AKP’nin hayrı..
Suat Taşkesen / Dr., Siyaset Bilimi
16 Nisan 2017’de hukuken önü açılan, 24 Haziran 2018’de ise ilan edilen Tek Adam dönemine geçişle birlikte parlamenter sistem ve partili hükümetler dönemi de sona ermiştir. Saray merkezli yeni sistemde, yürütmenin başındakiler partili olmaya devam etseler de yürütmenin kendisi meclis dışındadır. Öyle ki kabul edilen yeni Anayasa’ya göre "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakan olarak atanırlarsa üyelikleri sona erer."
Yürütmenin Meclisten kopartılıp saraya devredilmesi bir yandan otoriter rejimi pekiştirirken, diğer yandan iktidarda bile olsa siyasi partilerin statüsünü ve siyasal hayata etkisini sivil toplum kuruluşlarından bile daha alt seviyelere indirgemiştir. O nedenle, 24 Haziran sonrasını AKP dönemi olarak değil de, Erdoğan dönemi olarak ele almak daha doğrudur. Nitekim Erdoğan’ın partisindeki açık ya da zımni itirazlara rağmen derinleştirdiği Devlet&Devlet (Devlet Bahçeli MHP’si ve derin devlet) ile olan ittifakı, nihai kertede Türkiye’yi Ergenekon Rejimi’ne mahkûm etmiştir. Kısa zamanda görüldü ki Türk tarzı Ergenekon Rejimi tek adamlı, kutuplaştırıcı ve otoriter bir rejimdir. Türkiye’nin bu rejimle demokratik dünyada yer bulmasını geçtik, yaşaması bile mümkün değildir.
Bir önceki yazımda da belirttiğim üzere Erdoğan’ın Devlet&Devlet ile birlikte ortaya koyduğu ustalık eseri rejim sorunludur. Bu sorunu aşmak, kuruluşundan bu yana merkezi ve katı devlet reflekslerine sahip Türkiye ana siyasi akımı için hiç kolay olmayacağı gibi, iyi niyetli siyasal girişimlerin de Ergenekon Rejimine rağmen yapıcı çözümler geliştirmeleri kolay olmayacaktır.
Bugün 'Tek Adam' silüetinde egemen olma fırsatı yakalamış Ergenekon Rejiminin karanlık güçleri, geçmişten günümüze iktidar ve ana muhalefetteki hemen hemen bütün siyasal önderleri ve yapıları şu veya bu şekilde "devlet"le aynı "hizaya" getirmeyi başarmıştır. Yakın tarihimizde başta üniter devlet yapısı olmak üzere her şeyin tartışılabilir olduğunu savunan Özal ve ekibinin etkin bir biçimde tasfiyesi, Kürtler için Bask modelinin tartışılabileceğini ileri süren Çiller’in faili meçhullere savrulması, CHP’nin sosyal demokrasi ile "devlet"çilik fetişizmi arasındaki tutarsız gidiş gelişleri ve Erdoğan’ın savrulup geldiği nihai nokta, bu güçlerin etkinliğini somut olarak görmemizi sağlıyor.
Ne var ki Erdoğan’ın sözcülüğünü yaptığı Ergenekon Rejiminin Türkiye’yi getirdiği yer her anlamda bataklıktır. Görünen o ki bugün karşı karşıya olduğumuz ve her kritik olayda kendini açıkça belli eden rejim sorunu daha da alevlenecektir. Öyle ki sorun artık Erdoğan’ı da aşan ve ondan sonrasını da içine alan bir sürece işaret etmektedir.
Özellikle 31 Mart’tan sonra Erdoğanlı Ergenekon Rejiminin sürdürülebilir olmadığına ve Türkiye’nin acillik bir hastaya dönüştüğüne dair görüşler artarak dillendirilmeye başlanmıştır. Erdoğan’ın Türkiye ittifakı adı altındaki faşizmin konsolidasyonu önerisinin tartışılmaya bile gerek duyulmadan çöpe atılması da bundandır. Akademi, iş, sanat ve emek dünyasının 6 Mayıs YSK kararından sonra ise itirazları daha görünür bir biçimde yükselişe geçmiş, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine ve rejime açık meydan okumalar başlamıştır.
Kapitalist toplumun gelişmesini irdeleyen Joseph A. Schumpeter, kapitalist toplumların değişimi ve dönüşümünü anlatmak için "Yaratıcı Yıkım (Creative Destruction)" kavramını kullanır. Buna göre, sanıldığının aksine kapitalizmin motorunu çalışır vaziyette tutan şey "görünmez el" ile sağlanan rekabetçi piyasadaki denge değil, sürekli dengesizlik halidir. Bu dengesizliğin kaynağı, rekabete dayalı kapitalist üretim sistemine yeni ürünlerin, yeni üretim süreçlerinin, yeni piyasaların ve yeni teknolojilerin sürekli ve kesintisiz bir biçimde girmesidir. Bütün bu yenilikler neticesinde ortaya çıkan yeni olgular, eski olguları etkisizleştirir ve nihayetinde yıkarlar. Yenilikler üzerine inşa edilmiş yeni sistemin tam işlemesi için de eski sistemlerin yok edilmesi kaçınılmazdır. Böylece Schumpeter, yaratıcılığın neden olduğu yıkımın aslında kapitalist üretim biçiminin gelişimi için olumlu olduğunu ileri sürer.
Yaratıcı Yıkım, her ne kadar ekonomik bir kavram gibi görünse de esasında hayatın her alanını doğrudan etkileyen sosyal, siyasal, hukuksal, idari, sanatsal vs. bir kavramdır. Tam olarak her alanda eskiden yeniye doğru bir paradigma değişimine işaret eder.
Anlaşılan o ki önümüzdeki dönemde Erdoğan’ın Tek Adamlığı zayıfladıkça ve Ergenekon Rejiminin neden olduğu rahatsızlıklar derinleştikçe anayasal tartışmalar da uzunca bir süre gündemi meşgul edecek. Tek adam ve onun tek partisi üzerine inşa edildiği için Erdoğan’ın gidişiyle rejimsiz rejime dönüşecek bu sistemin, demokratik güçlerin yeni girişimleriyle aşılması mümkün. Demokratik bir Yaratıcı Yıkım rüzgârı, eski aşırı merkeziyetçi, fetiş devletçi ve alabildiğine dışlayıcı paradigmayı yıkarak yerine yeni ve demokratik bir paradigma inşa edebilir.
Demokratik güçlerce yeni paradigma inşası zor ama imkansız değil. Zorluğun derecesini, başat siyasal güçlerin Kürt fobisini demokratik ilkeler çerçevesinde aşıp aşamamaları belirleyecektir. Bu fobinin sonuçlarını görebilmelerinin de en kolay yolu, bitmek bilmeyen anayasa tartışmaları tarihimize göz atmalarıdır. Nitekim bütün bu anayasal tartışmaların kilitlendiği ve on yıllar süren sonuçsuzlukların bizleri bugün Erdoğan’lı Ergenekon Rejimine mahkûm ettiği yer tam da bu Kürt fobisi ve onun istismarıdır.
"Her hayırda bir şer, her şerde bir hayır vardır " sözü, bilindiği üzere olayların görünenin ötesinde bir muhteviyata sahip olabileceğini ve ilk anlarından tamamen farklı sonuçlar doğurabileceğini anlatır. AKP şerrinin muhteviyatında bir hayır bulunacaksa, bu hayır, onun neden olduğu derin rejim krizinin karşısında, demokratik güçlerin cesaretle birleşerek yeni bir paradigma geliştirmeleri olacaktır. İç sorunlar ve küresel gidişat açıkça gösteriyor ki her alanda istismarı siyasetleştirmiş olan eski paradigmanın bir an evvel yok edilmesi ve yerine demokratik güçlerin yaratıcı yıkıcılığıyla yeni bir paradigma üretilmesi hayati bir öneme sahiptir. Aksi halde!?..