Ceza mahkemelerinin görevi neydi?
Dr. Fatma Karakaş DOĞAN
4 Kasım 2016 tarihinde gözaltına alınan ve ardından tutuklanan Selahattin Demirtaş, halka hitap ettiği bir konuşmada, 'terör örgütü propagandası' yaptığı gerekçesi ile 4 yıl 8 ay hapis cezasına mahkum edildi. Karar Silivri salonunda toplanan İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi heyeti tarafından verildi.
Selahattin Demirtaş, Türkiye siyasi tarihine adını yazdırmış bir siyasetçidir. Geniş kitlelerin oy verdiği ve bundan sonra da siyaset sahnesinde görmek istediği bir kişidir. İşlediği herhangi bir suç nedeniyle değil de, siyasi rakip olması nedeniyle cezaevine konulduğunu bilmeyen yok. Ondan kurtulmaya çalışan mevcut iktidar çözümü suç ve iftira atmaya kadar vardırdı ve ne bunu da ceza mahkemelerine yaptırıyor. Yazık! Oysa ceza mahkemelerinin görevleri arasında, hükümetin siyasi rakiplerini cezaevinde tutmak yoktur. Siyaset konuşma ve görüşlerini en etkileyici biçimde sunma sanatıdır. Mevcut davada ceza mahkemesi, bir siyasi partinin liderini konuştuğu için mahkum etmek zorunda kalmıştır, işin özü budur. Mahkemenin bu kararı verirken işini kolaylaştıran tek gerçek, Selahattin Demirtaş’ın Kürt olması ve Kürtler lehine siyaset yapmasıdır. Korkarım bu durum vicdanlarındaki yükü azalttı! Dolayısıyla aslında mahkumiyet kararının görünmeyen konusunu, Selahattin Demirtaş’ın bir fiili değil, bizzat kendi varlığı oluşturmuştur. Mahkeme heyeti, gözlerini kapatarak, fiilin suç olup olmadığını kalbinin derinliklerinde tartacağına, gözlerini faltaşı gibi açıp yargıladığı kişiye bakakalmıştır! Mahkeme heyetinin gözleri açık olunca, adalet terazisini tutmasına da gerek kalmamıştır.
Yazının bu yerinde meşhur "Çözüm Süreci Yasası’nı, o dönem hükümetinin çözüm programını ve yaratılan kısmi demokrasi atmosferini anımsamakta fayda var. Zira aralarında HDP eski eş Başkanı hukukçu Selahattin Demirtaş’ın da bulunduğu Kürt siyasetçilerine karşı yürütülen yüzlerce yıl hapis cezası istemli yargılamaların temel nedeni, bu dönemde yapılan açıklamalar ve yürütülen görüşmelerdir.
TBMM tarafından 6551 Sayılı olarak, 10.07.2014 tarihinde kabul edilen "Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun", Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış ve 16 Temmuz 2014 tarihli ve 29062 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmişti.
Kanun ile Bakanlar Kuruluna çözüm sürecini yürütme konusunda görevler verilmişti; siyasi, hukuki, sosyo-ekonomik, psikolojik, kültür, insan hakları, güvenlik ve silahsızlanma vs. alanlarda atılacak adımları belirlemek, gerek görülmesi halinde, yurt içindeki ve dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, diyalog, görüşme ve benzeri çalışmalar yapılmasına karar vermek ve çalışmaları yapacak kişi, kurum ve kuruşları belirlemek ve silah bırakan örgüt mensuplarının eve dönüşleri ile sosyal yaşama katılım ve uyumlarının temini için gerekli tedbirleri almak, bu yetkilerden bazılarıdır.
Bakanlar kuruluna ve sonraki maddelerle kurulan sekretaryaya verilen görevlerden birisi de, yapılacak çalışmalar ile alınan tedbirler konusunda kamuoyunu doğru ve zamanında bilgilendirmekti. Gerekli mevzuat çalışmalarının yapılması ve kurumlar arası koordinasyonun sağlanması da verilen görevler arasında idi. Bu kanun kapsamında yapılacak çalışmaların "Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı" tarafından yürütüleceği de belirtilerek bir sekretarya oluşturuldu.
Kanunun 4. Maddesi ile verilecek görevlerin, ilgili kamu kurum ve kuruluşları tarafından ivedilikle yerine getirileceği yani kaymakam, vali veya emniyet görevlilerinin de kanun kapsamında görev alacağı kabul edilmişti. Bu madde ile kanunun yürütülmesi kapsamında verilen görevleri yerine getiren kişilerin hukuki, idari veya cezai sorumluluğuna gidilemeyeceği hüküm altına alınmıştı. Kişilerin kamu görevlisi olup olmadığı veya hangi taraf adına hareket ettiğine ilişkin bir sınırlama yoktur, güvence görev alan herkese sağlanmıştır.
Bu kanun ve hükümetin o dönem izlediği politika çerçevesinde, Kürt ve hükümet kanadı siyasetçileri görev almış ve bir kısmı kamuoyuna da yansıtılan görüşmeler yapılmış, faaliyetler yürütülmüştür. Hükümetin politika değiştirilmesi ile yeni bir döneme girilmiş, önemini kaybeden kanun da, 24 Haziran 2018 seçimleri sonrası yürürlükten kaldırılmıştır.
16 Temmuz 2014 - 9 Temmuz 2018 tarihleri arasında yürürlükte kalan bu kanunun ve hükümetin o dönem izlediği politikaların oluşturduğu kısmi demokrasi ortamının, bir hukuk devletinde sonuçları olması beklenir. Bunlardan en önemlisi, kanun kapsamında verilen görevleri yerine getiren kişilerin cezai, idari ve hukuki sorunluluklarına gidilemeyeceği ibaresidir. Ceza Kanunu m.24’te yer alan, "kanunun hükmünü yerine getiren kişiye ceza verilmez", cümlesi sebebiyle de aynı sonuca ulaşmak mümkündür. Kaldı ki Siyasi Partiler Kanunu da, görüşlerini halka iletmeyi ve bunların propagandasını yapmayı, siyasetçiler için bir hak olarak düzenler. Anayasa m.83’ten kaynaklanan mutlak yasama dokunulmazlığı da, siyasetçilerin sözlerinden dolayı yargılanmalarını, bir hukuka uygunluk sebebi oluşturarak, engeller, çünkü fiilin suç olup olmadığı, işlendiği tarihteki hukuka göre belirlenir.
Gelelim gerek bu yasa ve gerekse hükümetin o dönemki siyasi programı çerçevesinde açıklamalarda bulunan ve görev alan hükümet kanadı siyaset ve kamu görevlilerinin hukuki, cezai ve idari sorumluluğuna. Aynı dönemde benzeri açıklamalar ve görüşmeler yapmış olmalarına karşın, onlara karşı yürütülen bir soruşturma veya yargılama bulunmamaktadır. İç hukukta mevcut hukuka uygunluk nedenlerinden, sadece hükümet adına hareket edenler yararlanıyor. Yasal dayanağı olmamasına rağmen, masada oturanların yarısı yargılıyor, diğer yarısı yargılanıyor, masanın yarısı cezaevinde, diğer yarısı iktidar bende, ne yapsam yeridir diyor. Bu arada masayı merak ediyorum ister istemez ve bir müzeye kaldırılarak, Türkiye devletine de, yasalarına da güvenilmemesi gerektiğini anlatan bir açıklama ile, seyre sunulmasını öneriyorum.
Dr. Fatma Karakaş Doğan - Ceza Hukuku Doçenti
Bremen Üniversitesi Hukuk Fakültesi