27 yıldır yanan Madımak üzerine farklı bir bakış
Tacim ÇİÇEK*
1
Christian Johann Heinrich Heine (13 Aralık 1797 - 17 Şubat 1856), 19. yüzyılın en ünlü Alman şairlerindendir. İşte onun, ‘Bu sadece bir başlangıçtı, kitapları yakmış oldukları bu yerde, sonunda insanları da yakacaklar’ sözünü de bilirsiniz. Bu söz Heine’nin 1823’te yayınlanmış olan Almansor adlı çalışmasında geçer. Bu ilgi çekici metin 1492’de Granada’nın İspanya Krallığı tarafından işgal edilmesi sonrasında yaşananları konu eder.
Granada ilhak edilir. Yerli halk din değiştirmeye zorlanır. Kabul etmeyenler de engizisyon eliyle katledilir. Kurtulabilen az sayıda insan da dağlara çekilir. Olabilecekleri öngörebilenler de şehir işgal edilip yağmalanmadan çok önce evlerini terk eder… Almansor da şehri çok önceden terk edenlerden biridir. Fas’a vardıklarında önce annesini, ardından da babasını kaybeder. Fas’ta kaldığı sürece Granada’yı ve çok sevdiği kadını özler… Daha fazla dayanamaz ve din değiştirerek şehirde kalabilen ve statüsünü koruyabilen varlıklı bir ailenin kızı olan Zuleima’ı bulmak için Granada’ya döner… Metnin bundan sonrası müthiş bir aşk hikâyesinden oluşur. Ama bu aşk hikâyesinin içine yerleştirilen anlatılar da bir o kadar can yakıcıdır…
Bildiği, tanıdığı kişilerden işgal sırasında ve sonrasında yaşananları öğrenir Almansor. Krallıkla anlaşarak eski varlıklarını koruyanlardan, yeni egemenlerin safına geçenlerden söz edilir. Çekilen baskı ve işkencelerden, katliamlardan da… Ona konuşan yüzlerden biri de Hassan’dır. Hassan dağa çekilip direnişi seçenlerden biridir. Hassan, Almansor’a engizisyonun binlerce kitabı ve kütüphaneyi yaktıklarına atfen söyledikleri ifadeler arasında geçer en başta aktardığım cümle…
Zamanın ötesinde bir öngörüsüdür Heine’nin. Çünkü bir yüzyıldan az sonra (10 Mayıs 1933) Naziler sansür listesinin ilk sıralarında Heine yer verdiler (oysaki Naziler, Heine’nin şarkı yapılan şiirlerinden anonim göstererek yararlandılar) binlerce kitabı törenle yakarken… Berlin-OpernPlatz’ta (bu meydan 31 Ağustos 1947’de faşizme karşı kazanılan zaferin ardından Almanya Sosyal Demokrat İşçi Partisi liderlerinden Agust Bebel’in anısına Bebelplatz olarak değiştirildi ve bugün meydan bu adını korumaktadır.) gerçekleştirilmişti yirmi beş bin kitabın yakılması…
Ardından da insanların yakılması…
2
Ey Muhammed, Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyleyse insanları, inanmaya sen mi zorlayacaksın? (Yunus S. 99. A)
Kim Peygambere itaat ederse, aslında Allah'a itaat etmiş olur. Kim Peygamberden yüz çevirirse, bilsin ki biz seni onlara bekçi göndermedik. (Nisa S. 80. A)
Hz. Adem'e secde etmeyen Şeytan'a bile kıyamet gününe kadar, dolayısıyla ona kananlara da süre tanınması bir kenara, kutsallığına inandıkları, savundukları Kuran-ı Kerim'in yukarıdaki gibi nice ayetine karşın, farklı düşünen, konuşan, davranan ve görüşü gereği kendince doğru bulmadıklarını söyleyenlere kızmak, bunu başkalarının yaşamına mâl olacak biçimde hoşgörüsüzlükten de öte vahşice engizisyon mahkemelerinden kalma yöntemlerle yok etmek gerçekten vahşiliktir, barbarlıktır, insanlık dışıdır... Çünkü asla insanlar doğaları, gelişmeleri ve biçimlenmeleri, biçimlendirilmeleri gereği olarak, bir fabrikanın ürünleri gibi düşünsel bağlamda aynılaşamazlar... Hoşgörü, başkalarının bize verecekleri geniş bir özveri değildir, hayatın her alanı için, benzer biçimde bizim de vermemiz gereken insani bir ödündür.
Kur'an'da Hikmet Tarihte Hakikat ve Kur'an'da Hikmet İncil'de Hakikat (Halil Öztoprak/Demos Yayınları- İst/1.basım Kasım 2012) adlı kitaptan bir anekdot aktarayım:
"Ya Mevlana Hz. Muhammed mi büyüktür, yoksa Bestami Beyazıt mı?" der Şems-i Tebrizi.
Mevlana: "Hz. Muhammed, bütün enbiya ve evliyanın server ve salatıdır hiç şüphesiz ki O büyüktür."
Şems-i Tebrizi: "Öyle ama O Allah'ın azametini düşünürken: "Ey bizim düşüncelerimizden ve idrakimizden mukaddes olan, biz seni tam bir bilgi ile bilemedik," buyurduğu hâlde Bestami Beyazıt şöyle diyor: Benim şeref ve makamım büyüktür. SIRTIMA GİYDİĞİM CÜBBENIN İÇİNDE ALLAH'TAN BAŞKA BİR ŞEY YOKTUR... Buna ne buyurursunuz!" deyince de
Mevlana: "ALLAH" diyerek kendinden geçer.
Şimdi, İslam tasavvufuna göre, yaratanın görüntüsü olan insanın böylesine bir vahşetle inanç ve sözlerinden dolayı yakılması hiçbir zaman kılıflandırılarak, yalan ve sudan bahanelerle yoksanacak gibi değildir. Çünkü insanları farklılıklarından dolayı öldürmek kimseye bir şey kazandırmadı, kazandırmaz da. Hele basın yolu ile "gündüz adam öldürmeyi sevmediklerini vurgulayan kara cüppeliler"e asla... Çünkü Ey Muhammed, onlara va'dettiğimiz azabın bir bölümünü sana göstersek de, senin canını alsak da görevin yalnızca bildirmektir demektedir, inandıkları Kuran-ı Kerim. Gerçi Bakara Suresinin bir ayeti: Allah'ın yasalarını yok sayanlar, ancak zalimlerdir der. Ama bu zalimlere karşı peygamberlere dahi öğüt vermekten başka eylem yetkisi verilmemişken, din adına ortaya çıkıp düşüncelerini, düşüncelerinin karşı olarak ortaya koyanların yakasına yapışmak, salt hukukun değil, insan öldürmeyi, hele hele yakarak öldürmeyi reddeden, aynı zamanda dinlerin de görevleridir. Yani kimse Tanrı adına eylem yapamaz, insan yakamaz. Fetva verip insanları sokağa dökemez. Beyinleri yıkanmışları kullanarak bir başka inanca sahip insanları katledemez. Çünkü Kuran'da bile zorlama yoktur. "La ilmıhe fi'ddin" (Dinde zorlama yoktur- Bakara s. 256 a)
Sivas'ta on beş bini aşan insanı, daha doğrusu yaşları on iki ile yirmi arasındaki gençleri sokağa döken sakallı, şalvarlı, kara cüppeli her yaştan kökten dincinin Al-i İmran Suresi 20. ayeti bilmedikleri düşünülemez: "Ey Muhammed, eğer seninle tartışmaya girerlerse, (Ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a verdim) de. Kendilerine kitap verilenlere ve kitapsızlara (siz de İslam oldunuz mu?) de. Eğer İslam olurlarsa doğru yola girmişlerdir. Yüz çevirirlerse sana yalnız bildirmek düşer."
Şimdi, insan gerçek anlamda, yani kelimenin tam anlamı ile örtüşecek biçimde "demokrat" olabilir, böyleyse dünya görüşü gereği laik bir devleti savunabilir, bu doğasına uygundur ama kendisinin laik olması gerekmez, çünkü birey laik olmaz, laik olması gereken devlettir. Birey, Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Alevi veya Süryani, Deist, Ateist vs olabilir. Ama devlet, kendisini oluşturan bireylerin kozmopolitliğine karşın yalnızca bir mezhebe dayanarak örgütlenemez, o mezhebin güdümünde olamaz, yaygınlaşmasına katkıda bulunamaz, bulunmamalı. Bu doğasına aykırıdır, yanlıştır.
Oluşturduğu dini kurumlarla diğerlerini yok sayamaz, bu hukukun üstünlüğünü, düşünce ve inanç özgürlüğünü hiçe sayan bir yapılanmanın dışavurumudur. Tehlikeli olduğu ise her dönemde görülmüştür. Çünkü laisist olduğunu söyleyen ve bunu her on yıllık anayasasına temel ve vazgeçilmez maddelerinden olduğunu lanse eden cumhuriyet erkinin kendisiyle çeliştiği kaçınılmaz bir gerçektir: Vergilerinin büyük bölümünü dini faaliyetlere harcaması, imamlara maaş vermesi, dini etkinliklerin giderlerine finansman olması, dini kurumların, okulların giderlerine katılması, vazgeçmediklerine aykırıdır, yanlıştır. Mezheplerin, dinlerin bu kadar çok olduğu bir ülkede, erkin bir mezhebe dayanarak dini kurumlar kurması, elemanlar yetiştirmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Ayağına balta vurmasından öte bir şey değildir. Çünkü "devlet dini" olan erk ne yazık ki laik olamaz. İşte bunca yıllık yanlışların üzerinde biçimlenen ve görülmek istenmeyen bir ilişkinin kavgaları giderek çok büyük boyutlarda kendisini yaşama geçirmektedir: Kemalist Müslümanlık mı, yoksa Şeriatçı Müslümanlık mı? Sivil toplumların, cemaatlerin işi olan dinsel örgütlenmeler erk tarafından gerçekleştirildiği zaman sözde tarafsızlık, muhalefetteki mezhep ve dinleri koruma görüntüsü özünde kurduğundan, beslediğinden yana taraf olmayı gerektirir ve bu ise süreç içinde kendini tüketmeye olanak yaratır. T.C. gerçek laik değil, Müslümandır, Hanefii’dir, Sünni’dir çevresindeki Arap Ülkeleri gibi... Bütün farklılıklarına rağmen insanlarının, yukarıda dediğimiz gibi, Kemalist Müslümanlık ile Şeriatçı Müslümanlık arasındaki bir kutuplaşma sürecindedir bu Müslüman erki...
İnançsız yaşamak ölümden acı / insanın öküzden kalmaz ki farkı
tersine çevirmek için bu çarkı / inancım uğruna ölmek isterim
Harun Karadeniz
Yenidünya düzensizliğinin içinde, başını kuma gömen devekuşları örneği yaşanılanlara, dayatılanlara kayıtsız ve tepkisiz olanların gerçekleri görmezden gelmeleri gerçekten üzerinde durulması gereken bir konudur. Dışımızda bize dayatılanlar, yaşadıklarımız, örgütsüzlüğümüzün sonucundan dolayı başımıza geleceklerin habercisidir demek sanırım abartı olmaz. Sözbirliği etmişçesine yüreklerinde "Aziz Nesin fobisi" yaratanların, geçmişlerindeki övündükleri keskinliklerinden ödün vererek Amerika’yı yeniden keşiflerine delik tekneler veren sermayedarların hesabına kraldan çok kralcı olarak emektencilikten sınıf atlayarak sermayecilikte demirleyenlerin ve daha nicelerinin gerçeği tersyüz etmeleri kabul edilir değildir.
Geçmişten günümüze dek sistematik biçimde erkin çeşitli birimlerinde yer edinen klerikalistler (dinsel erk yanlıları) klerikalizm (din adamları erki) için kariyerlerini kullanmaktadırlar. Oluşturdukları konformizm, bulaşıcı hastalık gibi (ne yazık ki) yaygınlaşmaktadır. İşte bu sistematik gelişmenin, büyümenin karşısında iki genel ve temel karşı-güç'ün bilincinde olan bu kanlı oluşum, önlerinde her zaman bulunacağını hesaba kattığından bu güce boyun eğdirmek yolunda çabalamaktadır.
Birinci genel engel: Aziz Nesin gibi yaşına aldırmaksızın çok genç düşünen, değişimci ve ödünsüz aydınların giderek ses çıkarması, halkı aydınlatması ve yaşamı güzelleştirmek için sevdalarını özveriyle, istekle sürdürüyor olması, benzer prototiplerin çoğalması, kısaca dogmatizmin bütün kural ve yöntemlerini yadsıyan ussallığın günışığı gibi çevreyi aydınlatması, bunun giderek büyümesi, kendilerinin karanlık ve kara amaçları doğrultusunda büyük engel olarak aşılmasının zor olduğunun gerçekliği... Haksızlıktan ve yatandan yana tavır alanların dışavurumları yalnızca kendi renklerini göstermesi açısından örnek olmaktan öteye gidemiyor nedense:
Aziz Nesin'e "kart bunak", "uzun zamandır toplumdan kopuk aydın tavrını sürdürmek hastalığına tutulan kişi", "halkı tahrik etmiştir, sorun mezhep çatışması değil", "kahraman olmak isterken karşıtlarının ekmeğine yağ süren" olarak saldırılması hiçbir biçimde gerçeği saklayamaz, örtemez, unutturamaz. Birinci genel engel içinde yer alan bütün gerçek aydın ve güzel inanların vahşice tanrı adına katledilmesi yalnızca bu insanların şahsında diğerlerine, bu cephedekilerin tümüne yılgınlık, çekimserlik ve nemelazımcılık aşılamak için başvurulan yöntemlerden birisidir. Oysa bunun geri tepen bir silah olduğu ve kullananları vurduğu da unutulmamalıdır.
İkinci genel engel: Aslında Müslüman olan ve bunu değişik inanç gruplarını birleştirici alçı olarak kullanmaya çalışan erk, her ne kadar da nüfus cüzdanlarına "İslam" yazmış olsa da; ülkemizde kabul gören % 99 Müslüman tanımlaması içinde diğer dört mezhep, dinsel azınlıklar yanında büyük bir çoğunluğu oluşturan Aleviler de var. Sayıları 18 milyon ile 20 milyon arasında değişiyor, kimi kaynaklara göre. Şimdi Müslümanlığı (Şafii-Maliiki-Hambeli-Hanefii) mezheplere bölündüğü düşünülürse, Musevilik, Hıristiyanlık, Süryanilik, Y/ezidilik de hesaba katıldığında, kendi aralarında dahi birliktelikleri söz konusu olmayan bu dört mezhebe taban tabana zıt olan Türkiye Aleviliği aynı zamanda İran Şiiliğine de aykırıdır, bunun aşılması güç bir engel olduğu hemen anlaşılır. Kaldı ki Şafii Mezhebi özellikle Doğu’da, Güneydoğu’da Kürtler arasında yaygındır.
Şimdi, genel anlamda bu dört mezhep ile kimi zaman mezhep, kimi zaman da bir ‘sapma’ olarak görülen ve olmadık eziyetlerle karşı karşıya bırakılan Türkiye Aleviliği, arasında tek ortak nokta Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammed'dir, o kadar... Namaz, oruç, hac vs. gibi İslâmiyet’in bütün anlayışlarında taban tabana farklılıklar vardır. Buna ek olarak, Türkiye Aleviliğini oluşturan ulusal mozaik de çok karışıktır: Kürt, Türk, Arap ve Arnavut'lar gibi başka topluluklardandır. Günümüzde, Güneydoğu'da ve Doğu'da yaşanılan siyasi gelişmelerden dolayı erkin dolaylı yollardan bu kesimi sıcak temaslardan koparmak için başlattığı girişimlerin çoğunlukta ve atakta olduğu ayrı bir gerçektir. Böl ve yönet siyaseti, yalnızca emperyalizmin başvurduğu yöntemlerden biri değildir, çünkü erki elinde tutanların farklılıkları bağlamında uzlaştırıcı ve birleştirici özelliği olan girişimlerinin en üst oluşumu olan "anayasal" alçının yetersizliği, yasallıkların sonucu, hukuksal dengeler işe yanamayınca bu yönteme başvururlar, barbarca ve kanlı bir biçimde...
Buraya kadar söylediklerimiz iyice düşünüldüğünde rahatsızlıklar görülecektir ki bu yöntemin doğasına ters düşmeyecek bir biçimde erk tarafından benzer şeyler sergilendiği anımsanır, görülür. Erki çeşitli aralıklarla ellerinde tutanlar tarafından yakın geçmişte "Gölbaşı Toplantıları" sonucunda ortaya çıkan Cem Dergisini oluşturanların, yönetenlerin, yayanların ve genelleştirmeye çalışanların, aynı merkez çıkışlı fanatik bir görüşün yedeğinde, farklı etnikliğe sahip Alevileri biçimlendirme eğilimi içinde ve erkle doğasına aykırı biçimde bütünleştirme çabasında olduğu hatırlanmalı… Çünkü bu alanda genişleyen ve çeşitlilik gösteren benzer çabaların sürdürüldüğü görülür… Yani bu değiştirip dönüştürme çabaları geçmişte kalan bir sonuç değil; maalesef günümüzde erkle başka başka biçimde ilişkiler sürdürülmektedir yani.
Ne Allah'ın olmasını isterdim / Ne de işimin Allah'a kalmasını (Orhan Veli)
Çoğu genç kız, kimi sanatçı 33 (artı iki de otel çalışanı) güzel insanın en acı biçimde yok edilmeleri düşünülürse, bunun Aziz Nesin'e kızmanın ve bu kızgınlıktan dolayı onu öldürmek istemenin çok, çok ötesinde bir eylem olduğu görülür. Bunun kanıtları ve ipuçları çoktur, yazmakla ve söylemekle bitirilemeyecek denli. Bir önceki bölümde belirttiğim üzere bu eylemin çok planlı ve sistemli şekilde, yüreklerindeki genel kaygının bir sonucu olarak bu "ikinci genel engel"i ülke genelinde sindirmeye, korkutmaya, kendini inkâr ettirmeye, katlanmaya itmek isteyen çabaların başlangıcıdır. Bu "Kanlı Cuma" bu amaca yönelik bir gözdağıdır, başka türlü adlandırıla bilemez.
Olayın kurtulan tanıkları TRT-1'e açıklıyorlar: "Olay saatlerce önce başladı, bizi kurtarmaları için yetkililere, hükümete sürekli bir arkadaşımız tarafından telefon edildi. Üç yüz bin üzerindeki insanın yaşadığı Sivas'ta otelimizin çevresini saran on bin kadar insanın en yaşlısı yirmi beş yaşlarındaydı. Bunları kışkırtan, yönlendiren mollalar hariç, bunlar her yaştan, her meslekten insanlardı..."
"Aziz Nesin'in konuşması en küçük bir polemiğe yer vermeyecek kadar net, özenli seçilmiş tümcelerle güzel konuştu, orada dinleyen her kesimden insanlarca hoşgörüyle karşılandı, tanığım. Etkinlikler çok sıcaktı ilk gün. Olay ertesi gün ilk taştan sonra bu boyuta ulaşacağını kimse usuna getirmemiştir sanırım, yandaki bir partinin yetkilileri izin verselerdi ölenler olmayacaktı..." diyor, olayı anlatan sanatçı.
Ama genç bir kız TV'den haykırıyor.
Bu partinin adını veriyor: "BBP yetkilileri, gidin ölün gelmeyin' demeselerdi arkadaşlarımız ölmeyeceklerdi." Vahşetin boyutunu düşünmek için bu yetiyor.
Sonra kimi gazetelerin şu tümceleri, olayı bütün gerçeği ile sergiliyor:
- Parka taşları bir gün önceden yol tamiri varmış gibi otelin önüne dökülüyor. bunlar camlara atılıyor...
- Günlerce yanlardaki gençler yönlendiriliyor.
- Afişler, dövizler, sloganlar hazırlanıyor.
- Bildiriler dağıtılıyor'.
- Yerel gazeteler, konuşmayı çarpılıyor.
- Fısıltı medyası ile Aziz Nesin'in konuşması değiştiriliyor.
- Çevre il ve ilçelerden birkaç gün önceden militan getiriliyor, Türklerin aptallığını söylediği gerekçesiyle "kurtçular"la eylem birliği gerçekleştiriliyor.
- Belediyenin olanakları kullanılıyor.
Bütün çıplaklığı ile görülüyor ki yapılan vahşi saldırı Aziz Nesin'e ve söylediklerine karşı değildir. Bu gerekçe, Alevilere karşı planlı, sistemli bir sindirme, korkutma eyleminin ilk çıkışıdır.
Sav-1: 16. yy. da Osmanlı'ya karşı başkaldıran yerel yönetimiyle ters düşen ve kırsal kesimin insanlarından yana tavır takınan bu kişinin (P. S. Abdal) Alevi olduğunu sağır sultan bile biliyorken, hâlen bunu saklamak nasıl açıklanır bilemiyorum. Böyle olmasaydı... O denli kozmetik ürünü gazeteler, sinema afişleri bulunan sokaklardan, caddelerden geçenlerin bunlara dokunmadan kültür merkezlerinin önündeki "ozanlar anıtını" sökmeleri, parçalamaları ve ateşe atmaları düşündürücüdür. Çünkü Osmanlı'nın dini bütün haramzade kadılarının haram yediklerini, kendi itlerinin bile hanım yediğini söyleyen Pir Sultan Abdal'ın köpeğini simgeleyen heykeli paramparça etmek başka türlü açıklanamaz.
Sav-2: Her ne kadar da görmezlikten, duymazlıktan gelseler dahi yalnızca "Şeriat isteriz"cilerin sloganlarına hedef olmamışlardır. TC nin kurucusunun büstü de Pir Sultan Abdal ile aynı sonu paylaşmıştır.
Sav: 3: Oteldekilerden Aziz Nesin istenmiş, verilmeyince de otel ateşe verilmiş... O kadar dış tahrik yoksa eğer kendiliğinden bir tepkiyse bu barbarlık, sorulmaz mı "bu insanların usuna anlayış jetonu bir gün sonra mı düşüyor?" diye...
Sav-4: Bahriye Üçok, Turan Dursun vb. özdeş görüşlerinden dolayı yok edilmediler mi? Peki Aziz Nesin bunlardan çok mu iyi korunuyor ki Sivas'a gelmesi beklendi? Birkaç yıldan beri çoğu fundamantalist. "Dine, Allah'a, peygambere, kitaba saldırıyor, Türklüğü yeriyor" gerekçesiyle kızdıran Aziz Nesin'i öldürmek idi ise bu aşağılık amacı gerçekleştirenin başka mekânı ve zamanı yok muydu(!) diye sormadan edemiyor insan...
Gerçek keçi gibi inatçıdır, hoşumuza gitse de gitmese de hesaba katılmak zorundadır. (yabancı atasözü)
Evet, bu böyledir hoşlansak da hoşlanmasak da, gerçek: Pir Sultan Abdal Kültür Derneği'nin ölüsünden, amacından, sevdasından kaynaklanıyor. Buraya sevdalanan insanların iyiyi, güzeli, doğruyu amaç edinerek bütün insanlığın mutluluğu için bu alçıyı araç edinme sine, bu ışığı kullanmasına düşman olanların çırpınışlarının hunharlığıdır, yapılanlar...
Sivas'la katledilenlerin şahsından bütün bir ülküdeki güzel insanlar -her inanç ve ulusal azınlıktan-sindirilmek isteniyor, başaramayacaklar, NO PASARAN...
Ölenler, dövüşerek öldüler! /güneşe gömüldüler!
vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
akın var güneşe akın / güneşi zapt edeceğiz
güneşin zaptı yakın
Nâzım Hikmet
* Yazar