Baş etme, ruhunu koruma...
Aytül HASALTUN BOZKURT *
Korona süreci boyunca hiç olmadığı kadar bilgiye yakınlaştığımızı düşünüyorum. Nihayetinde korunma yollarını öğrenmek de, Sağlık Bakanı’nın her akşam yaptığı (tartışmalı olsa da) gün dökümü de ve en nihayetinde tüm dünyayı mutlu sona ulaştıracak olan aşının bulunması da bilginin, bilmenin farklı halleri. "Bilgi, sorgulamayı farklı bakış açılarını ve deneyimleri tanımayı ve daha esnek bir yapı kazanmayı sağlayabilir. Dışarısı ile etkileşime kapalı olma (bilgiden yoksun olma) daha geleneksel, tutucu ve ilkel /büyüsel alanda batılda kalmaya yol açabilir. Değişime kapalılık, çağa ve topluma uyumda zorluk ve çatışmalara yol açabilir."(1) Ve elbette şüphe, bu bilme halinin lokomotifi olabilir pekala. Çünkü yaratıcı eylem merak veya ihtiyacın eseridir daha çok. Senelerdir yaratıcılık üzerine çalışan biri olarak sürecin bizleri böylesine bilgiye zorlamasından mutluluk duyduğumu söylemeden edemeyeceğim.
Ama tabi bizim topraklarımızda "eğitim şart" ile en klasik -hatta belki de klişe demeliyim- yolu döşenen bilgiyi/bilmeyi işaret etme hali -ki bu tavır eser miktarda eylemsizlik içerdiği için de oldukça sorunlu bana kalırsa- erişim engeli olan birey için oldukça dışlayıcı hatta irrite edici. Onun için de bazı sözlerin söylenmeden önce, kibrin acıtan, ayıran, dışlayan duvarlarının kenarında uzun soluklu ve diğerine özendiği bir dansa girişmek gerek. -Ki o dans da tarihimizden yaklaşık 2500 yıl önce, komşunun topraklarında, "bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir" diyerek çoktan yapıldı aslında. Pazar yerinde dolaşıp rast geldiklerine yönelttiği basit sorulardan ötürü "rahatsız edici ve tehlikeli" bulundu Sokrates. İdamla yargılandığı savunmasında bilgelik sevgisi diye tanımlanabilecek felsefeyi öğretmekten, bedeli ne olursa olsun vazgeçmeyeceğini söyledi durdu. "Sen ki dostum, Atinalısın dünyanın en büyük kudretiyle, bilgeliğiyle en ünlü şehrinin hemşehrisisin, paraya, şerefe üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken bu ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın?"(2) diye sormaktan da geri durmadı. Onun içindir ki Delphi’deki Apollon Tapınağının girişindeki "Kendini Bil" öğüdü en çok Sokrates’e atfedilir. Ama bilgi yüklediği sorumluluklardan hatta zorunluluklardan ötürü de pek kabul gören bir yerde değildir her zaman. Sistemin parçası olarak kalmaya devam etmek için genellikle üç maymun oyununu oynamayı pek sever ‘bağzı’ insan evlatları. Son olarak edindiğinin bilginin paylaşılması da bir meseledir. Bu paylaşma hali sıklıkla, "Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine yaşamak"(3) sevdasındandır.
Sorgulamanın yani bilgiye ulaşmanın başka yolu daha var ki işte o yol "Tophane’nin karanlık sokaklarında, koyun koyuna yatan kirli çocuklara" (4) kadar ulaşabiliyor aslında. " Sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa"(5) naifliğinde hatırlamaya davet edebiliyor. "Gördün mü hiç suyun yansımasını tuzda"(6) diye sorarak varoluşsal bir yüzleşmeye yol döşeyebiliyor. Ya da "Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar?" (7) diye sorarak çepeçevre düşünmeye itebiliyor. " insan vatanını satar mı?"(8) diye sorarken, yeni bir anlam yaratmanın arifesinde isyan edebiliyor. Sanattan bahsediyorum evet, özelinde şiirden… Çoğu zaman, kendinden başlayarak, çevreyi ve olan biteni anlama/kavrama yolculuğunun neredeyse başlangıcı olan, damıtılmış sözler bütünü… Öyle ya bu topraklarda şanslı olup liseye başlayanların en sık başvurduğu baş etme (ruhunu koruma) hali, bir şiir yazmak. Önce yazarak içindeki ‘zehri’ akıtmak ve sonrasında belki şiiri okumak gelebilirdi.
Ama beri yandan söz gümüşse sükut altındı değil mi? Belli ki herkesin çok sustuğu bir yerde Canım Didem Madak şöyle yazacaktı. Ve altına o değeri atfeden acaba kimdi?
"Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım."(9)
Sükut; Susma, sessizlik. Dilimize Arapçadan geçmiş. Duraklama manasındaki sekt kelimesinden türetilmiş. (10) Biz Sevgili Hrant’ın cenazesinde hiç altınımız olmasa da yollar boyunca sessizlik içinde yürüdüğümüzde idrak etmiştik sükuttun altın kadar değerli olduğunu. Söyleyecek her şeyi Hrant söylemişti zaten sokak ortasında arkasından vurulmadan önce. Söz düşmezdi kimseye.
Ve müzik… Tartışmasız tüm dünya halklarının içgüdüsel gibi neredeyse bilebildiği öncelikli ana dili olan müzik. Eyleyenini -ki Viktor Jara parmakları kırıldığı halde ıslıkla şarkısını söylemeye devam ettiğinde, önce dili ve bilekleri kesildi ardından kurşuna dizildi- bazen açlığa yatırdığı bedenini yok sayarak ve göz göre göre ölüme terk ederek susturulmaya çalışılan müzik. En dar, en karanlık, en kirli sokaklara hiç dolayımsız ulaşan müzik, anlamak/kavramak ve en nihayetinde bilgiye ulaşmanın bir yolu olabilir mi?
Peki,
"Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıpta başını gitmek istersin
Karanlık sokaklar kör sağır dilsiz
Ey sevda kuşanıp yollara düşen
Bilesin bu yollar dağlar dolanır
Yare ulaşmadan düşersen eğer
Yarına sesinin yankısı kalır
Gecenin ucunda gün aralanır
Yar sevdası ile yürek bilenir
Sızılı bir ırmak uğurlar seni
Su olup akarsın kır çiçeklenir
Gecenin ucunda gün aralanır
Yar sevdası ile yürek bilenir
Sızılı…" (11)
diyebilecek kadar bilge olan, su olup akarak kırı çiçeklendirdiğinde her şeye rağmen bildiğini paylaşmış olmaz mı? Ve dünyanın en güzel şiirlerini/sözlerini en güzel ezgilerle bezeyen Grup Yorum açlıktan öldüğünde gerçekten susmuş oldu mu?
* Çağdaş Dans Sanatçısı ve Koreograf/ Dans-Hareket Terapisi Uygulayıcısı
Dipnotlar:
- Dr. Nurhan Eren / Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı
- Sokrate’ın Savunması / Platon
- Nazım Hikmet Ran / Yaşamak
- Bekle Bizi İstanbul / Vedat Türkali şiiri - Onur Akın bestesi
- Sevgi Duvarı / Atilla İlhan
- Ben Ruhi Bey - Nasılım / Edip Cansever
- Bir Mendil Niye Kanar / Edip Cansever
- Nazım Hikmet Ran / İnsan Vatanını Satar mı - Şiir Grup Yorum tarafından bestelenmiştir.
- Didem Madak / Ah’lar Ağacı
- Lugat 365 / Can Yayınları
- Grup Yorum Şarkısı / Uğurlama