Açlık Grevleri ve direnen neşe!

Açlık Grevleri ve direnen neşe!
"Ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz."

Engin SUSTAM


Sevgili Ulus Baker ne güzel yazmıştı zamanında, 1996 yılında cezaevindeki devrimci tutsakların ölüm orucuna dair. Baker , "Ölüm orucu olayı, aydın sorumluluğu denilen özel bir sorumsuzluk ve bencil uğraşı türünü bir kez daha turnusol testine tâbi tutuyor." demekteydi. Yani iktidarın resmi aygıtlarının duyarsızlığı ve meydan okuyan tehditlerinin aslında bedenini ölüme yatıran insanlar yani tutsaklar açısından inanılmaz bir imkansızlık hali olduğunu ama aynı şekilde "taraf" olduğunu belli eden "aydın sorumsuzluğu"nun siyasal kriz anlarında "aydının" (münevverin) kendi "konformist" uğraşlarıyla meşgul olup, sorumsuzluğuna dair siyasal etiğin nerelerde çatlamaya başladığını belirlemeye çalışıyordu. Açlık grevleri bir eylem olarak şu an cezaevlerinden dışarıya sivil alana taşmış durumda.  Bedenini ölüme yatırmak ve direnişi başka türlü kurmak anlamsız tartışmalara tabi olsa da, politik bir tercih ve duruş olarak, iktidarın işşizleştirip, bize nefreti gösterip sıtmaya razı etmesine karşı , Nuriye Gülmen, Semih Özakça ve sadece çocuğunun mezarını yapmak isteyen onun  "kemiklerine" kavuşmak için Dersim’de yaşlı bir insan Kemal Gün  açlık grevinde. Ve bu grevler şuan ölüm sınırına varmış bulunmaktalar. İktidarın görmek istemeyen kibirli tavrı dışında, maskelerini takmış sessiz yığınlar ne yapmakta peki? Bu anlamıyla siyasi tutsakların ölüm oruçlarına destek olsun diye dışarda yapılan eylemlerden farklı olarak belki de ilk kez bu tarz siyasal sorumluğun çıplaklaştırıldığı etik bir vicdani aralıktayız. Şiddet hayatımızı gün be gün belirlerken, şiddet rejimine karşı bedenlerini ölüme tabi tutmak laf ebeliği kadar kolay değil, 1999’daki ölüm oruçlarında tanıdığım bir çok arkadaşım, yakınlarımızı cezaevlerinde ziyaret ederken, onlar bugün Nuriye, Semih ve Kemal amca gibi  haykırmaktaydılar.

Açlık grevleri sivil hayatta hep destek amaçlı bir protesto olmuştur. Oysa Türkiye’nin 2015 seçimleri öncesi  itibariyle, Barış Süreci’ni bitirip savaş kararı almasıyla başlayan, sonrasında Cizre katliamını görünür kılan Türkiye siyasal haritası, kendi yurttaşlarını ölüme yatırmayı ödev edinmiş suskun ve kibirli bir muktedirler sistemiyle baş başa kaldı. Diyebiliriz ki bütün ülke toplumsal bir hapishaneye, bütün toplum nerdeyse "iç düşmanı" yaşatmama üzerine kurulu linç kültürünün yeniden Kürtleri, muhalifleri, Alevileri ya da Kadın ve LGBTİ’lileri hedef alan, hedefe yerleştiren bir savaş aygıtına dönüştüğü bir döneme girdi.  Bundan dolayı Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız!" bildirisini yayınladı.  Cadı avına başlanıldığı ilk günden iktidar bizleri açlığa ve işsizliğe mahkum etmeye yemin etmişti. Barış İçin Akademisyen olarak bizleri ve her kesimden bütün toplumsal muhalefet zeminlerini  işten atma, işsiz bırakma ve prekeryalaştırıp açlığa yatırma üzerinden bastırmayı deneyen AKP hükümeti, ne Nuriye’nin ne Semih’in ne de Dersim’li Kemal amcanın "yasını ve acısını" ve dostlarımızın "neşesini" hissedebildiğini zaten sanmıyoruz.

Ama ben bunun dışından Ulus Baker’in yazısı dahilinde farklı şeyler üzerinden konuşmak istiyorum. Bazı alışkanlıklar farklılaşıyor artık, bilgi alanının "elit"  aktörlerinin kendi münevver uğraşları dışında, bu savaşın ve şiddet makinasının kaynağının sömürgecilik olabileceğini hala kestiremeyen Türkiye akademisinin kronik tarihinde, yine ilk kez Kürt coğrafyasındaki savaş siyasetine karşı, Cizre katliamından sonra içeriden "hakikati ve doğruyu söylemek" üzerine  "bu şuça ortak olmayacağız!" taraflılığı ve tavrı gelişmişti. Bu bir rahatsızlık ve endişe hali olarak, kendini akademinin içinde belli etmişti. İşte bu taraflılık ve siyasetin aşağıdan kurulması gerektiği üzerinden gelişen akademin alt dili, şiddet aygıtlarını çıplaklaştırdığı gibi, şiddeti görev edinmiş müktedirin kendi yurttaşını işsizlikle "terbiye" etme tahakkümüne de gün yüzüne çıkardı. Akademi’de, devletin farklı alanlarında işsizler ordusu yaratmaya yeminli hükümetin, nefret ve intikam üzerine kurulu dili, zaten çoktan giderek statükoyu koruyan despotik savaş makinasıyla iç içe girmişti. İşsizliğe ve toplumsal kamplaşmaya rağmen kibrinden kıl aldırmayan bir gücün, şuan açlık grevleriyle baş başa kaldığını, sessizliğinin altında yatanın aslında tedirginlik olduğunu söylememiz gerekir.

Şiddet siyasetinin, linçlerin ve KHK’larla güvencesizleştirilmenin gün ben gün arttığı böyle bir sivil darbe ortamında, cadı avlarıyla işşizleştirilen, geleceksiz kılınmaya çalışan bizlerin içinden konuşan, bizim gibi açlığa bırakılmaya çalışılan iki arkadaşımız,   Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, organik aydınların korku ve suskunluk hallerinin tersine, susmadılar.  Kendi siyasal duruşları ve sorumlulukları üzerinden açlık grevine girme kararı aldılar. Açlık grevleri 63 günden fazla bir süreci kaplamaya başladığında yüzlerinde gülüşleri eksik olmayan bu iki güzel insanın, akıl vermeye dünden meyilli akademiye ve aydın sorumsuzluğuna da bir cevapları vardı. Yüzümüze açlık grevinin risk aşamasındaki bu şiddetinin sertliğiyle vurarak, utanmamızı,  hiçbir şey yapamayarak kendi siyasal vicdani hafızamızla da yüzleşmemizi  sağlamaktadırlar.

Entelektüel her zaman yalnız değildir, toplumun içinde süzülürken tarafsız ise hiç değildir. Entelektüel sorumluluk, politiktir. Sartre,  Deleuze, Foucault, Guattari  ve daha bir çok entelektüelin 1968 sonrası entelektüel  angajmanları, cezaevindeki tutsaklar için Foucault tarafından  kurulan GIP (Cezaevleri Üzerine Bilgi Grubu) için yaptıkları destek eylemlerini teorik estetikleştirmeye girmeden düşünmek yeterli olacaktır. Kendi konformist arzularımızın pek dışında hatırlanılması gereken siyasal bir duruştur bu. Nuriye, Semih ve Kemal amcanın ölüm sınırında olan açlıkları bizimde yaşam ve nefes alma sorunumuzdur. Belki de ondandır ki kendi akademik kariyerimiz ya da münevver sınıflarımız için değil tamamen sistemin dışarılaştırdığı diğer siyasal aktörler ya da yine kendi yaşamlarımız için sorumluluğu almalıyız.

Oysa bugün akademi  ve aydınlar şiddet rejimi tarafından hedef tahtasındalar, cadı avının ilk aktörleri haline geldiler. Peki bu siyasal şiddet ve baskı makinası karşısında Türkiye’de entelektüeller ne yapmaktadır? İşte belki de bu anlamıyla bu sorunun ışığında bugünkü sokağın içinden konuşan açlık grevleri kararlarını ve inatla "aydın sorumsuzluğu" içindeki tavırlarımızı görmemizi sağlayan bir halde bize haykırarark, Nuriye Gülmen şunları demektedir : ""İktidarın açlıkla terbiye etme politikasına çok doğrudan bir cevap bu (...) Bunu duymak zorundasınız... Buna sessiz kalamazsınız... Hala işimize geri dönmedik, hala açlık grevindeyiz... Bir saniye daha aç kalmak istemiyoruz!" Bu hakikatın çıplak halidir, kurumuş vicdan hesaplarımızın, lafın çok ötesindedir artık.

Ulus Baker’in neşe ve hınca dair söylediklerinin aslında nasılda Nuriye Gülmen in söylediği "Bizi açlığa mahkum ediyorlar, test ediyorlar"daki bedenin mülkiyetleştirilmesine karşı neşeli mikro-devrimci siyasete yakındır. Ulus, mahkeme ve duvarlar arasına hapsolmuş devrimci bedenin son eylem anlatısı üzerine kaleme almıştı bu yazıyı. Oysa Ulus Baker’in bu yazısından sonra hapishanelerin dolup taştığı bir ülke olarak, bir sürü farklı biçimde açlık grevlerine dair eylemler gördük… Nuriye Gülmen’in işten atılma süreciyle başlayan eylemler ajandası en son açlık grevine girme kararı almasıyla başka bir boyuta vardı.

Bilemiyorum açlık grevi yapan insanların siyasal tercihlerini, bir insanın bedenini ölüme yatırmasının nasıl bir şey olduğunun farkında mıyız? Acaba kendimize, içimizdeki hırçın iktidara soru yönelterek bunu sorguluyor muyuz ya da bu eylemi körükleyen sistemin şiddetini, sebeblerini, bizi ölüme mahkum eden tahakkümü kolay mı unutuyoruz? Yaşam her şeyin ötesindedir tabi ki, yaşamak gülmek kadar güçlü bir şeyken, inadına yaşamı en çokta bedenini devlet karşısında ölüme yatıranlar savunmaktadır.. Yaşamı savunmak gerekir, ama bazılarımız korunaklı odalarımızdan pek düşünmeden sorumluluk almadan konuşmaktayız ya da sinmekteyiz…  Oysa yaşam bedenin hapsedildiği şiddet ahlakı karşısında dirençle iç içedir, siyasal sorumluluk bu anlamıyla dayanışma ve beraber olmakla beraber yaratıcı olan kuruculuğu da dikkate alır..

Belki de yine son sözü Ulus Baker’e bırakmak gerek. Onun  Spinoza’dan  edimleyerek söylediği yaşamın neşesine, yaşamsal varlığın sadece canlı varlık olarak düşünülemez olan tespitine yönelmek gerek.

"Canlı varlık ölümü düşünemez. Spinoza’dan öğrendiğimiz bu düşünce olgusal değil varoluşa ilişkindir. Onun sayesinde ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz. Çünkü yaşam dirençtir. Kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz..."

Öne Çıkanlar