Belleğin Sentetik İnşası
Ahmet İLHAN
Immanuel Wallerstein, "Bildiğimiz Dünyanın Sonu" adlı eserinde, bildiğimiz dünyanın sonuna geldiğimizi anlatırken, "bildiğimiz dünya"dan neyi kastettiğini anlatmadan önce, kitabın orijinal ismindeki "bilme"nin, hem cognescere hem de scire anlamlarını taşıdığını; bunun da iki anlamı aynı anda karşılayacak bir anlamsal illüzyona izin verdiğini anlatır. "cognescere" sözcüğü, gündelik hayattaki "tanıma, aşina olma" anlamını içerirken "scire" sözcüğü ise sosyal bilimlerdeki bilgisel verilerin işlenmesi anlamındaki "bilme" anlamını içerir imiş. Dolayısıyla insanlığın, artık hem tanış olduğu hem de bilgi nesnesi olarak üzerinde çalıştığı "dünya"sının sonuna geldiğini ve şimdi ne o eski bilgi’sinin ne de tanışıklığının bir hükmünün kaldığı, bulanık ve daha kötüsü kaotik bir aralıkta olduğunu anlatan bir ifade kullanmayı gerekli bulmuş. Wallerstein :" Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısı, yirminci yüzyılda gördüğümüz her şeyden daha güç, daha düzen bozucu ama aynı zamanda daha açık olacak bence"(s.9) derken, yaşadığımız çağın tuhaf/tanımlanamaz belirsizliğinin, geçtiğimiz çağın dünya savaşlarının yarattığı tehlike ve olumsuzluktan bile daha büyük bir kötücül etkiye sahip olacağı konusunda bizi uyarır. Diğer taraftan da karanlık bir ormanın ortasında olduğumuzu, ne tarafa gitmemiz gerektiği konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığımızı, söyleyerek bildiğimiz ve tanıdığımız anlamda sahip olduğu gücüyle, küreyi kuşatan kapitalist dünya sistemini betimleyen ve tanımlayan bilgilerin artık mevcudu yansıtamadığını ve henüz tam olarak ne/nasıl olduğunu bilemediğimiz yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya çalışır.
Bildiğimiz ve tanışı olduğumuz dünya, bize bir bilgi nesnesi olarak Walter Benjamin’in kavramsallaştırmasıyla hem ‘şimdi’ içinde yaşanarak işlenen "bellek" (Erlebnis) üzerinden hem tarihsel süreçler içinde geçmişin "yaşanmış deneyimleriyle" (Erfahrung) aktarılan bilgisi olarak taşınan bir "kümülatif bilgi"ye işaret eder. Yani bilmek ve tanış olmak her durumda verili bir "bellek" gerektirir. Bu bağlamda, son zamanlarda "iki cümleyi" çok kullanır ve duyar olduğumuzu belirterek konuyu açmaya devam etmek istiyorum. Bunlar: "Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" ve diğeri de "bildiğimiz dünyanın artık olmadığı" cümleleridir. Her iki cümleyi kullananların bazen muhalif kesimden bazen de bizzat iktidar failleri veya o gücün destekçilerinden oluşu, her iki cümlenin taşıdığı anlamsal bulanıklığı veya içeriksizliği iyice pekiştirmektedir. Kabaca iki gruba ayırdığım tarafların, daha çok olduğunu biliyorum ama derdimi daha kolay anlatmak için bu basit indirgemeye başvurduğumun bilinmesini isterim. Devam edelim, ilkin, eskisi gibi olmayacak olan şey, metaforunda "eskisi olan" ile " gibi olmayacak olan" doğal olarak her iki grupça da farklı tanımlanmaktadır, hatta tam olarak tanımlanamamakta ve muallakta bırakılmaktadır; tanımlandığını varsaysak dahi, gönderimde bulunulan bundan sonrası, yani müstakbel "gelecek" tasavvurunun, her iki tarafça birbirinden oldukça uzak düşecek biçimde tasarlandığı açıktır. İkinci olarak da tanış olduğumuz/bildiğimiz dünya, metaforundaki "bilgi"nin ve tanış olma halinin yine taraflarca tümüyle farklı telakki edildiği de yine bellidir. Bu durumda kim için hiçbir şey eskisi olmayacaktır ve bildiğimiz dünya kimde temsil ediliyor, soruları cevap aramaktadır. Ancak bu sorulara cevap aramayı erteleyerek konuyu tekrar "bellek" sorununa getirmek istiyorum. Zira esasında sorulara cevap arandığında da görülecektir ki cevapların bir kısmı yine bellek meselesi etrafında şekillenecektir. Çünkü ister tarihe bağlı aktarılan bellek olsun ister şimdi içinde yaşanarak elde edilen bellek olsun, insanlığın ortak bir belleğe sahip olmadığı, en kaba tasnifle bir "ezen" ve "ezilen" belleği olarak temelde insanlık belleğinin ortasından yarılı olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda hangi bellekten bahsediyor olacağız? Bir konuyu daha açıklığa kavuşturarak devam edelim: Belleği, tarih sözcüğüyle eşdeğer de kullanabiliriz, diyor Enzo Traverso. Ancak "Geçmişi Kullanma Kılavuzu’ adlı eserinde, bellek sözcüğünün "tarih-aşırı" bir kategori halini alarak onu ele geçirme, yönünde kendine özgü bir eğilim göstererek farklılaştığını söylüyor.(s.9) Bu yolla da geçmişi, tarih sözcüğünden daha geniş bir ilmekli ağın içine alarak, bu geçmişe "öznellik" ve "yaşanmışlık" dozu kattığını ileri sürüyor. Aslında aynı işlevi, "şimdi" için de yerine getirdiğini söylemek yanlış olmaz. Enzo, kitabında daha çok Batı toplumunda, bir bellek türü olarak" geçmiş"in şimdi içine taşınması meselesini ele almış. "geçmiş"in şimdiye taşınmasındaki keyfiliği, ona dair kapitalist yararlanmacılığı ve geçmiş’in ticari değer olarak endüstrileşmesini bir sorun olarak işliyor: "Bellek günümüzde Batı toplumlarının kamusal uzamını istila etmiş halde: geçmiş, şimdiki zamana eşlik ediyor ve medyanın fazlaca abarttığı, kamusal güçlerin genellikle keyiflerince yönettiği bir "bellek" olarak şimdiki zamanın kolektif imgelemine kök salıyor." (s. 10) Bu keyfiyet yoluyla "şimdi bellek"inin de sürekli ve istenen amaçlar doğrultusunda sentetik olarak üretildiğini, yönetildiğini, manipüle edildiğini söyleyebiliriz. Zira yazar, geçmiş kültürel duyarlılıklara, etik sorgulamalara ve şimdiki zamanın politik gereklerine göre ayıklanıp yeniden yorumlandıktan sonra kolektif beleğe dönüşüyor, şeklindeki bir düşünceyi dile getirdiğinde tam da "geçmiş"in bir bellek olarak işlemsele tabi tutulduğundan bahsediyor olmaktadır. Bizdeki tarihi dizi furyalarını, sayıları hızla artan tarihi konu alan roman, biyografi, anı türü yazıları ve sinema filmlerini göz önüne aldığımızda aynı şeyin, Batı toplumu için düşünüldüğü gibi pekâlâ bizim için de düşünülebileceğini söyleyebiliriz. Geçmiş bellek, şey’leştiğinde yansız, objektif bir bilgi birikimi olarak şimdiye aktarılmıyor; şey’leştirilmenin doğası gereği bir tüketim nesnesi olarak yeniden düzenleniyor, şimdi belleğine hem resmi ideolojinin bilinçli bir biçim verme aracı hem de kapitalist sistemin kazanç nesnesi olarak hizmet ediyor. Tabii ki "tarihçi" de bu sistemin pazarlamacısı olarak bir pay sahibi oluyor. Bu noktada, kurucu sistemin, geçmiş ve şimdi bellek bilgisi üzerinde istediği gibi oynayarak insanların hakikat ile ilişkisini onarılamaz biçimde sakatladıklarını deneyimliyoruz. Yaratılan bu bilinçli anomali sebebiyle, bellek doğal işleme ve aktarımını kaybederek sentetik bir inşa sürecinin malzemesine dönüşmekte ve erk sahiplerinin bütün olarak bir toplumun veya insanlığın belleği üzerinde hüküm sahibi olma amacının nesnesi olmaktadır. Bununla belleğin, evvelden, tümüyle objektif, nesnel süreçler içinde işlediğini söylemek istemiyoruz elbette ama günümüzde belleğin, bütünüyle kurucu sistemler tarafından ele geçirilerek, sentetikleştirildiğini ve bunula da yetinilmeyip kolektif bir belleğin oluşmasına, onun süreklileşmesine, aktarılmasına, bir diyalektik içinde sentezlenmesine izin verilmediğini söylemek istiyoruz. İnsan türünün belleksiz kaldığında insan olma niteliğini kaybedeceğini bilmek, nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya kalındığını da anlatır. Buradaki belleksizliğin, doğal işleyişini kaybetmiş bir bellek durumuna işaret ettiğini söylemeye gerek yok sanırım.
Bugün için, geçmiş belleğin bir taraftan fetişleştirilerek bir tüketim nesnesine dönüştürüldüğü ve anlamını kaybettiği, diğer taraftan da yaratılan bilinçli şoklarla geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki olağan akışının kesildiği ve dolayısıyla belleğin doğal ve kalıcı içeriğini kaybederek bireysel, dayanıksız, uçucu yaşanmışlıklara indirgendiği bir süreci, yaşadığımızı söyleyebiliriz. Byung Chul Han, "Zamanın Kokusu"nda geçmişin kadim referanslarının kaybolduğu ve anlamlı bir gelecek tasavvurunun da kurulamadığı bu "hız çağı"nda "şimdi"nin kalıcı deneyimlere, hakiki karşılaşmalara imkân vermeyen ve ağırlığını kaybeden bir zaman dilimine dönüşeceği mealinde ifadelerde bulunmuştu. O bunu, postmodern çağın hızına bağlamıştı ama bizim bahse konu ettiğimiz şey, şimdi’nin hâkim ve resmi söylemi tarafından bilinçli bir anomaliye uğratılmasıdır. Bu durum, özellikle totaliter rejimler tarafından bütünüyle keyfi bir işlem alanına dönüştürülmüştür. Bunu, yakın geçmişte somut olarak deneyimlemiş olduğumuzu hatırlarız. Herkesin şehadetinde olup bitenlere ait bilginin doğal, objektif bir işleyişle bireysel ve kolektif belleğe dönüşümünün engellendiği ve kitle iletişim araçları marifeti de katılarak bütün toplumun ya zorunlu rıza üretimiyle ya da açıkça cebri tedbirlerle sentetik bir bilgi işleme sürecine ve belleğe icbar edildiğini görüp yaşadığımız birçok örnek oldu. Son yüzyılı bu tür cebri müdahalelerle geçirmiş ülkelerde anlamlı, kalıcı, objektif ve katılımcıların gönüllü rızasına dayalı kolektif bir belleğin oluşması, güncel olarak yaşadıklarımız da dikkate alınırsa neredeyse imkânsız görünmektedir. Bilgi üretme ve işleme tekelini çoktan kapitalist sistem kurucularına kaptırmış ezilenler için belleğin savaşlar, soykırımlar, etnik temizlikler, şedit sınıfsal çatışmalar ve politik-askeri baskılarla kendi aleyhlerine anlamlandırılacak bir içerikte sürekli işleme tabi tutulduğu gerçeği bir yana bugün için az da olsa kendi öznel belleğini diri tutma, kalıcılaştırma olanaklarını dahi büyük oranda kaybettiğini söyleyebiliriz. Zira kadim gelenekleri silen, geçmişten gelen anlam haritalarını parçalayan, güvenli referansları ortadan kaldıran, yaşamları atomize eden bu post kapitalist sistemde, belleğin aktarılır olmaktan çıkarıldığını, mevcudun ise çöküntüye uğratıldığını, gündelik kullanıma açık sentetik bir bellekle yaşamak durumunda kalındığını görüyoruz.
Yukarıda serimlenen bütün olumsuzlukların farkında olan, geçmişten bu yana bu kötülük biçimine direnen sistem muhalifi insanların olduğu da bir gerçek elbette, ancak onların dağınık, hedefsiz, inançsız halleri ve yenilmişlik psikozları durumu tersine çevirecek olanaklardan ve güçten çok uzak. Egemen sistem kurbanı muhalif, ezilen, öteki ve marjinallere kalan tek bellek biçimi belki de yirminci yüzyılın başlarından beri, Enzo Traverso bunu Nazi katliamlarıyla başlatıyor ama bence daha da geri gidebiliriz, "tanık" lar üzerinden korunmaya çalışılan bellektir. Traverso’nun "Nazi kampları"ndan sağ kurtulmayı başaran "tanık"larla başlattığı bu bellek tarihi, her toplumun öznel tarihi için farklı başlangıçlara aktarılabilir. Bu arada Batı politik sistemlerinin, iki büyük dünya savaşı sonrasına denk gelen "tanık"lara itibar edilen, onları tarihçilerin akademik çalışmalarına yardımcı olmak için cesaretlendiren, kendi öznel "kriminal geçmişiyle" hesaplaşmış "olgun"luğunun her topluma nasip olmadığını da eklemek gerek. Bu nasipsiz toplumlar, belleğin tamirinin nispeten sağlanabildiği bu imkânlardan yararlanamadıkları gibi hâlihazırda cebri altında yaşadıkları rejimlerin her tür bellek yıkımına maruz kalmaya devam ediyorlar. Bu tür baskıcı sistemlerde "tanık"ın belleği de suç olmaya devam etmektedir. Bütün zorlukları aşarak "tanık"lığını beyan eden "kurban"ın bilgisi de kendisi de kriminal alanın içinde tutularak belleğin geçmişte uğradığı yıkımın, güncellenerek sürmesi sağlanmaya çalışılır. Batı toplumlarında "tanık" lar yıllarca süren görmezden gelmelerden sonra da olsa kutsanıp "ikon" haline dahi gelmiş olsalar da baskıcı sistemlerde henüz ne sistem kurucu fail o kemale ermiştir ne de toplum bu kemale erişe kolay kolay izin verir. Bu nedenle muhalif, ezilmiş ve öteki’nin "tanık" üzerinden diri tutmaya, şimdi ve geleceğe aktarmaya çalıştığı acılı belleği, acıya sebep fiillerin güncel biçimleriyle yüz yüze yaşamaya devam etmektedir, hala. Bir diğer taraftan "tanık"ların anıları, yaşanmışlıkları üzerinden sürdürülen bu zorlu bellek yolculuğu, "tanık"ın post kapitalist sistemin bireyi olmuş, ikinci, üçüncü kuşak torunları tarafından dahi yeterli ilgiyi görmez olmuştur. Sistemin sentetik bellek inşasına göre biçimlenmiş bu yeni bireyin öncelikleri de değer yargıları da farklılaşmış, kendi tarihine yabancılaşmış, acılarına karşı duyarsızlaşmıştır.
Sonunda; sistem kurucuların, resmi söylem sahibinin bildiği şey; Gramschi’nin dediği gibi, belleğin daima şimdiki zamanda olduğudur. O, bu bilinçle onu nasıl işleteceğini de bilir. Ayıklamaları, silmeleri, bastırmaları, yönlendirmeleri ve altını kuvvetle çizmeleri bu bilinç içinde gerçekleştirir. Çünkü bilir ki gerçek hayatta süren savaş, aynı zamanda büyük bir güçle bellek üzerinden de sürer ve sonuçta kimin kazandığına/kazanacağına o bellek karar verir. Enzo Traverso’nun adı geçen kitabında belirttiği gibi:" Bellek politik bir koza dönüşmüştür ve etik bir buyruk biçimini almıştır-bellek ödevi- ve bu da çoğu zaman suiistimal kaynağı olur."(s.16) En sonunda, bir umudu harmanlamak için not düşebiliriz: Tarih ile bellek arasında, bellek ile algı ve hakikat arasında güçlü bir ilişki olduğunu ve gerek geçmiş gerek şimdi belleğinin kullanımı ile ilgili sayısız verinin düşünce sistemlerimiz üzerinde belirleyici olduğunu bilerek imkân dâhilindeki tüm araçlarla sistem sahiplerinin sentetik bellek işlemine direnebilir; doğal, bozulmaya tabi kılınmamış kendi hakikatimizle kendi dışımızdaki genel hakikatin uygunluğunu dikkate alan bir belleği var kılabilir, koruyabilir ve sürdürebiliriz. Ve elbette, belleğin dış zorlamalardan değil de en çok içeriden bozulmaya uğradığını unutmadan…