Bir 'insanlık onuru' mücadelesi: Cumartesi Anneleri

Bir 'insanlık onuru' mücadelesi: Cumartesi Anneleri
'Çocuğunun mezarında içini soğutmak isteyen bir anne', bundan daha temel bir insanlık hali, hakkı düşünebiliyor musunuz?

Bilgin KAYVAR


Ben işçi olmak istiyorum!

Kenan Bilgin genç komünist bir işçiydi. Toplumsal muhalefetin en hareketli olduğu 70'li yılların sonunda, daha 20'sine girmemiş bir gençti. "Ben işçi olmak istiyorum", dediğinde Kaynarca'da bulunan petro-kimya fabrikasında başlamıştı bile çalışmaya. İşçi sınıfının politik örgütlenmesi için çalışıyor, çabalıyordu. İşçi sınıfa bağlanmış, bir işçiydi, gençti ve komünistti... 21'inde, 12 Eylül'ü cezaevinde karşıladı, Tutuklandı!

86'da cezaevinden çıkıp, "uğruna ölümlere gidip geldiği" işçiliğe ve hayatında ulvi bir amaç edindiği "emek" mücadelesine geri döndü. Çalışmadığı bir fabrikada grev oylaması yapılıyor, petro-kimya işkolundaki sendikaların birinde.Oylama için ilk sözü Kenan Bilgin istiyor. Temsilci şöyle diyor "ev sahipleri en son konuşur." Her fabrikanın işçisi Kenan, 1992 yılında Gaziantep'de tekrar tutuklanıyor, öldü diye bıraktıkları işkence haneden hiçbir suçlamayı kabul etmediği için "elleri mahkum" serbest bırakıyorlar.

Eylül'de koparılanlar...

1994 yılının 14 Eylül'ünde alıyorlar Kenan’ı. Ankara Dikmen’deki bir durakta otobüs beklerken terörle mücadele şubesi polisleri tarafından 12 arkadaşı ile birlikte kaçırılıyorlar. Bu kez devlet karar vermişti, bir şey yapacaklardı. Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nin ‘DAL’ olarak bilinen ünlü işkencehanesine götürüldüler.

Ailesinin ancak olaydan üç gün sonra, İnsan Hakları Derneği'nden Ankara’da kaçırılırcasına gözaltına alınan kişinin Kenan Bilgin olabileceğini öğreniliyor. Karakolda ''bizde yok'' demişler, ağabeyi İrfan Bilgin'e. Dönemin Devlet Bakanı Azimet Köylüoğlu ise, ağabeye "...Bence Kenan Bilgin’i konuşturamadılar, işkence yaptılar, bir kenara da attılar." diyor. Bunu Türkiye Cumhuriyeti Bakanı, diyor...

Kenan Bilgin’in Ankara TEM’de gözaltına tutulduğuna ve ağır işkence gördüğüne, kendisiyle aynı anda gözaltına alınan 11 kişi, mahkemede yazılı olarak tanıklık ediyor. Bu tanıklar reddedildi. Farklı bir kimlikle ve sivil polislerce gözaltına alındığı haberi ise doğruydu...

Daha sonra gözaltına alınıp Ankara TEM’e götürülen avukat Murat Demir, karşı hücresindeki kişinin kendisine "Ben Kenan Bilgin’im. 20 günden beri buradayım ve beni hâlâ kayıt altına almadılar. Beni kaybedecekler" dediğini söyledi. Bu konuşmadan üç gün sonra Kenan Bilgin'i tekrar görüyor. "Çok kötü durumdaydı. İki kişi koltuğunun altına girmişti, sürükleyerek getirdiler ve hücresine bıraktılar. Kısa bir süre sonra da, beyaz önlüklü biri hücresine girdi ve bir daha sesini duyamadım. Ben ondan sonra sesimi duyurmak için ona bağırdım, ama hiç ses alamadım. Muhtemelen öldürülmüştü." diyor, Murat Demir. Onun da tanıklığı da reddedildi.

Olayla ilgilenen soruşturma savcısı Selahattin Kemaloğlu sürgün edildi, seneler sonra Cumartesi Anneleri’nin bir eyleminde savcının şu sözleri kulaklarda yankılandı: "Kenan Bilgin, işkence edilerek infaz edildi. Cesedi kaybedildi. Bir gün mutlaka bu katliamı yapanlar yargılanacak."

Yerine atanan Özden Tönük, dosyayı "ivedilikle" kapattı. Kenan Bilgin’i gözaltında ve işkence edilirken gördüğünü söyleyen tanıkları "polisi ve devleti küçük düşürmeye çalışmak" ile suçladı. Kısa sürede terfi edip Yargıtay üyesi oldu...

Kenan Bilgin, 1994 yılında gözaltına alınıp katledilen ve "zorla kaybedilen" 229 kişiden biriydi.

1994’te Adalet Bakanı Mehmet Moğultay, İçişleri Bakanı  Nahit Menteşe, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'dı. 90’ların dehşet sarmalında her köşe başında parmak izi olan Mehmet Ağar, seneler sonra gazetecilere "Devlet için 1000 operasyon yaptım" diyecekti. Devletin basamaklarını "Susurluk" dosyasının has adamı olarak sapasağlam bir "itibar"la tırmandı. Bugün Mehmet Ağar, "demokrasi nöbetlerinde" attığı nutuklarıyla şenleniyor, gururlanıyor ötesi gönül rahatlığı bir ifadeyle "demokrasiyi ve anayasayı" dile getirebiliyor.

İnsanlığa karşı suçta zamanaşımı olmaz!

2001’de AİHM "Kenan Bilgin’in 12 Eylül 1994 tarihinde gözaltına alındığını; 3 Ekim 1994’e kadar güvenlik güçlerinin elinde olduğunu; ancak bu konuda hiçbir kaydın tutulmadığını ve bundan sonra akıbetinin ne olduğu konusunda hiçbir kayıt ve bilginin bulunmadığını" tespit ederek, Türkiye’yi Kenan Bilgin’i gözaltında kaybetmekten sorumlu tutarak oybirliğiyle mahkûm etti. (Bilgin/Türkiye 17.07.2001, BN: 25659/94)

Geçtiğimiz yıl, Ankara Başsavcılığı, "Ankara Emniyeti’ne bağlı nezarethanelerden birine alındığına dair hiçbir veriye ulaşılamamıştır" diyerek Kenan Bilgin hakkındaki dosyayı "zamanaşımı"na uğrattı. Tanıklar, deliller adeta o zamanla gömülmek isteniyordu, tarihin utanç sayfalarında yer alacak yeni bir tarihi "insanlık suçunda zamanaşımı kararı" ile yazmışlardı bile.

Bir ebedi tekerrür gibi, ya öyle ya böyle hep aynı ölüm çemberinde dolanan aynı noktaya saplanan bir ülke. Bu çıkmaz sokağın kurbanı hep aynı, hapse atılan, zorla kaybedilen, sokak ortasında işkence yapılan, öldürülenceye kadar dövülen bu memleketin "yurttaşları" devletin birer aynası.

Türkiye'de, 90’lar devletin ölüm kusan aracı "beyaz toros"ca kaçırılarak işkenceli sorgulamalardan sonra infaz edilen kimsenin bilmediği "sahipsizce" gömülen, yakılan, asit kuyularına atılan binlerce "kayıp" oldu. ‘Asker - polis - mafya’ tarafından oluşturulmuş çeteler, provokasyonlar ve bunlara uydurulmaya çalışılan kılıflarla insanlar "zorla" kaybedildi. Darbelerle, kanun hükmünde kararnamelerle, sıkıyönetimlerle işçi sınıfının ve halkların mücadelesinin bastırılmaya çalışıldığı bir ülkenin aynasıydı, Kenan Bilgin.

Emekli Koramiral Atilla Kıyat şöyle demişti: "1993 -1997 yılları arasında failli meçhul cinayetler bir devlet politikasıydı."

O dönemde Cumhurbaşkanlığı yapan Süleyman Demirel ise şöyle demişti: "Bir takım ferdi suçlar ele alarak kurumları suçlamanın anlamı yok. Devlet, devlet politikası olarak adam öldürür diğeri cinayettir."

Demokratik açılımı "Analar daha fazla ağlamasın" diye harekete geçiren Döneminin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 30 yıldır çocuğunu arayan bir kadına, "Ne iş yaptıklarını bilmiyorum, Cumartesi Anneleri birileri tarafından kullanılıyor" diyebiliyor.

Birilerinin maşası olduğunu ima ederek, faşizan "devlet politikası" diline hakimiyetini belli ediyor. "Yurttaş" olarak emanet edilen, devletin ıslahhanelerinde işkence uğrayan insanlıkdışı, zalimce öldürülen öylece  "belirsiz" bir toprağa atılanlan canların anneleri, Cumartesi Anneleri.

Çocuk, adın "hasret" olsun: 700. haftaya çağrı!

O anneler, 1995 yılının 27 Mayıs gününden bu yana, her hafta cumartesi günleri, İstanbul’daki Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi düzenleyerek "Gözaltında kaybolan" çocukları dolayısıyla bir araya gelirler. Ama sonuç hiç değişmedi, Sonuç hep "bilinmezlik"ti. Bilinmez şekilde yok olmuş, evlerine asla dönmemiş, "ne ölüsünü ne dirisini" bir daha onları gören bile olmamıştı...

Tam da bir "Hukuk devleti"nin bahsi!

Çocuklarının katilleri tanıklara ve delillere rağmen yaşamlarına devam ediyor, işkenceceleri sokakta ellerini kollarını sallayarak geziyor, "o tarihler içinde sıkışmış" evlatları devlet tarafından "politika" uğruna öldürülen annelerin çığlığına kim kulak tıkayabilir?

Çocuğunun işkencecesinin ismini, yüzünü aklına mıh kazıyan buna rağmen hiçbir şey yapamayan anneyi kim teselli edebilir?

Bu bir anne, ölen çocuğunun "bedenini" ararken, kimin maşası olabilir? "Çocuğunun mezarında içini soğutmak isteyen bir anne", bundan daha temel bir insanlık hali, hakkı düşünebiliyor musunuz?

Eyleme ilk başlayanlardan biri, Kenan Bilgin'in annesi Fincan Bilgin'di. İnsan denen varlıktan hala ümidimizi kesmediysek, Nazım Hikmet'in "Büyük İnsanlık" dediği, memleketimizin insanı bu "ebedi tekerrüre", bu karanlığa son vereceği inancındaysak, iktidarın yıkıcı eril gücüne karşı bir kadının bir anne yüreğinin zaferine olan inancındaysak, "Öldürelenin, kimliğinin 'insan' olduğu", bir devlet politikası değil de bir cinayet, bir insanlık suçu olduğu inancındaysınız, bu büyük direnişi karşılıksız bırakmayın!

Cumartesi Anneleri, 25 Ağustos Cumartesi günü 700'üncü kez Galatasaray Meydanı'nda bir araya gelecekler. Bir kez olsun tüm siyasi fikirlerinizi bir kenara bırakıp ve Cumartesi günü saat 12.00'de Galatasaray Lisesi'nin önünde gözaltında kayıpların peşine düşen Cumartesi Anneleri ile birlikte olalım.  

Çünkü Fatma Morsümbül'ün söylediği gibi, "İnşallah Cumartesi Annesi olmayacaksınız."

Öne Çıkanlar