Ben kendimle ne yapacağım?
Aytül Hasaltun BOZKURT*
Tüm insanlığı etkileyen tarihi bir süreçten geçiyoruz. Evde kalıp fırtınanın geçmesini bekleyen için zor, çünkü çoğumuz kendimizle ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bir gün ekşi mayalı ekmek yapmak, bir gün online bir yoga dersine girmek ya da iki üç gün çocuğumuzla yaratıcı bir şeyler denemek evet tamam ama heyecanı bittiğinde yine baş başa kalacağımız kendimiziz.
Dışarıda olup işini kaybetmemek için, ailesine ekmek götürebilmek için çalışmak zorunda olanlar için zor çünkü en haklı serzeniştin bile "Geber" gibi bir karşılığının olduğunu önceden de biliyor/hissediyor olmamıza rağmen artık sesinin tonunu ulu orta, alenen duyuyoruz. Küresel hastalığımızı yenmek için hastanelerde, eczanelerde, laboratuvarlarda çalışan sağlık ekibi için zor çünkü canla başla çalışmanın karşılıksızlığını, minnet duygusunun ifadesi alkışın bile selalarla, dualarla kesildiğini ve bir anlamıyla kaderimize terk edildiğimizi görüyoruz. Bir evi/yuvası hatta bir ülkesi olmayanlar için oldukça zorlayıcı bir süreç çünkü insanın belki de en önemli güdüsü olan yuvalanma/yuvasını kurma hakkı, ulusal pazarlıkların konusu ve acı gerçek kelle sayısına indirgenmiş bir hayat sürdüğümüz. Külliyen toplumun dışına itilen yaşlılar ve çocuklar için zor çünkü belki de en diplerde gizlenen nefretin öznesi olabildikleri gibi şu anki sistemin en zayıf halkası olarak kaybetmeye mahkum bırakılıyoruz. Suçu düşünmek olan gazeteci ya da siyasi tutuklular için zor çünkü kurtarılması gerekenin - belki de makbul mu demeli- uyuşturucu satıcısı, katil ya da tecavüzcü olduğunu fark ediyoruz. Mesela "evin içine sığan hayat", beraberinde aile içi şiddet ve ensest vakalarını arttırmaz mı sanıyoruz? Yine de karanlığın sonunda cılız da olsa bir parça ışık var çünkü bu süreç ekonomik, sosyal, psikolojik hatta ontolojik pek çok farklı boyutta bakışımızın derinleşmesi için bizleri zorlayan, ne olduğumuz, kim olduğumuz, ne ile ve nasıl yaşadığımızla ilgili bizleri yüzleşmeye zorlayan bir süreç. Daha iyi yönetilebilir miydi? Kuşkusuz. Ama işin o kısmını siyasi analiz yapan birbirinden değerli uzmanlara bırakıyorum.
Artık geriye değil, önümüze bakma zamanları geldi diye düşünüyorum. Günde elli kere yıkadığımız ellerimiz, yeteri kadar bedenlerimizin "ötekisi" oldu. Geçen bir aylık şokun ardından şimdi belki de entegrasyon zamanı. Denize düşen yılana sarılır misali gibi belki, tüm yeteneklerimizi bir dantel gibi ince ince online ağlarda ördük, şimdi dört duvarla çevrili kendi mekanlarımızı, bir hapishane olarak mı yoksa birbirinden bağımsız adalar olarak mı algılıyoruz, biraz buralara bakma zamanı. Yaratıcılığı, hayatlarımızda çocuksu bir keşif ve heyecan için mi yoksa sorun olan üzerine düşünüp taşınıp direnci ve dayanıklılığı artırmak için mi kullanacağız? Kendi ‘hapishanemizde’/adamızda yaşarken sadece kendimiz için mi nefes alıp vermeye devam edeceğiz yoksa eşimizin, dostumuzun, yani bizi biz yapan sosyal çevremizin ihtiyaçları için açık olabilecek miyiz? Ücretli izin sadece kapımıza gelen kuryenin sorunu mu yoksa bize değen yanları var mı? Sağlık sisteminin tüm sorunu 3 ya da 5 kuruşluk maskenin varlığı ya da yokluğu mu gerçekten?Yaşadığımız an’a "bu başımıza gelenler" diye baktığımızda, komplo teorilerine de bilmem hangi medeniyetin ortaya attığı kehanetlere de inanmaya meyyal hale gelmiyor muyuz? Dünya üzerine ayağını arttığı andan itibaren yüzlerce Tanrı fikri, güneş, ay, yıldız, ateş pek çok şeye inanmış insanlık, belki de artık en derinindeki yaşamda kalma güdüsüne inansa fena mı olur? Çünkü birazcık soru sormanın ardından bunun tek başına olamayacağı gibi, doğadan ayrı da olamayacağını görüp ona göre tutum almak zorunda/sorumluluğunda olduğu ayan beyan görecektir. Ya da başka bir pencereden bakarsak, bugünlerin kahramanı Easty’nin "Tanrı benden çok şey istedi"* saptamasını, içinde sıkıştığımız sistemler için uyarlamak mümkün değil mi? Bu sağlık sistemi hemşire, doktor, eczacı olan benden çok şey istedi, bu aile yapısı bir kadın ya da çocuk olan benden çok şey istedi, daha çok tüketim üzerine inşaa edilmiş bu ekonomik yapı işçi, kurye, inşaat ustası olan benden çok şey istedi. Halbuki en basit haliyle yeteneği kadar ve ihtiyacına göre yaşamak mümkün değil mi? Ve neden ütopya?
En umutsuz zamanlarımda, içimdeki ses, Ben Hur’un* etkileyici repliğindeki gibi, "Arkana bakma Yehuda, tüm geleceğin önünde…" diyor. Kişisel olarak yazma halimi, önüme bakma tutumu olarak kenara koyuyorum. Öne bakma, bu süreçten geçen beni, ve benimle birlikte dünyamı oluşturanlara derin bir bakma ile mümkün kanımca diyerek düşünmeye devam ediyorum. Şimdiyi/anı anlayıp kavramak/yüzleşmek; geleceğimin (aynı zamanda ortak geleceğimizin) ellerimle şekillenmesi demek, sonucuna varıyorum. Bakmayın siz; kalın sınırlarla, sınıflarla, tutumlarla ayrışmış olduğumuza; nefes almak ve hareket etmek hepimiz için nasıl da hayati ise, direnç hepimizde canlılığı arttırıyor ise; daha da geç olmadan, fiziki olarak mesafelendiğimiz bu günlerde sosyal olarak ortak anlamı üretebilmek üzere yakınlaşmanın/yeni bağlar kurmanın yollarını bulmak hiç bu kadar elzem olmamıştı belki de. İnsan olarak ne olduğumuzu bilmek için tekrar ve tekrar filozoflara bakmak gerek belki de. "İnsan aşılması gereken bir şeydir…" diyen Nietzsche’nin Zerdüşt’üne kulak kesilmek gerek önce. Sonrasında olduğumuz yer neresi ise orada ve nasıl durduğumuza bakmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Çünkü süreç durumu fark edebilen/kabullenen, yeni bir anlama ve kavrama geliştirebilen ve tüm canlılığı gözeten, müşterek bir varoluş için kaynaklarını doğru kullananlar ve tutum belirleyebilenler için çok daha rahat, faydalı ve anlamlı geçecektir diye düşünüyorum. Evet kayıplarımız var, her gün yüzlerce, binlerce ölüyoruz. Toplumsal yas pratikleri üzerine düşüneceğimiz/eyleyeceğimiz zamanlar da gelecek. Acı, henüz hanelerde. Ve şimdi sağ olanlar olarak henüz ateşin ortasındayız, yandığımızı bilip, acısını duymuyoruz. Öyle ya da böyle o acıyla da kavrulacağız. Dolayısıyla yaşadığımız süreci iki ya da üç aylık karantina süreci olarak görmemek de fayda var.
Bir sanatçının en büyük zenginliği zamandır. Bu denli ağır bir süreçten geçerken, zamanı bol olan ve bu satırları okuyan herkesi bir sanatçı gibi düşünmeye davet etmek isterim. Belki sivri dişlerimiz ya da kuvvetli pençelerimiz yok ama en önemli donanımlarımızdan biri düş gücümüz ve yaratıcılık çünkü. Aşıyı ya da tedaviyi bulmak için de, evlerimizde dengeli bir ruh hali ile kalmamızı sağlamak için de, olup biteni hepimizin hayrına çevirmek üzere mücadele ve dayanışmayı mümkün kılmak için de yaratıcılık göstermeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
*2020 yapımı Unorthodox dizisinin kadın karakteri
*1959 yapımı William Wyler’ın yönettiği film
*Aytül Hasaltun Bozkurt
Çağdaş Dans Sanatçısı ve Koreograf/ Dans-Hareket Terapisi Uygulayıcısı