoğan’dı. Haluk Bey daha önce de başkan olduğu için kampanyayı O’nun icraatlarının eleştirisi üzerine kurmamız gerekiyordu. Tayyip Bey'i fazla önemsemiyordum ama Refah’ın önemli oy potansiyeli vardı ve onlardan bir miktar oy kapmamız da gerektiği üzerine kafa yoruyordum.

Tayyip Erdoğan’ın nasıl birisi olduğunu anlamak için bir-iki kahve toplantısına gittim. Kahve toplantılarını genellikle öğle ve ikindi namazlarının çıkış saatlerine göre düzenlemişti. Aradığı dinleyici kitlesi kendisi ile birlikte namaz kıldığı cemaatti. Bunu keşfettiğimde Hüseyin’in de cami yakınlarındaki kahvelerde ve namaz saati sonrasında konuşmasını planladım. Böylece camiden çıkanlar arasında bize yakın olanları Tayyip Bey’e kaptırmıyorduk.

Tayyip Bey çok genç olmasına rağmen iyi bir hatip adayıydı. Konuşmalarının arasına kattığı Arapça sözcükler dinleyenleri etkiliyordu. Otuz yaşını yeni geçmişti. Gerçi üstünde bir liderlik havası görmediğim gibi ben Erdoğan’ı kampanyam için bir tehlike olarak da gördüğümü söyleyemem. 2010 yılında Tayyip Erdoğan’ın hayat hikayesini kalem alan yazarlar Hüseyin Besli ve Ömer Özbay, 1989 seçiminde oylar çalındığı için Erdoğan'ın seçimi kaybettiğini iddia ediyorlar. Refah Partisi üçüncü olmuştu. Bu iddianın hiçbir temeli yoktur. 

Öte yandan bu genç adam 5 yıl sonra İstanbul Belediye Başkanı, 12 yıl sonra da ülkeyi yöneten başbakan, ardından cumhurbaşkanı olacaktı. Kimse bana "öngörüsüz" demesin. Müslüman kimliğini öne çıkaran birisinin gelecekte ülke yönetiminde söz sahibi olacağını 1989’da kim düşünebilirdi ki ben düşüneyim?

1998 yılıydı galiba. Tayyip Bey’in kısa bir hapislik döneminde, iyice yoksul bir semtin duvarlarına yazılmış tuhaf bir slogan dikkatimi çekmiş ve hiç bir anlam verememiştim. Slogan şöyleydi; "İçerdeki adam seni bekliyoruz". O zaman bu sloganın Tayyip Bey için yazıldığını katiyen düşünemezdim. Tayyip Bey’in "içeride" olduğundan bile haberdar değildim. Hâlbuki kaldığı hapishaneye insanlar akın halinde gidiyor ve bir efsane yaratılıyor ve insanlar bunu duvarlara yazı olarak işliyormuş.

Bugünden düne bakıldığında, adına "Cumhuriyet devrimleri" dediğimiz "üstyapı" uygulamalarının zorlama olduğunu ve "alta" pek sirayet etmediğini görmek zor olmasa gerek. Cumhuriyeti kuranların ve tüm "Batı kültürü" taraftarlarının, ordu ve bürokrasi zoru ile elde ettikleri sonuç, toplumun ancak %30’nu mutlak anlamda etkilemiştir. Bu %30’da, elli yıldır (1973 seçimleri hariç) neredeyse donmuş, kemikleşmiş bir görünüm arz etmektedir. İslami duyarlılığın temsilcileri bu süre içinde çeşitli sağ partilerde kendilerini var etmişlerdi. 2002 yılında bu dağınıklığa son vererek, AKP’yi iktidara taşımayı başarmışlardı.

AKP, demokrasinin önündeki "vesayet engeli"ni kaldırmak için ülkenin liberal aydınlarını peşine takmayı başardı. Siyasi islam koalisyonun cemaat ortağı vasıtasıyla generalleri zindana tıktı. Avrupa Birliği’ne katılmak için gösterdiği "siyasi çabalar"la oy oranları %33’den %50’lere yükseldi. Partinin lideri olan Erdoğan’ın yükselişi cumhurbaşkanlığı makamına dek ulaştı.

Türkiye’nin tüm çehresini değiştirmeye başladı. Acaba "YENİ TÜRKİYE" adı verilen siyasi program, "CUMHURİYET PROJESİ"nin doksan yıllık macerasının sonu mu?

Devlet eli yaratılan medya ve sermaye gücü karşısında artık kolaylıkla eskiye dönüş mümkün olmayacaktır. Devletin ekseni kaymıştır. Kaybedilen seçim sonucunda bile iktidar değiştirilemiyorsa bu ülke tuhaf bir girdaba sürüklenmiş demektir.   

AKP’yi meydana getiren "Siyasi İslam Koalisyonu" parçalanmadıkça, yakın gelecekte alternatif siyasi iktidar ihtimali çok zayıftır. Bu gerçek bir olgudur. Bundan şikâyet etmeye, yakınmaya veya yok saymaya çalışmak anlamsız bir çabadır. Sosyal gerçeklik, ancak yine başka bir sosyal gerçeklikle yer değiştirebilir. Toplumu geliştirmek ve değiştirmek isteyenler, seçmen tercihlerine hâkim olan islami duyarlılığı anlamak, kavramak ve saygı duymak zorundadırlar. Anlamak istemeyenlerin yeniden "ordu"cu kesilmeleri ve  "demokrasi"ye küfür ettiklerini görmek çok acı.

Her türlü totaliterliğin tarihin çöp tenekesine atılabildiği tek yolun yine demokrasi olduğu nasıl da unutuluyor.

Recep Tayyip Erdoğan’ın, islami duyarlılığı sandığa yansıtabilmeyi başarması "İkinci Cumhuriyet Devrimi"dir. Cumhuriyet ve demokrasi olmasaydı Tayyip Bey ve AKP bunu başaramazdı. Bu başarı, birinci Cumhuriyet’in başarısından daha az değerli değildir. Çünkü birincisi tarihsel koşulların gereği "zor"a dayalıydı. İkincisi ise "rıza"ya dayalıdır. Ancak "rıza" verenler öyle bir çoğunluktur ki, Tayyip Bey’e Sünni Orta Sınıf Diktatörlüğü’nün yolunu açmıştır. Yakınanlar Hitler’in seçim zaferini boşuna gündeme getirmesin. Bu analojiden islami duyarlılık etkilenmez.

AKP’ye oy vermeyen herkes gibi ben de yaşam tarzıma ve özgürlüğüme dini kuralları dayatarak müdahale etmeye hazırlanan bu gidişten endişeliyim. Ama olguları ve içinde yatan gerçekleri görmek ve anlamak gerekiyor. Seçim kampanyalarında hep bize "muhalif" olanı nasıl etkilememiz gerektiğine kafa yorduğum için "Batı Kültürü" taraftarlarına önerim şudur: "Kendi taraftarlarınıza gaz vermekten vazgeçin. Onlar zaten sizin. Karşınızda islami duyarlılık içinde oy kullanan %70 var. Bu ülkeye uzaydan ahali taşıyamayacağınıza göre  oraya yönelin."

AKP’yi ancak demokrasi ile iktidardan alaşağı edebilirsiniz. Biz 1989'da RECEP TAYYİP ERDOĞAN’ı yenmiştik. O yenilmez değildir. Bunun hikayesini Beyoğlu Belediye Başkanlığı seçim sürecini anlatmaya devam edelim.

Yüksel ve Nuri Dikeç, basın kokteyli için adayımızın hazır hale geldiğini söylediler. Beyoğlu’nun kültür ilçesi olduğunu, bu nedenle kokteyle aydınları ve kültür adamlarını çağırmamız gerektiğini düşünüyordum. Ama iki-üç saat sürecek kokteylde Hüseyin bunlarla ne konuşacaktı? İsmini bildiği ve görünce tanıyabileceği birkaç yazar ve oyuncu bile olmadığından emin olduğumdan, Hüseyin’i kokteylimize hazırlamak için ciddi bir çalışma yapmamız gerekti.

Bu amaçla Nuri’nin yaptığı davetli listemizi teker teker Hüseyin’e tanıtmaya giriştik. Şöyle ki; davetlilerin çoğunun fotoğraflarını temin ettik, Hüseyin’e bu fotoğrafları göstererek "Bu Genco Erkal’dır, tiyatro oyuncusudur. Tokalaştıktan sonra Genco Bey tiyatrolarımızın sorunlarını biliyorum, sizler için elimden geleni yapacağım diyeceksin" diye ezber yaptırdık. "Bu Erdal Öz’dür. Yazardır", "Bu Tarık Akan’dır. Sinema oyuncusudur", "Bu Edip Akbayram’dır. Müzisyendir". Nuri ve Yüksel bu kültür bombardımanını Hüseyin’in beynine büyük bir keyifle boca ettiler. Bu hazırlık sırasında çok güldük ve neşelendik. Buna rağmen basın kokteylinde komik aksilikler yaşamaktan kurtulamadık.

Kokteylimizi Sıraselviler'deki Çiçek Bar’da verdik. Basının ve kültür adamlarının yoğun ilgisi ile karşılaştık. Herkes adayımız hakkında kulaktan dolma epey şey biliyordu. Karşılarında bir helâ işletmecisini görmek üzere gelmişlerdi. Beni tanıyanlar, adayımızın ilk görüntüsünden aldıkları izlenimi benimle paylaşırken takdirlerini esirgemiyorlardı. Durum fena değildi.

Kapıdan Emre Kongar’ın girdiğini gördüm. O’nu karşılayıp adayımıza tanıştırmak için getirdiğimde, Hüseyin, Emre Hoca’yı görür görmez; "Sayın Genco Erkal, ben tiyatronun sorunlarını biliyorum, elimden geleni yapacağım" demez mi? Çaktırmadan Hüseyin’e aşağıdan bir tekme savurdum. Emre Hoca, O’na değil benim suratıma "Ne iştir bu?" diye garip bir biçimde bakıyor. Emre Hoca’nın resmini bulamadığımızı hatırlıyorum. Ayrıca kültür eğitimi sırasında adama Genco’nun da sakallı bir resmini göstermişiz. Tek aksiliğimiz bu oldu. Kokteylimiz başarılı geçti. Ertesi günkü gazetelerde Hüseyin’in gözlüklü ve bıyıksız yüzü aydın bir insan izlenimi veriyordu. Olaydan keyif almaya başlamıştık.

Hazırladığım kampanya senaryosunu Nuri ve Yüksel dışında kimseyle paylaşmadım. Hüseyin’e programı günlük olarak sunuyorduk. Sürprizlerimin ortada konuşulup rakipler tarafından kullanılmasından çekiniyordum. 

Her mahalle toplantısı için semtin özelliğini dikkate alan konuşmalar yazdım. Hüseyin’in bu metinlerin dışına çıkmaması için özellikle uyardım. Ama buna rağmen bazen çizgi dışına çıktığı oldu. Kendi akrabalarının hâkim olduğu bir kahvehanede; "benim bu bölgede yüzün üzerinde dairem var" diye böbürlenince yanında durduğum için benden yine gizlice bir tekme yedi.

Tayyip Erdoğan, seçmenlerinden din özgürlüğünün kısıtlandığını ileri sürerek oy istiyordu. Ben de Refah seçmenini etkilemek için yüz adet bez afiş yaptırdım. Hepsinde tek slogan vardı; "SHP İnanç ve Düşünce Özgürlüğünün Teminatıdır". Bu afişleri, bir önceki seçimlerde Refah oylarının yüksek çıktığı semtlere astırdım. Ayrıca Refah oylarının hâkim olduğu semtlerde, doğal olarak Hüseyin’e de "inanç özgürlüğü"nden bahseden konuşmalar yazdım. Gözlemcilerimiz bir miktar oyu Refah’tan kopardığımızı söylediler.

Bizim asıl rakibimiz ANAP’tı. Sloganımız; "Beyoğlu’nu ANAP’tan temizlemek"ti. Tarlabaşı yıkıntılarının yarattığı kirlilik ve çirkin görüntüler Dalan’ın mirasıydı ama bölgemizdeki insanı doğrudan etkiliyordu. Kirlilik duygusu ile ANAP’ı yan yana getirebilirsek seçmen tercihlerini ciddi biçimde etkileyeceğimizi düşünüyordum.

Hüseyin’e; "Sakarya’dan iki kamyon süpürge satın al ve gizli bir yere depola" diye talimat verince suratıma şaşkınlıkla baktı. Otoritemi benimsediği için nasıl kullanacağımı sormak yerine, "İki kamyon süpürgeyi ne yapacaksın, bir kamyon yeter" dedi. "Hayır" dedim. "İki kamyon alacaksın ve kimse senin aldığını bilmeyecek".  Birkaç gün sonra süpürgelerin satın alınıp gizli bir depoya konulduğu haberini verdi. Kampanyanın son haftasına girmiştik. Senaryomun finaline sakladığım son vuruş için gizlice yaptığım bir hazırlık vardı.

Bir arapsabunu imalatçısı ile gizlilik konusunda sıkı sıkı pazarlık ederek, on bin adet birer kiloluk arapsabunu paketi yaptırdım. Paketin üzerinde; "SHP, ANAP’ı Beyoğlu’ndan süpürecek" sloganı yazılıydı. Eylem gününden bir gün önce hazırlıklar yapıldı, sabun ve süpürgeler kamyonlara yüklendi. Kamyonlar bez afişlerle süslendi. Görevliler belirlendi. Nuri, basını "yarın bir sürprizimiz var" diye uyararak eylem bölgesine davet etti.

Ertesi gün on bin adet süpürge ve arapsabunu, partili kadınlar tarafından bir festival görüntüsü ile Sütlüce ve Okmeydanı mahallelerinde halka dağıtıldı. Partili gençler arapsabununu sokağa döküyor, süpürgelerle sokakları temizliyorlardı. ANAP’ın kirlettiği Beyoğlu’ndan ANAP’ı temizliyorduk. Müthiş coşkulu bir gösteri ve akıllara kazınan bir eylemdi. Manzara basın için de unutulmaz resimlerle doluydu. Ertesi gün gazetelerde birinci sayfa haberiydik. Tüm ülkede yerel yönetimler seçimi yapılıyordu. 250 bin nüfuslu bir ilçede yapılacak belediye başkanlığı seçimi için biz, basında büyük ölçüde yer almıştık. Nurettin Bey’in kampanyasında çok değerli aydınlar ve uzmanlar olmasına rağmen bizim kampanya daha çok ses getiriyordu. 

Seçime iki gün vardı. ANAP’ı yeneceğimizi düşünmeye başlamıştım. Nurettin Sözen, bu günlerde bizim seçim ofisimizi gezmek için geldi. Bir ilçe belediye başkanlığı için umulanın üstünde bir ortamla karşılaşınca beni kutladı. O sırada içimden bütün bu işleri O’nun kazanması için yapmayı ne çok istediğim geçti ama kendisine söyleyemedim.

Seçimi biz kazandık. Hüseyin, Beyoğlu Belediye Başkanı oldu. Nuri Dikeç beş yıl boyunca O’nun basın danışmanı olarak çalıştı. Hüseyin, başkanlığı kazanınca bana Beyoğlu’nda bir daire alacağını vaat etmişti. Çünkü ben, bir profesyonel olarak çalışmıştım. Hüseyin bu sözünü tutmadı. Ama ben yaptığım işten pişmanlık duymadım. Hem çok eğlenmiş hem de çok başarılı bir iş yapmıştım. Hüseyin, Beyoğlu Belediye Başkanlığı süresinde akılda kalacak ve sosyal demokratları mutlu edecek hiçbir ciddi iş yapamadan görevini tamamladı.  

Recep Tayyip Erdoğan da hitabet gücünü deneme fırsatı bulduğu bu seçimlerde üçüncü olmayı başardı. 

Bazı arkadaşlar, benim, Hüseyin Aslan’ın görüntüsünü değiştirerek "temsil etme" seviyesini yükselttiğim için başarı kazandığımızı iddia ettiler. Bu görüşün doğru olup olmadığını bilemem. Bence siyasi konjonktür lehimizdeydi. Nitekim Anakent’te Nurettin Sözen, Ankara’da da Murat Karayalçın seçimi kazanmıştı. Ancak bizim Beyoğlu’nda başarısızlığımız halinde, Tayyip Bey’in "erken bir siyasi figür" olarak öne çıkması, 1989’da Beyoğlu Belediye Başkanı olması mümkündü. Refah oyları ile ANAP oyları arasında çok az bir fark olması bu düşüncemi doğrulamaktadır.
 


*Sinemacı (Yapımcı-Senarist)

Öne Çıkanlar