Almanya-Türkiye ilişkileri ve Kürtler

Almanya-Türkiye ilişkileri ve Kürtler
Devletlerin vicdanı olmaz, çıkarları olurmuş. O çıkarları bir yönüyle etkisiz kılıp vicdana yer açmak elimizde. Bunun için de planlı, programlı, etkili bir çalışma yürütmek gerekir.

Memo ŞAHİN


Kürt sorunuyla ilginenler Moltke’nin mektuplarından bir yönüyle haberdardırlar. Helmuth von Moltke (1800 - 1891), Almanların şanlı ve şöhretli generallerinden, Genelkurmay Başkanlarından biridir yalnızca. Osmanlı ile Prusya ilişkileri o kadar derindir ki 1836 ile 1839 yılları arasında General Moltke Osmanlı ordusunu denetlemek, ona çekidüzen vermek ve yönetmekle görevlendirilir. Bu kadarla da kalmaz Moltke, 1838’de Osmanlı ordusunun başında Kürtlere ve Kürdistan’a karşı bizzat sefere çıkar. Ve Osmanlı’ya yaptığı hizmetleri, dönüşünde kitaplaştırıp yayınlar.

ORTAK PAYDA RUS DÜŞMANLIĞI

Alman ve Türk ilişkilerinin bu boyutta olmasının asıl sebebi ortak düşmandır. Ortak düşmanın adı ise neredeyse bir kıtaya baştan başa hükmeden Çarlık Rusyası’dır. Böyle olduğu için de aynı dinden, inançtan olmak sadece bir teferruattır tarih sayfalarında. İki Hıristiyan imparatorluktan biri olan Almanlar, Müslüman bir ülke olan Osmanlı ile yatağa girmekte bir sakınca görmez. Bu ilişkiler öyle köklüdür ki 1900’lü yılların başında Berlin-İstanbul-Bağdat’ı birbirine bağlayan Demiryolu inşası için hazineyi sonuna kadar açar Almanlar, hummalı ortak bir projeye imza atarlar.

Rojava’da, Suriye’nin işgali altında olan Kobanê diye bir kent var; İslami bir çete örgütünün, Salih Müslüm’ün oldukça isabetli tanımlamasıyla IŞİD çetelerinin tılsımını bozan, onun yenilgisine giden yolu açan o Şehit Şehir unvanını taşıyan Kobanê. Kobanê adını, işte bu demiryolu inşası döneminde Almanların o topraklarda ikame ettiği bir çalışma birliği ‘Kompanie’den alır. Kompanie sonradan evrilir ve Kürtçeleşerek Kobanê’ye dönüşür.

Ortaklık ne demiryolu inşası ile biter, ne de ortak Rus düşmanlığıyla. Birinci Dünya Savaşı’nın toz ve dumanı altında Ruslarla iş kopardıkları iddia edilen Hıristiyan Ermenilerin canı ise cehenneme. Enver, Talat ve Cemal Paşalar bir yönüyle bu kirli ilişkilerden peydahlanan bir çetedir yalnızca. Proje İstanbul menşeini, onay ve silahsa Almanya’dan. Alman malı Mavzerler (Mauser Gewehre) kökünü kurutur Hıristiyan Ermenilerin. Hawar diye feryat eden Almanlardan birkaçının sesi yankı bulmaz Berlin’de. Ve Birinci Dünya Savaşı’nın o toz dumanı altında bir buçuk milyon Ermeni can verir bu kirli ilişki sonucu. Dünyanın tanık olduğu ilk planlı ve programlı soykırımıdır Ermeni Katliamı. Patent Jön Türklerin, İttihat Terakki’nin, ortaklıksa Almanların hanesine yazılıdır.

Tabii bir de Kürt boyutu var bu ilişkilerin, bir asır öncesine dayanan. Bedirhan Beylerin Botan Beyliği Osmanlı’nın hışmına uğrar. Bedirhan Bey Girit adasına sürülür. Oğullardan Celadet, Kamuran ve Safter Beyler bir yolunu bulup Almanya’ya atarlar kapağı, 1900’lü yılların ilk çeyreğinde. Almanlar ne selam verir, ne de hal hatır sorarlar. Ekonomik sorunlardan dolayı ceketini satan Mîr Celadet tekrar döner doğduğu, serpilip geliştiği topraklara. Kamuran Bey’se çevirir yönünü Fransa’ya. Safter Bedirxan karışır toprağa bir Alman kenti olan Heidelberg’de.

Bu ilişkiler Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle bir dönem soluklanır. Kemalistlerin imdadına bu kez Bolşevikler yetişir. Fazla geçmeden Hitler Almanyası’ndan kaçanlar çalarlar kapısını başka bir İttihat ve Terakkilinin. Adı Mustafa Kemal’dir, Kürtlerin ‘Mısto’ dedikleri. Şayet bugün Ankara diye bir kent ve onun mimarisi varsa, Türkiye’ye kaçan Alman mimar, mühendis ve teknisyenleri sayesindedir.

Kısa bir aradan sonra yeniden kesişir yolları eski silah arkadaşlarının. NATO’da ortaktırlar artık. Düşmanınsa sadece ismi değişmiştir, yeni adı Sovyetler Birliği olan. Asya, Afrika ve Avrupa arasında bir koçbaşıdır Türkiye, stratejik konumundan, jeopolitiğinden ötürü.

ALMANYA’YA KÜRT GÖÇÜ

Kürt göçmenlerin işçi olarak Almanya’ya gelişleriyle birlikte geçen yüzyılın altmışlı yıllarından itibaren, yeni bir boyut kazanır Alman-Türk ilişkileri. Kemalist Kürt politikasının gölgesi düşer Almanya ve Avrupa’ya bu kez de. NATO ülkelerinin her birinde farklı boyutlarda uygulansa da, Kürtler artık Dağlı Türk pozisyonundadır yurtlarından dört-beş bin kilometre uzaklıklarda.

Çifte standart uygular Alman hak ve hukuku. Diğer göçmen topluluklarına tanınan haklardan men edilir Kürtler, ne de olsa Avukatsız Halk’tır onlar, ne lobileri ne de sırtlarını dayayacakları dayıları vardır, geldikleri yeni topraklarda. Yunanlı, İspanyol, Türk ve diğer uluslardan göçmenler kendi çocuklarına anadillerini öğretme hakkına, çocuklarına istedikleri ismi verme, radyolarda kendi dillerinde haber edinme hakkına sahipken, Kürtlere yetim muamelesi yapılır. Bununla da yetinilmez. Kürtlerin her kıpırdanışı mercek altına alınıp gözetlenir.

Buna rağmen inadına bir arayış başlar Kürtlerde. Bulundukları her kent ve kasabada örgütlenmeye başlarlar ufaktan. Küçük çaplı Newrozlar düzenler, düğünlerde govendlere tutuşurlar kol-kola. 1960’ların başında yüzleri aşmayan Kürtlerin sayısı 1973’e kadar yüz binleri bulur zamanla. Bunu 1980 darbesiyle ülkeyi terk etmek zorunda kalanlar izler. Ve 1980 ile 2000 yılları arasında siyasi sığınmacı, mülteci olarak yaklaşık 385 bin Kürt atar kapağı Almanya’ya. Benzer bir süreç diğer parçalardan Kürtler için de işler. Savaş, yıkım ve yangından kaçan Başûr, Rojhılat ve Rojava’dan Kürtlerle sayı birle, bir buçuk milyona ulaşır sonunda.

KÜRT LOBİSİ

1980’lerden 1990’ların sonuna kadar iyi bir performans sergiler Kürt Göçmen Hareketi. Toplantılar, mitingler, protesto eylemleri haftalık bir rutin haline dönüşür. Nereye bir Türk bakan veya devlet yetkilisi gelse Kürtler yollardadır. Bu çalışma ve çabalar öyle bir boyut kazanır ki Türkler bir dönem Türklüklerine sahip çıkamaz hale gelir. SPD, Yeşiller ve 1996’dan sonra da CDU parlamentoda Kürt çalışma grupları oluşturmak zorunda kalırlar. Parlamento, Alman Barış Hareketi’nden ve sivil kuruluşlardan heyetler birbiri ardına Kürdistan’a giderek savaşın, kıyım ve kırımın fotoğrafını çekerler. Bu bazen Türkiye’ye yapılan silah satış ve hibesinin askıya alınmasına yol açar. Kimi zamansa iltica başvurusu reddedilenlerin geri iadesinin askıya alınmasıyla sonuçlanır. Hatta bu çabalar öyle bir boyut kazanır ki NRW Eyaleti İçişleri Bakanı Dr. Schnoor, Kürdistan’a giderek yaşanan savaş ve yıkıma bizzat tanıklık eder. Döndüğünde eyaletin kapılarını sonuna kadar açar Êzidî Kürtlerle Süryanilere. Bununla da yetinmez Dr. Schnoor, Niedersachsen Eyalet Hükümetini de ikna eder benzer bir uygulama için. Kuzey Kürdistan’dan neredeyse tüm Êzidî ve Süryaniler kısa zaman içinde her iki eyaleti ikinci vatanları olarak seçerler.

KÜRDİSTAN’DAKİ SAVAŞA SUNULAN KIRLI DESTEK

Kürt Göçmen Hareketi’nin mücadelesi bu performansta sürerken Alman-Türk ilişkileri alttan alta işlemeye devam eder. 1960’lardan 1990’ların sonlarına kadar olan 30 yıllık zaman dilimi içinde yaklaşık 15 milyar Mark’lık Alman silahı hibe ve satış yoluyla el değiştirir. (O zaman ki para biriminin adı Deutsche Mark’tı.) Şayet bugün Köy Korucularının elinde Kalaşnikovlar varsa, bu Almanya‘nın Türkiye’ye hibe ettiği 250.000 Kalaşnikov sayesindedir. Yine dün katledilen gerillaların bağlanıp yerlerde sürüklendiği panzer ve tanklar Alman hibesidir, yani DDR’den devralınan Rus yapımı BTR’lerdir.

Ve 1993 yılının Kasım ayında alınan bir kararla PKK yasağı adı altında onlarca Kürt dernek ve kurumunun kilit vurulur kapısına. Dernekler, Yayınevleri ile buralarda çalışıp çabalayan Kürtlerin evleri basılır gecenin karanlığına sığınanlarca. Bu yasak o günden bugüne sürer aralıksız. Binlerce Kürt’ün Alman vatandaşlık hakları alınır ellerinden, yüzlercesi kovuşturmaya uğrar; 90 civarında Kürt PKK’li olduğu sanıyla hapis cezalarına çarptırılarak, zindanların soğuk ve karanlıklarına mahkum kılınır. Bu uygulamalar sonraları da başka adlarla devam eder. Kürt televizyonları, MED-TV’den ROJ-TV’ye, Kürt Gazetesi Özgür Politika dahi nasibini alır, bu kirli ittifaktan. 2013-2015 Barış sürecinde Türkiye’nin peşine düşmediği PKK bayrak ve sembollerinin, kırmızı çuha görmüş boğalar gibi düşer peşine Alman polisi.

Bugün şayet güçlü bir Kürt lobisinden bahsedilemiyorsa, bu bir yönüyle bu yasağın sonucudur. Bir diğer yönünü ise farklı renklerden diğer Kürt dernek ve kurumalarının etki ve güçlerini yitirmeleri oluşturur. Ve asıl nedense bana göre, zamanın ruhunu anlayamama, güçleri bir araya getirip ortak noktalarda harekete geçirememedir. En netameli konu budur bence, hem ülkede, Kürdistan’da yaşanan ve hem de yankısını Avrupa ve Almanya’ya vuran.

1999 VE SONRASI

PKK üstünde geliştirilen kıskaç hareketi sonucu PKK lideri Öcalan Ekim 1998’de çevirir yönünü Suriye’den Avrupa’ya. İtalya, Yunanistan, Rusya, Hollanda, Almanya ve bir dizi devlet kapılarını kapatır sıkı sıkıya. Ne iç ne de uluslararası hukuk ilkeleri, standartları işler, Kürtler söz konusu olunca. Almanya Öcalan’a ilişkin tutuklama kararını geri çekerek gösterir kirli yüzünü bir kez daha. 1998’in Kasım ayı sonlarında Avrupa Birliği adına Alman Şansölyesi Schröder ile İtalyan Başbakanı Massimo D’Aleme kameralar karşısına geçerek Avrupa Birliği olarak yeni bir çözüm inisiyatifi başlattıklarını açıklarlar ikiyüzlüce. Ardından Aralık başında Avrupa Parlamentosu bir araya gelerek acil bir Kürdistan Konferansı düzenlenmesi kararına varır.

O zorlu ve sancılı süreçte Ölümsüz Sakine Cansız’ın istemi üzerine kapısını çaldık SPD’nin, usulca. Başkanlık Divanı üyesi olan ve bugün bakanlık koltuğunda oturan A.N. ile konuyu görüştük, dilimiz yettiğince. Verdiği yanıtı sizler de tahmin etmişsinizdir. Alman-Türk ilişkileri ile Almanya’da yaşayan "büyük" Türk göçmen kitlesi bahane edilerek Öcalan’ın Almanya’ya kabulünün imkansız olduğu, Öcalan’ı kabul etmek için Norveç ve İsviçre’nin AB’den istediği güvencenin ise AB yetkilerince reddedildiğini belirti, usulünce.

Almanya isteseydi, Öcalan kalabilirdi buralarda. Ya da Norveç veya İsviçre‘ye garanti verilmiş olsaydı, çekilmezdi o zamandan bugüne yaşanan bu sıkıntı, belki de. Verilen sözlerin, alınan kararların, iri kıyım devlet yetkililerinin kameralar karşısında dile getirdikleri çözüm süreçlerinin hiçbir hükmünün olmadığı görüldü 15 Şubat 1999 günü. Öcalan‘ın derdest edilip Türkiye’ye teslim edilmesiyle yeni bir aşamaya sıçradı Türkiye-Almanya ilişkileri.

AB ADAY ÜYELİĞİNE GİDEN YOLDA LIGHT İSLAM SOSLU ERDOĞAN

1998‘de "işkencilerle bir masaya oturmayız" diyen AB, Aralık 1999’da açıverdi kapılarını işkencecilere sonuna kadar ve Türkiye ile AB arasında üyelik görüşmelerine geçiliverdi, aniden, damdan düşer gibi. Ve Kopenhag Kriterleri diye müzakereler öncesi yerine getirilmesi gereken "işleyen bir demokrasi, insan haklarına tam saygı, azınlık haklarının güvenceye alınması" gibi hüküm ve şartlar biryana bırakılarak Ekim 2005’te Türkiye ile müzakereler başladı.

O zaman da, bugün de şayet AB-Türkiye ilişkilerinde kuralsızlık, ilkesizlik ve omurgasızlık hakimse, bu Almanya sayesindedir. Tarihi Alman-Türk ilişkileri sonucu, politize olmuş İslam’ın ılımlı, light versiyonunun temsilcisi sayılan AKP ve lideri Erdoğan on yıl boyunca şımartıldı, tüm fütursuzluklarına es geçildi, şantajlarına boyun eğildi. Ve on yıl sonra, 2012 yılının sonlarından itibaren Suriye ve Ortadoğu’da Türkiye’nin işlediği haltlar, cihatçı güçlere, El Nusra ve IŞİD’e verdiği açık destek  gün yüzüne çıkınca Obama’nın dayatması sonucu farklı bir boyut kazandı bu ilişkiler. Böyle olmasına karşın Almanya hep ikiyüzlü davrandı. Her sıkıştığında Türkiye’nin carına yetişen yine Almanya oldu.

ILIMLI İSLAM’DAN MÜSLÜMAN KARDEŞLER LİDERLİĞİNE

Erdoğan Türkiyesi’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasının gerçek yüzü ortaya çıkıp dışarıda homurtular yükselirken, içerdeki güçlerin öngörüsüzlüğü ve Anti-Kürt konumlanması sonucu tepkinin seyri ve boyutu beklentilerin gerisinde kaldı. Gezi direnişinde, Cumhurbaşkanlığı ile 7 Haziran seçimlerinde, Irak ve Suriye’ye yönelik savaş tezkerelerinde CHP uğursuz bir rol üstlendi. Erdoğan’ın beklediği, hesap ettiği ürkekçe bir tutum sergiledi ve dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet diyerek Türk devlet aklına bir kez daha uyup ayağına kurşun sıktı, bindiği dalı kesti.

Şayet CHP biraz cesaretli davranabilseydi, öngörülü, dış konjonktüre uygun bir tutum içinde olabilseydi, Erdoğan, bugünkü gibi davranma cüretine kavuşmayabilir, planladığı darbenin gerçekleşmesine zaman bulamayabilirdi.

İçerde bunlar yaşanırken dış gelişmeler farklı bir boyutta seyrediyordu. Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler Örgütü MİT himayesine alındı, "nereye kadar gidebiliyorsan git, arkandayız" dendi ve Mursi giderek daha pervasızlaştığında Temmuz 2013’te Batı’nın açık desteğiyle bir darbe sonucu koltuğundan alaşağı edildi.

Türkiye’nin El Nusra, IŞİD, Hamas ve diğer cihatçı gruplara sağladığı her türlü destek dünya medyasında yer bulmaya başladı. 2014 yılı yazında IŞİD’in Musul ve Şengal’e saldırısı, bu saldırılarda Türkiye’nin oynadığı rol ile IŞİD’in Kobanê‘yi işgal girişimine karşı Erdoğan’ın el-avuç ovuşturması dünya kamuoyunun dikkatinden kaçmadı. Şengal’de direnen ve Êzidîleri daha büyük çaplı bir kırımdan koruyan güçlerle Kobanê’de IŞİD çetelerini yenerek tılsımını bozan, yenilmezliğini dumura uğratan YPG ve Kürt direnişçilerine sempati giderek boyut kazandı. Bu tartışmalar öyle bir aşamaya vardı ki Ekim 2014’te CDU Parlamento Grubu Başkanı Kauder katıldığı bir televizyon programında "PKK’nin Suriye kolu olarak adlandırılan YPG’ye silah yardımı yapılması" gereğinden bahseder oldu. Oldukça zayıf konumda olan Kürt lobisi o süreçte gereken performansı gösteremedi ve belli bir süre sonra o olumlu tartışmalar da son buldu.

ALMAN İSTİHBARATI, 2016 VE SONRASI

Alman medyası projektörlerini son yıllarda giderek Türkiye’ye çevirdi. Geçmişte Atina ve Kahire’de oturarak Türkiye’ye ilişkin haber yapma alışkanlığı giderek yerini Ankara ve İstanbul’da haber merkezleri, stüdyolar açmaya bıraktı. Alman medyasının önde gelen gazete ve televizyonları neredeyse her gün Türkiye’ye ilişkin yayınlar yapmaya, haberler vermeye başladı. Kamuoyu anında bilgi edinme hakkına kavuşmuş oldu.

Kamuoyunun bu ilgisi Alman hükümeti nezdinde bir baskı unsuruna dönüştü. Alman hükümetinin Türkiye’ye, Erdoğan’a yönelik sürdürdüğü kişiliksiz, silik ve altan almacı, Erdoğan’ın şantajlarına boyun eğme politikası tepkiyle karşılanır oldu.

Alman hükümeti Türkiye ve Kürdistan’da olup bitenler karşısında derin bir sessizliği tercih edip üç maymunları oynarken, ona bağlı kimi kurumlar işin ucundan, kıyısından bilgiler servis etmeye başladı.

IŞİD çetelerinin Şengal’e saldırısı sonrası Alman İstihbarat Teşkilatı BND, IŞİD’in arkasındaki güçler hakkında bilgimiz var diyerek, Türkiye’ye takoz attı. Bunu "Türkiye İslamcı, cihatçı güçlerin eylem odasına döndü" raporları izledi. Ve ABD Dışişleri Bakanı Tillerson "Müslüman Kardeşler Türkiye’de iktidar ortağıdır" diyerek taşı gediğine koydu. Aynı günlerde Körfez hareketlendi. Beş-altı yıl boyunca İslamcı örgütleri palazlayan, her türlü destekte bulunan Suudi Arabistan yanına aldığı diğer Körfez ülkeleri ve Mısırla birlikte Katar’ı İslami Teröre destek olmakla suçlar pozisyona geldi.

Erdoğan’ın "Allahın lütfu" saydığı "darbe" sonrası ise Alman Haberalma Örgütü (BND), 15 Temmuz ‘darbesi’ Gülencilere yıkıldığı halde sekiz aydır Türkiye tarafından elle tutulur kanıt sunulmadığının altını çizerek "darbenin sonuçları olarak gördüklerimiz aynı derinlikte ve radikallikte olmasa da, zaten gerçekleşecekti. Darbe sadece işe yarayan bir bahane oldu" diyerek çıtayı biraz daha yükseltti. (Der Spiegel, 18.3.17)

21 Mart 2017 tarihinde Yeni Özgür Politika’da çıkan bir yazımdan bir alıntıyla sonuca varmak istiyorum: "Erdoğan, gücüne güç katmak, saltanatını ömrünün sonuna kadar elde tutmak, yargılanmak ve hesap vermekten kurtulmak için kumar masasına oturdu. Ancak Beştepe’deki, Beyaz Saray’daki, Külliye’deki hesap çarşıya uymadı.

Uymadığı içindir ki herkesi düşman görmeye başladı. Saltanatın, tek adamlığın tam da buna yol açtığının ayırdına varamadı. (...) Erdoğan sıkışmıştı, acil sıcak paraya ihtiyacı vardı. Ekonomi kötüye gider, işsizlik ve enflasyon artar, yatırımcılar kaçarken Almanya’nın kapısını çaldı; el açtı, para dilendi. Bir istediğini iki etmeyen, en zor anında destek ve koltuk değneği olan Merkel’in imdadına yetişeceğini sandı. Ancak hesaba katmadığı bir şey vardı. O da Almanya’nın Merkel’den daha fazlasına tekabül ettiğini unutmasıydı. Almanya’da bir kamuoyunun olduğunu, Almanya’nın bir muz cumhuriyeti olmadığını hesaba dahil etmedi.

"İsteği karşılanmayınca, eli boş dönünce aldatılmışlık hissine kapılarak Almanya’yı Nazilikle, terörü beslemekle suçlayarak ‘namusu"’ kendi usulünce temizlemeye çalıştı. Top artık Avrupa yakasında. Top, Avrupa devletlerini tek tek dolaşarak Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi ile Nato’nun yaldızlı masasına gelecek."

Böyle de oldu. Avrupa Konseyi’nin ardından bir uyarı da Avrupa Parlamentosu’ndan geldi. Türkiye ile ilişkiler kritik bir eşiğe gelip oturdu.

Şubat ayında bir yandan para dilenilirken, diğer yandan da iadesi istenenlerin listeleri sunuluyordu Almanya’ya peşpeşe. Listelerin Kürtler ve solcularla ilgili kısmı düşmezken medyaya, Gülenciler bölümü büyük spotlarla sahne alıyordu basında. Kapı kapı dolaşarak Gülencileri uyaran Alman İstihbaratı 4.500 Kürde ilişkin bir uyarıda bulunma gereği dahi duymadı, tek bir Kürdün kapısını çalıp dikkatli ol demedi. Son olarak NATO’da görevli kimi subaylarla Almanya’ya iltica başvurusunda bulunan diplomatların iade talebi geri çevrilince Erdoğan’ın şantaj ve rehin alma politikası devreye girdi yeniden. Ve Die Welt Gazetesi muhabiri Deniz Yücel tutuklandı. Bunu Meşale Tolu ile Uluslararası Af Örgütü Amnesty’den Peter Seudtner’in tutuklanması izledi. Türkiye’de tutuklanan diğer 19 Almanya vatandaşındansa bahseden yine çıkmadı. Sınır kapılarından geri gönderilen, kapı dışarı edilen yüzlerce Almanya vatandaşı Kürt ve Türk’ün neden geri çevrildiği sorusu ise bir türlü sorulmadı.

Ve çok geçmeden ayrı bir listenin Almanya’ya verildiği ortaya çıktı. Verilen son listede Türkiye’de yatırımı olan Mercedes ve BASF’in de içinde yer aldığı, Gülencilerle bağlantılı oldukları iddiasıyla 681 Alman firmasının isimlerinin Interpol’e servis edildiği kamuoyuna yansıdı.

STEİNMEİER’İN UĞURSUZ ROLÜ

Kovayı taşıransa bu oldu. Yoksa bardaklarla sürahiler çoktan dolmuştu. Kova dolunca nihayetinde Alman Dışişleri Bakanı Gabriel, Merkel’e de danışarak sesini yükseltmeye, Türkiye’nin şantaj politikasına boyun eğmeyeceklerini söylemeye başladı.

Erdoğan’ın Yeni Türkiye’si bu restten sonra Interpol’e verdiği listeyi geri çekerek, bu son şantajın para etmediğini anladı, tükürdüğünü yalamak zorunda kaldı.

Tabii bu arada Almanya’nın Kürdistan’ın diğer parçalarına yönelik ısmarlama tavrını da not etmek gerekir. Bilindiği gibi 2017’nin Şubat ayında Münih’te Güvenlik Zirvesi toplandı. Güney Kürdistan Başkanı Mesud Barzani de konuşmacılar arasında yer alıyordu. Hiç yeri ve zamanı değilken o zamanın Dışişleri Bakanı, günümüzün Devlet Başkanı Steinmeier bir twit çekerek kuşlarla Almanya’nın Kürdistan’ın bağımsızlığına karşı olduğunu Ankara’ya duyurdu büyük bir mutlulukla. Bunun üzerine Barzani önceden planlanmış bu geziyi iptal ederek tepki gösterdi. Aynı dönemde Alman Barış Hareketi’ne yakınlığıyla bilen gazeteci Andreas Zumach katıldığı bir televizyon programında Rojavalı Kürtlerin Cenevre görüşmelerine katılmasına engel olanların başında Türkiye’nin istemi ile Steinmeier’in geldiğini not düştü. 1999’da uğursuz bir rol oynayan Steinmeier bir kez daha kanıtlamış oldu kendini, Erdoğan ve Yeni Türkiyesi’ne.

Erdoğan’a karşı içerde ciddi bir alternatif oluşmadığı sürece, Almanya-Türkiye ilişkilerinde fazlaca bir tırmanma beklenmemelidir. Karşılıklı atılacak ufak bir takım adımlarla, bırakılacak birkaç rehine ve Almanya’da Eylül sonunda yapılacak parlamento seçimlerinden sonra, işler yeniden yoluna girip devam edecek, çıkarlar vicdana bir kez daha baskın gelecektir.

SONUÇ OLARAK NE YAPMAK GEREKİR?

Önceki iki yüzyılda müdahale etme şansımız yoktu Türk-Alman ilişkilerine. Son elli yıldır var bu şansımız. Almanya’da yaşayan birle bir buçuk milyonluk Kürt kitlesi ve taşıdığı, içinde barındırdığı potansiyel şansımızdır şimdilerde. Bunun önemli bir bölümünü ise ya burada doğmuş, ya da çocukluk ve gençlik dönemlerini burada geçirmiş insanlar oluşturuyor.

Üç-dört kuşaktan oluşan, yarısından fazlasının Alman vatandaşı olduğu bu devasa potansiyel ve güç, burada eğitim almış on binlerce iyi yetişmiş akademisyense zenginliğimiz. Ayrıca Almanya’da Türklerin hanesine kayıtlı 96 bin işyerinin yüzde yetmişi Kürtlerin elinde. Yarım milyon insanın istihdam edildiği, cirosu 50 milyar Euro’yu aşan bu potansiyelin yüzde yetmişi ise cabası.

Böyle olmasına rağmen ne etkili bir kamuoyu çalışması yürütebiliyor, ne de güçlü ve istenir oranda bir lobiye sahibiz. Yirmi yıldır on tane Kiosk (Büfe) ile Imbiss’i bir araya getirmeyi bile bir türlü başaramadık.

Devletlerin vicdanı olmaz, çıkarları olurmuş. O çıkarları bir yönüyle etkisiz kılıp vicdana yer açmak elimizde. Bunun için de planlı, programlı, etkili bir çalışma yürütmek gerekir. Kendi tabanımıza yönelik etkinlikler ve ajitasyon içinde bulunduğumuz şartlar altında bir yönüyle gerekli. Ancak bundan daha önemlisi kamuoyu çalışmasıyla lobi faaliyetleridir.

Sormamız gereken soruların başında şunlar yer alıyor: Dün SPD, Yeşiller ve CDU’nun parlamentoda Kürt çalışma grupları varken, bugün neden yok? İslamcı bir geleneğe sahip, öyle olduğu için de Batı ve sekülerlik karşıtı Gülencilerin neyi bizden fazla ki, onlar yapabiliyorlar da, bizler yapamıyoruz? Hangi örgütsel araçlar, ilişkilerle devletlerin çıkarlarına takoz koyup kamuoyunun vicdanını harekete geçirebiliriz? Yine yüze yakın dernek olmasına, her kent ve kasabada örgütlü olunmasına karşın neden sendikal ve barış hareketinde, insan hakları örgütleriyle sivil kuruluşlarda, siyasi partilerde bir etki ve gücümüz yok?

Bu ve benzer sorular enine boyuna tartışılıp sonuçları hayata geçirildiğinde farklı bir Almanya ile karşılaşmak olası. Son yirmi yılın Almanyalı Kürtlerden beklediği ise tam da bu.

Şimdi değilse, ne zaman? Bizler değilse, kim?

([email protected])

Öne Çıkanlar