Ankara-Dersim: Aynı kasnağa işlenmişti onun dünyasında
Gülsen YÜKSEL
Hava karardı. Mezarlık yolu ıssız... İçimde bir ürperti. Tekin gelmiyor yol. Araçta beş kişiyiz. ‘Dönelim’ diyorum. Korkum mezarlıktan. Gittiğimiz kısa yoldan dönerken, karşımıza çıkan siyah araca seviniyoruz. El edip, ‘İncek Mezarlığı’nı, doğru yolda olup olmadığımızı soruyoruz. "Bizim geldiğimiz yoldan devam edin" diyor şöför koltuğundaki adam. Sola kıvrılıyoruz. Birkaç dakika sonra cenaze için gelen araçların ışıklarını görüp rahatlıyoruz. Mezarlıkta yalnız değiliz! Oysa defin işlemi yapılırken itiş-kakışla başka türlü bir yalnızlık içinde olmadığımızı anlıyoruz. "Burası Türk toprağı!" karanlığı yalayıp, mezar taşlarının soğuk mermerine çarpan o uğultu, o ses. Bir ben mi duyuyorum. Yaşlı kadının toprakla buluşan çıplak bedenine el uzatacak birazdan. Gece tekinsiz. Gece karanlık. Saf kötülük başrol biçmiş kendine. Kalabalık ve palalılar. İncek Mezarlığı... Adını ilk defa duyuyorum. Sağ çıkabilecek miyiz? Bana siper olacak bir mezar taşı, bir çalılık bakıyor gözlerim. Aklım halamın cansız bedeninde.
O bir PKK militanı değildi, benim halamdı. Hatun Tuğluk. Abla, kız kardeş, teyze, görümce, gelin, elti, yenge, komşu, sonra upuzun saçlı Naz’ın babaannesiydi. Birbirimize çaya gider gelirdik. Evet, o bir PKK militanı değildi. Üç kız kardeşin ortancası... En zarifi en acılısı, en "çekmişi"ydi.
Ne vakit benim halam oldu, ben ne vakit onunla "yetişkin" ilişkisi kurdum bilmiyorum. İlk ayırdına vardığım diğer halalarımla birlikte babaannemin evinde, ateşin başında anlamadığım dilde (Zazaca) kurdukları büyülü dünyalarıydı. Sabun kokulu beyaz tülbentleriyle önden saçlarını bir perçem itinayla çıkarmaları, genç kadın halleri ve gizli dünyaları masalsıydı. Ve her masalda olduğu gibi bu masalın da kötü adamları vardı sadece.
Annesinin 1938 Dersim Katliamı için yaktığı ağıtlarla birlikte bal, çiçek kokulu bir köye (Ağdat-Baldan) doğmuştu. Babasının arı petekleriyle kurduğu, annesinin vişne bahçesine bakan "masal evi"ndeki hikayesi pek iç açıcı değildi. Ama o kendi masalını başlatacaktı. Evlendiğinde üzerinde ne tür bir gelinlik vardı, bilmiyorum. Ama mutlaka çok özenmiş, kılı kırk yarmıştı. "Masal evi"ni Elazığ’da kurdu. Mutluydu. İki erkek bir kız. Kıyafetler o yıllarda olduğu gibi terzilere özel sipariş... Takılar, yüzükler ve küpeler... Hiç vazgeçmeyecekti.
Gözümüzde Dersim’den çok Elazığlı halamızdı. Öyle ki dili Elazığ şivesine çalmaya başlamıştı. Dersim’de olmayan simitler Elazığlı halayla birlikte gelirdi, susam kokulu.
Gözlerim ondaydı. Omuz hizasındaki dalgalı saçları, ortanın üstündeki boyu, ince çorapları, ince topuk ayakkabıları, gardropta sıralı, işli kıyafetleri, endamı... Bir "şehir kadını" olmuştu ergen dünyamda. Ama masal bu ya... En güzel yerinde kopacak, acıya boğacaktı halayı. Genç yaşta gelen eş kaybı... Sonra en dayanılmazı "oğul acısı"... En zekisi, en büyüğü... Cezaevi avlusundaydı kötü adamlar... El-le-rin-de Ka-leş-ler... Oy Oğul! Oy! Sonrasında adını ‘kaldırmadı’, sözünü etmedi aile meclisinde. Evlat acısı dile gelmeyendi. Kalbe gömülen.
Kayıplar, yıllar sonra yolunu İstanbul’a düşürdü. "İki çocuk"... Dayan yüreğim dayan.
İstanbul ışıklar içindeydi. O kasnakta nakış, dantellerle sırdaştı. Dul ve yetim maaşı... Çocuklar üniversitede.
Anneydi. Dayandı yüreği. Hepimizin annesi gibi... Közde patlıcan, ev yapımı yoğurt ve sıklıkla yaprak sardı. Küçük tencereleri sevdiğini fark etmiştim.
Evet. O ‘Aysel Tuğluk’un annesi’nden çok daha fazlasıydı. Türkçe bilmeyen annesinin adını tam telafuz edemediği ortanca kızı, "Hatun"du. Kadındı. Dirençliydi ruhu. Hiç yakınmadı. Oğul acısı bile ‘kin’ yüklememişti kalbine.
Sonraki yıllar... Avukat kızı zorlu bir siyasetin içine girmişti. O yüzden gözünü ayırmadı haberlerden. ‘Başına iş gelir’ endişesi... Bütün kanalların saat başı haberleri... ‘Son dakika’ları, eklem romatizmasına, tutmayan bacaklarına eşlik etti. Hep kızını bekledi. "Yine geç kalmıştı." Harcını hazır ettiği yaprakları Aysel’le saracaktı. Birlikte yaptıkları en güzel şeydi, parmakların aynı anda harca batırılması. Belki arada siyaseten ayar verecekti kızına. ‘Onu neden öyle yaptın Aysel?" "Hiç oldu mu?."
Tatlı, eğlenceli bir kadındı. Yumuşak mizaçlıydı. ‘Kötülük ne?’ derdi. Endişeliydi siyaseten, olan bitenden. Telefonda birlikte ağladık bütün ölümlere. Barışçıydı, anneydi, kız kardeşti, halaydı, teyzeydi. Memleket sormayan ‘iyi bir komşu’ydu. İstanbul’da da Ankara’da komşuları çok sevdi onu. Belki de hiç Kürt komşusu yoktu.
Evet... Onun masalı kötü bitmedi. Kötü olan bütün masallarda ortaya çıkan kötü adamlardı sadece. Bilselerdi... "Aynı yaprak sarması tarifi"ydi tattıkları.
Kızı için İstanbul’u bırakıp Ankara’ya gitmişti. Vasiyetiydi Ankara’ya gömülmek. Belki babasız büyüttüğü kızına yakın tutabilmekti mezarını. Belki Ankara’yı çok sevmişti, kimbilir. Siyasetin kirli yüzünü bilmezdi. Güllü, kuşlu rengârenk kanaviçeler yapmıştı bütün anneler gibi. ‘Anne Sandığı’ndaki kumaşların naftalin kokulu renkli dünyasına yatırmıştı acısını.
Ankara-Dersim... Ayrı gayrı bilmedi. Her kentin gece ışıklarına sevdalandı. Hepsini aynı kasnağa işledi masal dünyasında. "Ankara" dedi. "Ankara’ya gömün beni". O’nun masalı kötü bitmedi. Kötü olan masalın orta yerinde ansızın beliren kötü adamlardı sadece. Keşke bilebilselerdi, Hatun Anne’nin yaprak sarması annelerininkiyle aynı tarifti. Gökten üç elma düşsün... Onun masalının sonu kasnaktaki beyaz güvercin olsun.
Tatlı uyu güzel kadın.