CHP’liler için sağ popülizm ve savaş kılavuzu

CHP’liler için sağ popülizm ve savaş kılavuzu
İktidara tutunmak için savaşa başvuran bir sağ popülist yönetim, madde bağımlısı gibidir: İlk dozlardan sonraki belirtileri, yeni ve daha büyük bir doz giderebilir. Son doz, altın vuruştur.

Murat ÖZBANK*


Sağ popülist yönetimlerin, iktidarlarını daim kılmak için severek kullandıkları iki araç vardır: Kutuplaştırma politikaları ve savaş. Sağ popülist yönetimler, güçlerini kendilerini destekleyen halk çoğunluğuna borçludurlar. Çünkü bu çoğunluğun ya da siyaset kuramındaki teknik tabiriyle, ‘popüler destek tabanının’, onlara kazandırdığı ‘politik meşruiyet’ kalkanı sayesinde, tekeline devletin sahip olduğu ‘meşru şiddet araçlarından,’ yani polislerden, askerlerden, savcılardan, hatta mahkemelerden ve yargıçlardan, kendi iktidarlarını daim kılmak için keyiflerince yararlanabilirler.

Aslında bu tür ‘meşru şiddet araçlarının’ kullanımının, herkes için eşit ölçüde bağlayıcı oldukları varsayılan genel insan hakları normlarına ve bu normlara uygun yasalara tabi olması gerekir, zira ancak böyle bir  hukuki çerçeve içinde kullanıldıkları sürece ve ölçüde devletin tekelindeki şiddet araçlarının, ‘meşru’ bir şekilde kullanıldıkları iddia edilebilir. Ancak popüler destek tabanlarının onlara sağladığı politik meşruiyet kalkanının ardına saklanan sağ popülist yönetimler, bazen hukuku hiçe sayarak bazen kendilerini hukukun yerine koyarak, iktidarlarının sürekliliğini tehdit eden, yollarına engeller çıkartan muhalif politikacıları, aydınları, sivil toplum liderlerini, akademisyenleri, gazetecileri, kah şafak baskınlarıyla gözaltına aldırarak kah uyduruk suçlamalarla yıllarca mahkemelerde süründürerek kah aylarca, yıllarca hapiste tutarak bertaraf edebilirler. Muhalif partilerden seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıp onların yerine kendi memurlarını atayabilirler. Yayınlarının iktidarlarını tehdit ettiğini düşündükleri gazeteleri, televizyon kanallarını kapatabilir, çok satışlı gazetelerin ve çok izlenen haber kanallarının kendi yandaşlarına satılmasını sağlayabilir veya muhalif gazetelerin yönetimlerini değiştirterek, bu tür gazetelerin eleştirilerinin kendi belirledikleri güvenli sınırlar içinde kalmasını temin edebilirler.

Dolayısıyla sağ popülist yönetimler için kendilerine tüm bunları ve çok daha fazlasını yapma gücü veren bir ‘politik meşruiyet’ kalkanı sunan ‘popüler destek tabanlarını’ muhafaza etmek çok ama çok önemlidir.

Sağ popülist yönetimin alet edevat çantasında bu amaca hizmet etsin diye taşıdığı araç, ‘kutuplaştırma politikalarıdır’. Sağ popülist yönetim destekçilerinin geçmişten gelen, akıl ve vicdan terazisinde tartılmamış kültürel, düşünsel, etnik vs. önyargılarını, öfkelerini ve hınçlarını harekete geçirerek, önce onları sürekli olarak bir beka tehditi altında yaşadıklarına inandırır sonra da kendi iktidarına tehdit olarak gördüğü insanları, toplum kesimlerini ve hatta yabancı ülkeleri, bu ‘dostlarına’ hedef göstererek, onları ortak ‘iç ve dış düşmanlara’ karşı kendilerini korumanın en iyi yolunun, ‘yönetime,’ daha doğrusu o yönetimin tartışılmaz liderine sıkı sıkıya kenetlenmek olduğuna ikna eder. Hele devletin tekelindeki ‘meşru şiddet araçlarıyla’ birlikte, kitle iletişim araçlarının da tamamına yakınını kontrol edebilen, Türkiye’deki gibi bir sağ popülist yönetim söz konusuysa, bu türden bir kutuplaştırma politikasının uygulanması da ondan sonuç alınması da hiç zor olmaz. Elinde böyle iki güçlü araç olan bir sağ popülist yönetimin,  Türkiye’deki 31 Mart 2014 yerel yönetim seçimleri, 1 Kasım 2015 milletvekilliği seçimleri, 24 Nisan 2017 referandumu veya 23 Haziran 2018 başkanlık ve milletvekilliği seçimleri gibi popülarite yoklamalarından başarıyla, yani ardına saklandığı meşruiyet kalkanını muhafaza ederek, hatta onu daha da güçlendirerek çıkması işten bile değildir.

Sağ popülist yönetimler, uyguladıkları bu kutuplaştırma politikaları ile, zaman içinde, halkın önemli bir kesimini, mesela %60 gibi bir çoğunluğu (ki Türkiye’deki sağ popülist yönetimin, 23 Haziran 2018 seçimlerinde ulaşmayı hedeflediği, ama ulaşamadığı rakamdır bu) popüler destekçi tabanlarına katmayı başarabilirlerse, iktidarlarını mutlaklaştırmak, ya da siyaset kuramındaki teknik ifadesiyle, ‘totaliterleştirmek’ yolunda önemli bir merhale kaydetmiş olurlar. Aslına bakarsanız, devletin ‘meşru gibi görünen’ şiddet araçlarını ve ülkedeki ana akım medyanın neredeyse tamamını kontrol eden bir sağ popülist yönetim için bu merhaleye ulaşmak hiç de zor olmayabilir. Bunun için tek yapması gereken, yürüttüğü kutuplaşma politikalarının hedefine, söz konusu toplumdaki, toplam nüfusa oranla sayısı en az olan ve/veya kültürel olarak en çok ötekileştirilen ve/veya en örgütsüz azınlık grubunu veya gruplarını (örneğin 1930’lar Almanyasındaki Yahudiler, Komünistler, Çingeneler ve Eşcinseller gibi toplulukları) koymaktır. Bir yandan devletin meşru gibi görünen şiddet araçlarının ustalıklı kullanımı, diğer yandan kitlesel iletişim araçları üzerinden 7 gün, 24 saat sürdürülen bir dezenformasyon bombardımanı sayesinde, hedefteki bu topluluklara karşı zaten geçmişten beri önyargılı ve hınç dolu olan toplumsal kesimler, tıpış tıpış gelip sağ popülist yönetimin destekçi tabanına katılarak, aradıkları ‘huzura’ olmasa bile, özledikleri ‘kendini güçlü ve güvende hissetme’ duygusuna kavuşurlar.

Üstelik bu popüler destek tabanı büyüdükçe, onun dışında kalan toplumsal alanlar da giderek daraldığından ve daha da tekinsiz bir hal aldığından, bu tabana bir kez katılan insanlar, bir daha başka bir yere kolay kolay kıpırdamaz veya kıpırdamak isteseler de gidecek yer bulamazlar. Dolayısıyla bu destekçi tabanı ne kadar büyürse, sağ popülist yönetim de özlemini kurduğu ‘totaliter nirvanaya’ o kadar yaklaşmış olur. Hani sözlerini Murathan Mungan’ın yazdığı o Yeni Türkü şarkısında, ‘ya içindesindir çemberin; ya da dışında yer alacaksın’ denir ya — işte tam anlamıyla teşekkül etmiş bir totaliter rejim, ülkede çemberin dışı diye bir şeyin neredeyse hiç kalmadığı, rejimin popüler destek tabanının, her yeri, herkesi, her şeyi kapladığı bir topluma işaret eder. Ciğerlerinize bir nefes özgürlük doldurmak için bu çemberin dışına çıkmak isterseniz, ülke dışına çıkmanız gerekir.

Ne var ki, sağ popülist yönetimlerin izlediği kutuplaştırma politikalarında, yönetime destek veren toplum kesimlerine hedef gösterilen ‘iç düşmanlar’, toplum içindeki bir azınlığa değil de, toplumun kabaca yarısına tekabül ediyor ve o toplumun düşünsel, vicdani ve etnik açıdan çok farklı, hatta birbirlerine husumet besleyen, ama kendi içlerinde örgütlü kesimlerinden oluşuyorsa, bir noktada bu kutuplaştırma politikalarının tıkanması ve hatta ters tepmeye başlaması beklenebilir. Daha doğrusu, ‘beklenebilirmiş’ demem lazım, zira böyle bir durumun dünya siyasi tarihinde benim bilebildiğim tek örneği var, o da Türkiye’deki sağ popülist yönetimin önemli bir zemin kaybettiği 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde ve iptal edilen İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinin 24 Haziran 2019’da yapılan tekrarında ortaya çıkan tablo. Gerçekten de bu seçimlerde, Türkiye’deki sağ popülist yönetimin izlediği kutuplaştırma politikalarının (özellikle de bu politikaları izlerken kullanılan dışlayıcı ve sürekli olarak yinelenen saldırgan söylemlerin) bir yandan bu yönetimin kendi destekçi tabanı nezdinde bir doyum noktasına ulaşarak ikna ediciliklerini yitirmeye başladığını, diğer yandan kutuplaştırma politikalarının hedefine oturtulan çok farklı toplumsal kesimlerin,  birbirlerine yakınlaşarak çok parçalı bir muhalefet bloğunda buluşmaya başladıkları gözlemledik.

Gücünü borçlu olduğu popüler destek tabanının erimekte olduğunu, bu tabanı muhafaza etmek için kullandığı kutuplaştırma politikasının da artık arzu edilen sonucu vermediğini, hatta  tam aksine yönetim tarafından dışlanan, hedef gösterilen, düşmanlaştırılan ‘öteki’ kesimleri, birbirlerine yakınlaştırmaya, onları çok parçalı ama etkili bir muhalefet bloğuna dönüştürmeye başladığını gören bir sağ popülist yönetim ne yapar?

Sağ popülist yönetimlerin trajedisi, üzerinde ilerledikleri yolun geri dönüşü olmamasıdır. Varlıklarını sürdürmeleri iktidarda kalmalarına, iktidarda kalmaları popüler destek tabanlarını muhafaza etmelerine, popüler destek tabanlarını muhafaza etmeleri de artık işe yaramamaya başlayan kutuplaştırma politikalarını doz artırarak sürdürmelerine bağlıdır. Yani sağ popülist yönetimin el artırmak dışında bir çaresi yoktur. Dolayısıyla sağ popülist yönetimler, kutuplaştırma politikalarının tıkandığı noktalarda, bu tıkanıklığı aşmak için ellerini alet edevat kutusundaki öteki araca, savaşa atarlar.  Savaş, popüler destek tabanı erimeye başlamış, karşısında çok parçalı da olsa, etkili bir toplumsal muhalefet bloğu oluşmuş ve kutuplaştırma politikalarını uygulamak için o güne dek kullandığı araçlar, yöntemler ve söylemler artık etkisizleşmeye başlamış bir sağ popülist yönetimin, iktidara tutunmak için başvurabileceği en son ve en radikal çaredir.

İktidara tutunmak isteyen bir sağ popülist yönetim açısından savaş bir çaredir, çünkü onun ülke içindeki milliyetçi hissiyatları yeniden kendi lehine seferber etmesine ve çok parçalı muhalefet bloğunun içindeki gerilimleri kopma noktasına getirip oradan kendi tabanına birkaç katılımcı daha devşirmesine olanak sağlar. Savaş, ayrıca, sağ popülist yönetimin kendi tabanındaki korkuları pekiştirerek, o tabandan kaçışları da durdurur, ya da hiç değilse yavaşlatır.

Savaş, bir sağ popülist yönetimin, iktidara tutunmak için kullanılabileceği en radikal çaredir, çünkü savaşın mağdurları ne sadece iki ateş arasında kalıp yaralanan, ölen, yerlerinden, yurtlarından olan siviller, kadınlar ve çocuklardır ne sadece vatan, millet aşkına, ‘içler yanarak’ cepheye yollanan askerlerdir ne de sadece milliyetçi hamasetin tavan yaptığı bir dönemde, savaşa karşı laf söylemeye cesaret ettikleri için gözaltına alınan, yargılanan veya hiç değilse haklarında soruşturma başlatılan insanlardır. Evet bunlar savaşın doğrudan ve açık mağdurlarıdır, ama sağ popülist yönetimin destekçi tabanı da, milliyetçi hamasetin tavan yaptığı ilk günlerde olmasa da önünde sonunda o savaştan etkilenir. Zira ölen askerler, onların da oğullarıdır. Kaybedilen uluslararası itibar, onların da itibarıdır. Değer kaybeden para, onların da parasıdır. Bozulan ekonomi, onların da ekonomisidir.

Sağ popülist yönetim bir savaşı yaralı bereli, ekonomisi ve uluslararası itibarı yerlerde sürünür bir halde atlatabilse dahi, yıllardır süren gerilimlerden yorgun düşerek, erimeye meyletmiş destekçi tabanını bir arada tutmak için, elinde ‘yerli ve milli’ hamasetten başka araç, bu hamaseti canlı tutmak için de, yeni ve daha büyük bir savaş çıkarmaktan başka bir çare yoktur. İktidara tutunmak için savaşa başvuran bir sağ popülist yönetim, bu anlamda bir madde bağımlısı gibidir: ilk bir kaç dozdan sonraki yoksunluk belirtilerini ancak yeni ve daha büyük bir doz giderebilir. Son doz, altın vuruştur.

Savaşın, bir sağ popülist yönetimin iktidara tutunmak için baş vurabileceği son çare olmasının nedeni de budur. Sağ popülist yönetimler, özellikle de devletin ‘meşru gibi görünen şiddet araçlarını’ keyfince kullanılabilen ve ülke medyasının tamamına yakınını kontrol edebilenler genellikle ne seçimle gönderilebilirler, ne de ‘tabandan yükselen bir devrimle’ yıkılabilirler. Sağ popülist yönetimler, kendi ürettikleri şiddetin altında kalır, öyle giderler. Ne yazık ki o şiddetin altında kalanlar, sadece o yönetim, ya da o yönetimin destekçi tabanı olmaz. Toplumun tüm kesimleri, ülkenin tamamı olur.

Peki bu sonu engellemenin bir yolu yok mudur?

Tam olarak teşekkül etmiş bir totaliter rejimde yoktur. Böyle rejimlerin sonu, total bir yıkıma uğramadan, en azından ağır bir savaş  yenilgisi  tatmadan gelmez. En azından Nazi Almanyası örneğinden öğrendiğimiz budur.

Ama sağ popülist yönetimin karşısında, çok parçalı da olsa, birlikte hareket ettiklerinde onu tökezletebilen bir muhalefetin hala mevcut olduğu, yani Hitler’in ulaşmış olduğu totaliter nirvanaya henüz ulaşmamış ülkelerde, iktidara tutunmak isteyen bir sağ popülist yönetimin, tüm ülkeye zarar verecek son altın vuruşu yapması engellenebilir. Ne var ki bunun için, önce, ülkedeki muhalefet liderlerinin sağ popülist yönetimin, savaş tamtamları arasında yükselttiği milliyetçi hamasetin dolduruşuna gelmemesi, lokomotifliğini onun yaptığı savaş vagonuna, ‘tek bir Mehmetçiğin bile burnu kanamasın, analar ağlamasın’ diye ‘içleri yana yana’ atlamaması gerekir.

Bilmem Kemal Kılıçdaroğlu başta olmak üzere, CHP’li dostlara anlatabildim mi?

*Bu yazı ilk olarak Yeşil Gazete'de yayınlanmıştır

 

Öne Çıkanlar