Cehalet, idealizm ve körleşme
Besim ERASLAN*
Adaşım Besim Dellaloğlu’nun yazılarını keyifle takip ediyorum. Yazılarındaki derin içgörü ve sahip olduğu sosyolojik gözlem gücüne yedirilmiş ince mizahla yoğurduğu üslûbu çetrefilli konulara dokunan yazılarını bile keyifle bir çırpıda okumanızı sağlar. En son "Solcu Aydının Krizi" başlıklı yazısı yine bu niteliklere haiz ve zülfü yare dokunan bir yazı olmuş, kendisini kutlamak isterim. Ancak bu yazının konusu düşünce iklimimizdeki konuları nitelikli bir biçimde ele alan yazarlara, çalışmalara iltifat etmek değil. Belki buradan hareketle benzer konuyu biraz genişletip kendi gözlemlerimle birleştirerek biraz da kendi meşrebimce eleştirel sözler edebilmek.
O yazıda, Besim Dellaloğlu; "Normatif yüksek değerler, verili olanı tespit edebilmek için gereken en basit bir analitik bakışı bile zorlaştırır. Olması gerekene gömülmüş idrak, olanı tespit edemez, olanın ardındaki nedenselliği çözümleyemez. Hatta eğer siyasi bir amaç varsa bu çözümleyememe verimli bir siyaset de üretemez. Solcu aydını iktidarsızlaştıran işte tam da burasıdır.
Bilinç farkındalıktır. Ne kadar çok şeyin farkında olursanız o kadar bilinçli olursunuz. Bu anlamda Solcu aydın aslında ciddi bilinç kaybı halindedir. Bunun temel nedeni olanın ardındaki nedenselliğin zaten olması gereken tarafından ikame dilmesi gerektiği yönündeki çok güçlü idealizmidir. Türkiyeli solcu aydın tersi yöndeki bütün söylemine rağmen öncelikle idealisttir, materyalist değil."
Diyor ve solcu aydının ne olduğunu neden böyle olduğunu bir türlü açıklayamadığı toplumu kendi imgeleminde idealize ettiği batılı toplumlarla kıyaslayarak sürekli olarak topluma kızmak ve toplumsal cehaletten yakınmaktan başka bir şey yapamamak durumuna saplandığına haklı olarak dikkat çekiyor.
Gerçekten de bizde solcu aydının durumu tam olarak böyledir.
Cumhuriyet ile birlikte batılılaşma arzusu "muasır medeniyet seviyesine yükselme" biçiminde resmi ideolojiye içkin bir hale gelince, cumhuriyet aydınlarına da bu fikri topluma yaymak, "Fransız devriminin yaktığı" "aydınlanma meşalesini" yaşadığımız coğrafyada yeniden tutuşturarak "karanlığın körleştirdiği cahil halka ışık olmak" Cumhuriyet aydınının birinci görevi haline gelmiştir. Hal böyle olunca Cumhuriyet ile ideolojik kültürel, tarihi bir sorgulama ve hesaplaşma derdinde hiç olmayan, milli mücadele yıllarındaki devletlerin o dönemki çıkarlarına uygun olan ve Cumhuriyetin ilk yıllarında da devam eden Ankara – Sovyet ittifakını "Osmanlı’nın orta çağ karanlığına ve Emperyalist batının zorbalığına karşı tarihsel, zorunlu ve ilerici bir ittifak" olarak okuma kolaylığa düşmüş. O dönemdeki Sovyet Devletinin dış politikadaki alî çıkarlarına göre inşa edilmiş Komintern kaynaklı ideolojik çözümlemelerin de bu düşünceyi destekler biçiminde olması Kemalist Cumhuriyet aydını ile Enternasyonalist Solcu aydın arasındaki ideolojik politik sınırları neredeyse görünmez kılmıştır. Sonuçta öyle bir noktaya gelinmiştir ki genç Cumhuriyetin idealist eğitim bakanı Hasan Ali Yücel ile Cumhuriyeti bu ideolojik miras üstünden içselleştiren solcu aydınımızın vizyonu arasında bırakın çatışmayı kalıcı bir uyumluluk hali oluşagelmiştir. Hatta bu iş o denli ileri gitmiştir ki; ikinci dünya savaşı sonrasında oluşan yeni statüko içinde artık gençliğini yitiren cumhuriyet, batılı demokrasiler karşısında "anti empreyalizm" vb. ideolojik cephaneliğini de yitirmeye başlamıştı ve bu durum erken dönem cumhuriyetin yaratmaya çalıştığı "Cumhuriyet aydını" kimliğinin de derin bir krize girmesine neden olmuştu. İşte tam da bu noktada batıcı, otoriter ve milliyetçi cumhuriyetin entelektüel krizine müttefik solcu aydınlar çare oldular. "İlerici Cumhuriyet" aydınsız kalamazdı ve öyle de oldu müttefik solcu aydın otoriter ve milliyetçi iklimde eriyen erken dönem cumhuriyet aydınının mirasını devraldı hatta doğrudan bu işi üstlenerek "eğitim meşalesini yükseklere taşıdı".
Bu süreçte başlangıçta korporatif devlet yapısının toplumsal uyum ve asimilasyonun bir enstrümanı olarak düşünülen ancak uygulamada sanıldığı kadar işlevsel olmadığı hatta devlet açısından "tehlikeli" olabileceği görülünce vazgeçilen Köy Enstitüleri vb. projelerle birlikte cumhuriyetin bütün aydınlanma mirası eski adıyla müttefik solcu aydınlara kaldı.
Batılı demokrasilerdeki nispi serbestiyet, ifade özgürlüğü, toplumsal organizasyon becerisi, sivil toplumun gücü, sistemin ayrıksı olanı ehlileştirme yeteneği, ekonomik ve siyasal olarak belli bir gücü olan devletlerin kendi gücünü riske atmamak için zorda kalmadıkça rasyonel davranma geleneği (ya da yeteneği) bizim solcu müttefik aydınımızın batılı demokrasileri idealize etmesine neden oldu. Bu idealizasyon içe dönünce kendisi gibi olmadığını sandığı halka karşı kalıcı bir öfkenin doğmasına neden oldu. Buradan bakınca Batıda sistem tıkır tıkır işliyor bizde ise en basit toplumsal sorunlar bile çözümsüzlüğe mahkûm oluyordu. Klasik aydınlanma geleneğinin takipçisi, İlerici Cumhuriyetin inkılapçı ilkelerinin de bekçisi iseniz bunun nedenini bulmakta zorlanmazsınız, nitekim de eski adıyla Solcu müttefik aydını yeni adıyla yeni Cumhuriyet aydını olarak bu nedeni bulmakta zorlanmadı. "Neden cehaletti ve Eğitim şarttı".
Ruldolf Rocker’ın Kaos Yayınlarından yayınlanan "Milliyetçilik ve Kültür" adlı döne döne okuduğum kapsamlı bir kitabı var. Orada alman aydınlarının çoğunluğunun idealizmine, tüm ilerici, özgürlükçü safsatalar arkasında saklı olan kutsal devlet, seçilmiş millet ön kabulüne dikkat çeker. Bu satırları okurken hiç yadırgamadım, bizim aydınlarımızla o kadar çok benzeşiyor ki; zira bizdeki solcu cumhuriyet aydının da zihinsel arka planı esasen kutsal devlet, kutsal halk ön kabulünden oluşur. Devlet kutsaldır, çünkü yerleşik hayata göre çok daha kaotik bir ikliminden gelen göçebe kültürde askeri ve politik gücü elde etmek isteyen hakanlar kendi emellerine ulaşabilmek için konar göçer yaşamda olmayan şeyi vaad ettiler. Yani kâh zorbalıkla kâh iyilikle "o zenginliği, fetihleri ve de kısacası gücü istiyorsanız bir araya geleceksiniz devlet olacaksınız" diyerek en geniş göçebe kavimleri birleşmeye askeri politik hiyerarşiye girmeye ikna ettiler. Çünkü onlara göre; "devlet, dirlik düzenlik bütünleşme, büyüme, hükmetme ve fetih anlamına gelirdi". Nitekim gündelik hayatında küçük obalar halinde yaşayan konar göçerler yerleşik yaşayan büyük devletlerle rekabet edebilmek için bir araya gelerek organize olup devletleşirlerse nasıl geniş bir Coğrafyaya hükmedebileceklerini deneyimleyerek gördüler. Bu aynı zamanda "asker millet" efsanesinin de kaynağıdır. Bu anlayışa göre "devlet dirlik, düzenliktir ve ya devlet başa ya kuzgun leşe" dir.
Bu noktada devletin kendi ideolojisini lanse ettiğini ve kendi lansmanı üstünden kendi varoluş gerekçelerini ve onun meşruiyetini ürettiğini bilmem söylememe gerek var mı? Ancak solcu cumhuriyet aydını yukarıda sözünü ettiğimiz zihinsel arka planında gömülü olan devletin kutsallığının kabulünden hareketle ilerici gördüğü cumhuriyet kutsanmasına, halkın kutsanmasını da milli mücadelede canını binbir fedakarlıkla ortaya koyan çilekeş halk kutsanmasına dönüştürmekte pek zorlanmamıştır.
Bu doğal ve anlaşılır bir şey. Hükümdar kendi hükmünü bildirir. Burada etik olarak anlaşılmaz olan; solcu cumhuriyet aydınının solculuğun son tahlilde de olsa devlete karşı olma prensibini unutup mevcut iktidara müttefik olayım derken kendi evrensel duruşunu unutur hale gelmesi "iktidarı ele geçireyim derken iktidarın kendisini ele geçirmesine göz yumması" halidir.
Günümüze gelirsek cumhuriyet aydınımıza göre; "Cumhuriyet fazilettir, fedakar halkımız ise kurtarıcısının şahsında onun ebedi kollayıcısıdır ama sorunlar cumhuriyetin yüksek ideallerinden sapılmasından ve halkın cehaletinden kaynaklanmaktadır." Yöneticiler biraz daha eğitimli kişilerden seçilebilse, halk cahil bırakılmasa her şey yoluna girecektir. İşte Tanzimat ile başlayan batılılaşma "cereyanının" yarattığı "ıslahatçı ve münevver" tipolojisinin son tezahürü. Devlete söz etmeden devlete dair söz edeceksiniz, sistemi eleştirirken devleti eleştirmeyeceksiniz yada eleştirseniz bile sonunda sözünüzü devleti kurtarmaya odaklanan ıslahatçı bir mirasa eklemleyeceksiniz. "Bu ne yaman çelişki anne"!
Tabi solcu aydınlarımızın entelektüel olarak içine girdikleri bu çıkmaz sokak giderek daha fazla aleniyet kazanmaya başlayınca bu duruşun daha inceltilmiş yeni sürümlerini akademik bir harmanla piyasaya sürülmesi de bir yerde kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu ama konumuz o değil. Ben bu çıkmaz sokağın farkına vardığı halde bunun üstüne analitik bir hasretle gitmek yerine ideolojik çıkmazlardan oportünistçe yararlanarak kendi muhafazakâr saplantılarını ideolojik bir harmanla özgürlükçü düşünce olarak yutturmaya çalışanlara da birkaç cümle etmek istiyorum. Aydınlanma eleştirisi yapıyor olmanız, kurmaya çalıştığınız dindar ve muhafazakâr çerçeveyi meşrulaştırmaz. Pozitivizmi, materyalizmi eleştirmeniz sizin idealizminizi haklı çıkarmaz. Rasyonalizmi eleştirmeniz, sizin metafizik saçmalıklarınızın eleştirel değeri olduğu anlamına gelmez. Devleti eleştirmeniz, kendi kafanızdaki özgürlük tasavvurunuzun doğrudan ve demokratik olduğu anlamına gelmez. Laisizmi eleştirmeniz sizin felsefenin alanından çıkıp teolojinin alanına giren dinsel terminolojinize zerrece meşruiyet sağlamaz. Politikayı eleştirmeniz ise etik olmayan eylem ve davranışlarınızı haklı kılmaz.
Aydın olmak istiyorsanız önce kendinize aydın olun yeter.
* Blog Yazarı