ÇIMA EZ FILLÉ TEME?

ÇIMA EZ FILLÉ TEME?
İki halkın ilişkilerini bir kez daha bozmak, onarılmaz kılmak için bazı çabaların olduğu günümüzde bu tanıklıkların dillendirilmesinde yarar olduğuna inandığım için yazdım bunları.

M. Naci SUMELİ


Şu günlerde de, bir çok Zaman olduğu gibi Ermeni-Kürt ilişkileri değişik pencerelerden sokağa dökülüyor. Bu 24 Nisan tartışmalarından sonra Ermenilerle şahsi ilişkilerden de yola çıkarak, Kürtçede Ermenilere ilişkin yeralan deyimlere değinmek isterim. Tabii ki benim bildiklerim, tanık olduklarım devede kulak sayılmalı.

On yılı aşkın sürelik sürgün hayatım sonlamış, ülkeye dönmüştüm. Ekmeğimi kazanmadan, geçimimi temin edemeden bir hayat sürdürmeyi tercih edemezdim. Değilse uğruna o kadar yıl sürgün  yaşamanın ne anlamı olurdu ki? Üretmiyorsan, katmıyorsan, çoğaltamıyorsan halkın sosyal mücadelesinin ön saflarında olman ne kadar anlamlı ve yerindeydi diye düşünüyordum. Kaldı ki asalak bir yaşam sürerek halkın özgürlük ve hak mücadelesinin ön saflarında etkili olarak yeralmak mümkün olabilir miydi? Bir arkadaşın ısrarları sonucu onunla birlikte tekstil, triko karışımı imalat yapıyorduk. Özel olarak ördürdüğümüz kumaşları kesiyor, atölyelere fason diktiriyorduk. Pazarımız Laleli idi ve o günlerde adeta patlamış olan talebe yetişmek için gece gündüz, durmadan, dinlenmeden çalışmak gerekiyordu. Tabii ki fason atölyelerinin de böyle olması gerekiyordu. Bir çok atölye ile çalışıyorduk. Cemal adındaki atölyecimiz hem çok iş yapıyor, teslim ettiği işler eksiksiz hem de işler son derece düzgün geliyordu. Tabii ki bu ilişkinin randımanlı sürmesi icin konfeksiyona düzenli iş akışı olmalıydı.

Bir gün biz Cemallerin atölyesine söz verdiğimiz işi zamanında teslim edememiştik. Ya kumaş gecikmiş ya da başka işlere öncelik vermiştik. (Atölyeye işi zamanında götürememek önemli bir sorundur.) Atölyenin boşa düşeceği kaygısıyla hızla bir parti mal kesiyor bir yandan paçalarını, yakalarını, öteki gerekli olan aksam ve aksesuarlarını denkleştirmeye, bir çuvala doldurmaya gayret ediyorduk. Soğuk bir İstanbul kışı da yaşıyoruz. Öyle ki yağmurdan, kardan insan başını dışarıya çıkaramıyor. O sırada işyerimizden içeri biri girdi. Telaş ve patırtıyla hazırladığımız işin çuvalını sırtlandı, göz açıp kapayıncaya kadar çuval sırtında ortadan kayboldu. Daha önce hiç görmediğim halde bu kişinin atölyenin sahibi Cemal olduğunu anlamıştım. Çünkü birçok defa telefonla aramış, işin niçin geciktiğini sormuştu. Ama bu nasıl bir Cemal idi? Adam değil fırtına. 40 yaşlarını aşkın biriydi. Gene de ne kabına sığıyor ne de yerinde durabiliyordu. Biz Kürtlerin becerikli, olmadık işleri başaran, çalışarak her işin üstesinden gelen insanlar için kullandıkları " MIROV QEY DIBÉ FILLE’YE" deyimi kafamda şimşek gibi çaktı. Böyle adamlar için kullanılan deyimi iş arkadaşıma söyledim o da demesin mi o zaten Ermeni. Bir şey demişmiydim anımsamıyorum.

Bitlis'in köylerinden kopup gelen Cemal’in bir kardeşi (Celo), eşi (Delal) ve bir de kızları ile beraber çalışırlardı. Babaları Bogos o zamanlar hala köylerinde yaşar, ilerleyen yaşına rağmen çiftle çubukla uğraşır, "Toprağımdan ayrılmayacağım..." dermiş. Bu Bitlisli Ermeni ailenin yanlarında çalıştırdıkları hemen hemen herkes göçüp geldikleri topraklardan, çevre köylerdendi. Kendilerine göre, kendi imkanlarıyla insanlara iş veriyor, meslek sahibi  ediyorlardı.

Hele de Delal Hanım'ı tanıyınca "MIROV QEY DIBÉ FILLE’YE" deyiminin nasıl ve niçin kullanıldığını daha iyi anlayabildim. Aslında konfeksiyonu Delal Hanım yönetiyordu. Konfeksiyonda çalışanlar Kurmanc, Zaza, Arap, Ermeni ve Türklerden oluşuyordu. Delal Hanım bu dillerin tümünü biliyor, aynı anda konuşuyor, herkese kendi işini  kendi dilinde anlatıyor, eksiği eleştiriyor, doğruyu övüyordu. Sert disiplinli bir patrondu. Delal Hanım'la çalışırken yanlışa yönelmek, tembellik etmek, kaytarmaya çalışmak mümkün değildi. Çünkü kendisi hem bütün çalışanların (hepsi genç kızlar) annesi yaşındaydı hem de hepsinden daha hızlı, daha düzgün iş yapıyordu. (Konfeksiyonun temel makinası remöyözü iyi ve hızlı kullanmak için genç kız olmak avantaj olduğu halde) Bu yüzden Delal Hanım’ın bağırması, azarlaması genç kızlara gülücük gibi geliyordu. Delal Hanım'ın emeğini, gayretini, vericiliğini görünce geçmişe, çocukluğuma gitmiştim bir anda.    

Doğubayazıt'ın Müftüsü olan babamla evimizden yürüyerek Ehmede Xani’yi ziyarete gidiyorduk. Evimizden Xani türbesine yedi kilometre bir mesafe vardı. Ben yedi ya da sekiz yaşlarımdaydım. Babamın sen yürüyemezsin diyerek beni götürmek istememesine direndim. Onu dinlemedim ve peşine takıldım. O da razı oldu. Yavaş yavaş yürüyoruz. Babam benim yorulup yolda kendisine sorun olacağımı düşünerek temkinli adımlar atıyor. Ama onun bilmediği birsey var ben başka çocuk arkadaşlarımla o yolu çok kez gidip gelmişliğim var. Bu yüzden antremanlı olduğum için de babamın hızına yetişebiliyorum. Doğubayazıt’tan Ehmede Xani’nin türbesinin olduğu eski Bayazıt’a giderken yolun düz kısmının sona erdiği yerde Zengezur adında bir köy yer alır. Bu köyden hemen sonra gelen tepecik de GORDÉ FILLA diye adlandırılır. GORDÉ FILLA"  Kürtçede ERMENİ MEZARLIĞI anlamına gelir. Ve bu tepecik olduğu gibi, hemen ardından devam eden daha yüksek bir tepenin eteklerinde de devam eden yüzlerce mezarla doluydu. Mezarların etrafında ne bir duvar kalmıştı ne de mezarları koruyan herhangi bir engel. Insanlar, hayvanlar bu mezarlara basıp gecerlerdi. Mezarlığın yanına geldiğimizde babam yönünü mezalığa ćevirip ellerini açarak uzun uzun dualar okurdu. Oysa babamla beraber Müslüman mezarlıklarının yanından geçerken de onun dua okuduğuna şahittim. Ama o dualar bu kadar uzun sürmezdi. Bu kafama takılmıştı ve babama nedenini sordum. "Baba niçin Ermeniler için bu kadar uzun dua okudun? "KURÉ MIN EW CINARÉ ME BÛN Û PIR HEQÉ WAN LI SER ME YE" (Oğlum onlar bizim komşularımızdı ve bizde çok hakları var) diye cevapladı. O yürüme telaşı içinde söylediklerinin derinliklerinde nelerin yattığını soramadım.

Delal Hanım'ın, Cemal’in çalışkanlıklarını, komşu köylerden Arap, Zaza, Kurmanc insanlarla muhabetini görünce babamın "komşularımız olan bu insanların bizde daha çok hakları olduğu"nu niçin söylediğini daha iyi anlayabilmiş gibiydim. Bu mezarlıklar burada eski zamanlarda ciddi sayıda Ermeni’nin yaşadığının kanıtıydı. Herkesin hayranlıkla izlediği ve dinlenmek için gittiği, muhteşem KEŞİŞİN BAHÇESİNİ bir yana bırakırsak,  ne kurulan yeni Beyazıt’ta ne de yıkıntılar silsilesi olan eski Bayazıtta "Şurası da falanca Ermeni’nin evidir, dükkanıdır. Şurası da Ermeni kilisesidir." dediklerine hiç tanık olmadım. Bizim çocukluğumuzda Ermenilerden geriye bir tek mezarlıkları kalmıştı. (Gerçi gencliğimde Doğubayazıt'ın Arzep  köyüne gidip gezdiğimde orada bulunan su kanallarının, değirmen kalıntılarının Ermenilerden kaldığını gördüm ve söylediler.)Oysa sonradan öğrendiğimize göre Eski Bayazıt’ta bir Ermeni kilisesi varmış. Duvarlarından devamlı su akan bir kiliseymiş. (Gamsar Harutyuni Xaçatıryan’ın anlattığı bir efsanesi de var.) Gelin görün ki önceki yıl memleketime gittiğimde bu Ermeni mezarlığı GORDÉ FILLA’nın da yerinde yeller esiyordu. Bir barbar, devletin de yönlendirmesiyle gerekli yasallıklar temin edilerek, mezarlığın olduğu tepe dozerlerle dümdüz etmiş, ortaya çıkan insan kemikleri oradan taşınıp yok edilmiş ve bütün bu alan duvarlarla çevrilerek kendisine tapulu mülk edinmişti.

Bu topraklardaki her türlü Ermeni izini silme talanı, her türlü zorbalık ve sindirmeyle birlikte vücut ve hayat buluyor. Bu yüzden bunu anlatan başka deyimler de Kürtçede günlük kullanımdadır. Örneğin kimi bölgelerde şamar oğlanı gibi kullanılan, olur olmaz her türlü işe koşturulan kişiler buna karşı çıktıkları zaman "ÇIMA EZ FILLÉ TE ME ?" derler. Yani Ermeni olsam ne kadar yüklenilirse yüklenilsin, olabilir demek istiyor bu kişiler.

Ermeni ve Kürtler gibi iki komşu, akraba ve mazlum iki halkın ilişkilerini bir kez daha bozmak, onarılmaz kılmak için bazı çabaların olduğu günümüzde bu tanıklıkların dillendirilmesinde yarar olduğuna inandığım için yazdım bunları. Aslında ciddi araştırmalar yapılabilse bu halkların dillerine yerleşen deyimler bile bu halkların ilişkilerinin boyutunu, birbirleriyle gönüllü ve gönülsüz alıp verdiklerini örnekleyebilecek bir deryaya ulaşılabilir. Ne kadar da iyi olur. Kim bilir belki de her deyim üzerine pek çok söz söylenebilir, tartışma yapılabilir ve bence tüm bu tartışmaların gideceği yer tarihte Kürt ve Ermenilerin sadece aynı topraklarda yaşamadıklarını, birbirlerinin hayatlarını da ortaklaşa kurdukları düşüncesi olacaktır. Osmanlı'nın kurduğu, sahneye koyduğu 1915'e, ve bugün de süregiden devlet politikalarına rağmen...

Öne Çıkanlar