Anneler ve Mayıs
Mehmet YEŞİLTEPE
Renkleri yok sayıp
topluma tek tip elbise giydirmek istediler.
İsyanları bastırıp isyancıyı katlettiler.
Hatırlamasın diye hafızalara kast ettiler.
Tarihi silip yerine resmi olanını yazdılar.
Baba İshak'tan Şeyh Bedreddin'e
Pir Sultan'dan Seyid Rıza'ya
1993 Sivas'ından bugüne hep aynı şeyi yaptılar...
Devrimciliğe dair pek çok niteliği ve özneyi, tarihi öneme sahip anı ve değerleri bir arada barındıran Mayıs'ı, baharı da doğumu da doğurganlığı da mücadeleyi de bir arada barındıran anneleri aynı anda anmak; mücadeleden, direnişten söz etmek, bu konuda yazmak, bitmeyen bir yola çıkmak gibidir; onları bir yazı kapsamına sığdırmak olası değildir...
Empati ve yoldaşlık
Bugün en fazla konuşulan meselelerin ve annelere en çok yakışan niteliklerin başında birleşik mücadele geliyor. Gerçekte buna zemin oluşturan olgulardan biri de bazı kavramların ve bazı kişi veya olguların birbirine çok yakın olmasıdır. Çünkü bir bakıyorsunuz bir yerde doğası katledilen insanların mücadelesi var; bir yerde çocukları katledilen insanlar mücadele ediyor; bir başka yerde hakları gasp edilen ve geleceği çalınan insanların mücadelesi var. İşte bu mücadeleler, amaçlanan hedefe ulaşmak ve sonuç almak için, birleşik bir zeminde en azından bir toplam güç oluşturacak şekilde birbirini görmeli, hissetmeli ve dikkate almalıdır. Annelerin duruşu, mücadelesi, değerlerini ve birbirini sahiplenme şekli, bu konuda en öğretici kesitlerden biridir.
Bunun için Arjantin'le Türkiye'nin veya Şili'nin aynı karede görülmesi, arada kurulan empati ve yoldaşlık bağları çok önemli ama yetmez. Karadeniz'de derelerin kardeşliğinden söz edildi, bu da önemli ama bu da yetmez. İstanbul'dan baktığımızda Berkin'i, Lice'den baktığımızda Medeni'yi görüyoruz. O halde ikisini birden aynı karede görebilen bir bakışa, Berkin'in ve Medeni'nin kardeşliğine ihtiyacımız var. Aynı zamanda bir köyün ateşle yakılması ile Kazdağları'nın siyanürle yakılması, Berkin'le Medeni'nin vurulması aynı karede görülebilmeli. Bu, Metris ile Diyarbakır'ın (Amed'in), İstanbul ile Lice'nin kardeşliğidir; boşaltılan veya yakılan köyle doğası katledilen köyün kardeşliğidir. Ve aynı zamanda başarının da koşuludur.
Diyalektiğin gereği bir başka ifadeyle söylersek, Mamak celladı Raci Tetik, Diyarbakır celladı Esat Oktay Yıldıran ve Metris celladı Binbaşı Adnan Özbey arasında nasıl ki sınıfsal amaç bağı ve aynı şeye hizmet etme ortaklaşması varsa, bu nasıl ki kötülüğün ortaklaşması ise o hapishanelerde direnenler arasında da kardeşlik ve yoldaşlık bağı vardır, güzelliğin ortaklaşması vardır.
3 H...
Hafızasızlık, hissizlik, hiçlik... teslim alınmak, maddi ve manevi olarak çökertilmek, kendine ve başkasına yararı olmayacak hale getirmek için beton ve demir arasına konulan kişiye asıl uygulanan kuşatma bu "3 H"dir. Tutsağın değerleriyle bağı kopmalı, hafızası boşalmalı, hatta zaman ve mekan mefhumunu kaybetmelidir; "tredman" diye ifade edilip inceltilen uygulamanın özü/amacı budur.
Gerçekte yokluk ve mekansızlık, tüm zalimlerin yaratmaya çalıştığı ortak özelliktir. Sadece gözleri değil bilinçleri de kör etmek isterler. Çünkü bilirler ki "yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz" (Stefan Zweig) Bunu, direnenlere hemen her koşulda hissettirmek, onları amaçsız ve hatta ruhsuz duruma düşürmek isterler. Çünkü amaçsız kalmış insanlar kolay teslim alınır.
Dünya ölçeğinde sistemin ve örgütlü kötülüğün temsilcisi ABD'nin tasarımı Guantanamo, bunun en son örneklerindendir. Tutsak "görmesin, duymasın, dokunmasın" yani hissetmesin diye kafaya kukuleta, ellere eldiven geçirilip bağlı halde bekletilir. Bunun için yeri bile bilinmeyen "hayalet cezaevleri" oluşturdular. (Merkezi New York’ta bulunan insan hakları örgütü Human Rights First, Amerikan yönetiminin yurt dışında Guantanamo benzeri 13 gizli cezaevinin bulunduğunu bildirdi. ABD Savunma Bakanlığı’ndan ise bu bilgiye yalanlama gelmedi...)
Tüm bu örneklerin sonunda bugün daha da önemlisi ve hatta tehlikelisi, artık bu kişilik işgali ve teslim alma, dışarıda günlük yaşam içinde gerçekleşmekte, insanlar "gardiyansız" halde bizzat kendi hapishanesini kendi kafasında taşır hale getirilmektedir.
3 T...
Kaybetmek, sadece fiziki değil, ideolojik ve psikolojik bir saldırıdır; kişinin anılmasına sebep izlerin dahi silinmek istenmesidir; bilinçlerden, gönüllerden ve gözlerden uzak tutmanın amaçlanmasıdır. Bunun bir biçimi Auschwitz’se, diğer biçimi "tedip, tenkil ve tehcirdir," ihtiyaca bağlı olarak araçların güncellenmesi ama saldırının özünün korunmasıdır.
Tedip: Terbiye etme, yola getirme, uslandırma.
Tenkil: Başkalarına ibret olacak şekilde ceza vermek. Kaybetme, tam da bu amacı taşır. Hafıza silme, yok etme, imha da vardır. Halepçe gibi, yakılan köyler gibi...
Tehcir: Göçe zorlama, göç ettirme
Dikkat edilirse bunlar süreç içinde daha da geliştirildi, iç içe sokuldu. Örneğin bir köyün yakılmasında aynı anda tedip, tenkil ve tehcir amaçlanıyor.
Zindanlar; Metris, Mamak, Diyarbakır...
Anlatacağımız olguyu bir tarihsel sürece oturtmak, fotoğrafı sınıfsal bağlamlarıyla bütün içinde görmeyi sağlar. Aksi takdirde yapılıp edilenler, sınırlı sayıda bir takım kişilerin örneğin Mamak‘ta Raci Tetik'in, Diyarbakır‘da Esat Oktay Yıldıran'ın ve Metris‘te Binbaşı Adnan Özbey'in kişisel meselesi gibi görünür.
Faşizmin derinleştiği, halka yönelik saldırıların arttığı, darbe vb. dönemlerde rejimin saldırı araçları da çeşitlenip boyutlanır. Özellikle darbeler, mevcut hukuka sığmama halidir. Dolayısıyla da bir anayasal değişiklik öngörse de özü itibariyle var olanın daraltılması veya olağanüstülüğün olağanlaştırılması halidir. Bu tür süreçlerin temel özelliği, sermayenin yani mevcut sömürü ilişkilerinin güncellenmesi, sermayenin ihtiyaçları bağlamında yeniden düzenlenmesidir. Bunun için tasarlanmış olan programların uygulanmasında dirençle karşılaşmamak için yaygınlıkla başvurulan yol, onların deyimiyle söylersek "saha temizliği"dir. Bir başka ifadeyle, direnme ihtimali olan kesimlerin etkisiz hale getirilmesidir. İşte tam da bu nedenle, 12 Mart'ta da 12 Eylül'de de ve hatta 2000'li yılların başında gündeme getirilen BOP'un uygulanması sürecinde de ilk saldırı örgütlü muhalif kesimlere, devrimcilere yapılmış, hapishaneler de (19 Aralık "Hayata Dönüş" operasyonu) bu iş için bir çeşit laboratuvar olarak düşünülmüştür.
Metris, Mamak ve Diyarbakır, 12 Eylül döneminin temel öneme sahip hapishaneleridir. Eğer oraya kapatılan devrimciler etkisiz kılınabilirse onların deyimiyle rehabilite edilebilirse programlarını daha kolay uygulayacak, daha sorunsuz biçimde yola devam edebilecek, ülkenin kaynaklarının sermayeye peşkeş çekilmesi ve ülkenin emperyalizmin talanına açık hale getirilmesi daha kolay olacaktır. Örneğin Adil Can Metris'te 1985'te TTE giymediği için revire dahi götürülmemiş ve adım adım ölüme terk edilmişti. Ölüm demişken, bir kez daha hafızalar güncellenmeli, 1987'de kurulan JİTEM ve faili meçhul cinayet tartışmalarında genellikle 17 bin faili meçhulden söz edildiği anımsanmalıdır.
Kötüler iyileri kaybediyor
Bu ülkenin sokaklarında çocuklar ölüyor. Faili belli veya meçhul fark etmez, aynı kapsamda ele alınmalıdır. Bu kapsamda 11 yaşındaki Rabia Naz'ı da Ali İsmail'i de Berkin'i de Medeni'yi de... saymak durumundayız. Bu yelpaze, kayıplarımızı olduğu kadar kaybedenlerin kötülüğünü de anlatıyor. Yani kötüler, iyileri kaybediyor.
Bu mücadele aynı zamanda geleceğe, geleceği kazanmaya yönelik bir mücadeledir. Ve tabii ki birleşikliğinin, basamaklarının, anlam ve değerlerinin en sıcak/güncel noktasında Helin ve İbrahim vardır.
"Susmuyoruz! Unutmuyoruz! Vazgeçmiyoruz!" diyen Cumartesi Anneleri'ne bakın, her birinin hikayesinin romana, sözlerinin ise şiire yaklaştığını görürsünüz. Bu, duygu derinliği ve yoğunluğu ile doğrudan ilintilidir.
Evet hikayeleri bir roman konusu, konuşmaları ise şiir gibi. Veya hikayeleri bir romana yaklaşır sözleri ise şiire... Berfo Ana'nın "Benim evladım gelir diye kapıyı bacayı açık bıraktım. Ay geçti, gün geçti, sene geçti benim çocuğum gelmedi." biçimindeki sözleri... Besna Tosun'un "Her akşam eve döndüğümde önce kapıdaki ayakkabılara baktım. Sonra beklediğim yerden kalkıp aramaya başladım o umudu. (...) 12 yaşında çıktığım yollar da benimle büyüdü." biçimindeki ifadeleri... Evet, dediği gibi, dedikleri gibi "yaşatılanların telafisi yok, özrü yok." Bu nedenle kaybedenle uzlaşma da mümkün değil...
Mücadele güzelleştiricidir, anlam ve nitelik kazandırır. Karanfil, 1951 Yunanistan'ında Beloyanni'de olduğu gibi mücadelecinin elinde güzelleşir, meydanlar/alanlar mücadeleye ev sahipliği yaptıkça nitelik kazanır, anlam büyütür.
Kısacası onlar yani kaybedenler; hafızaları silmek, dilleri lal etmek istiyorlar. Kötülükleri öyle çok, suçları öyle büyük ki itiraza da hatırlamaya da tahammülleri yok. İtiraz edeni yok ediyor ve onun hatırlanmasını istemiyor. Zalimlerin tarihinde bu hep vardı.
Hatırlamak yaşatmaktır
Dünü bugüne tercüme edebilmek, doğru bir duruşun ve yol alışın önemli koşullarından biridir. Marks, "ölmüş kuşakların geleneği yaşayanlar üzerine bir kabus gibi çöker" der.
Bu, bırakılan mirasa karşı sorumluluk çağrısıdır. Benzer şekilde Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht'in Berlin'deki mezarlarının olduğu anıtta "Ölülerimiz hatırlatıyor" veya "Ölüler bizi uyarıyor" cümlesi dikkat çeker.
Hatırlamak yaşatmaktır; yaşatmak, tarihin ölü dokularını değil diri dokularını yani devamlılığa basamak olmuş doğruları sahiplenmeyi gerektirir.
Tarihsel bağlam içinde söylersek, sorgu süreçlerinden yani işkencehanelerden başlayan direnç, hapishanelerde devam ederken bu süreçte dışarıdan geliştirilen en önemli direnç odaklarından biri de Anneler eksenli örgütlenmeler oldu. Bunun 12 Eylül'deki biçimi İHD desteğindeki tutsak aileleriydi. Örneğin bu yolda yitirdiğimiz Didar Şensoy, bu sürecin öncülerindendi. Bu konuda Güzel ana (Şahin), Berfo ana, Fatma Morsümbül... gibi pek çok isimden bahsedilebilir ama bunların ortak özelliği "Anne" olmalarıydı. Bu alanda süreç içinde Tutuklu Aileleri'nin oluşturduğu çeşitli dernekler oldu. Ancak konumuz bağlamında söylersek dünden bugüne uzanan süreçte "Anneler"in özel bir rolü vardır.
Cumartesi Anneleri, yaşananların anımsatıcısı, unutmamanın güvencesi, hesap sormaya gidecek yolun yapıcılarıdır; iyi ki varsınız umudun anneleri...