Diyalektik yöntem açısından değerler/e bakış
Tacim ÇİÇEK*
Düşün tarihi, entelektüel üretimin maddi üretimle birlikte biçim değiştirmesinden başka neyi değiştirir ki? Her çağın egemen düşünceleri, her zaman egemen sınıfların düşünceleri olmuştur.
(K. Marks, F. Engels/Komünist Manifesto’dan)
Ne kadar inkâr edilirse edilsin ya da yok sayılırsa sayılsın, geçmişten günümüze dek, insanlık tarihi sınıflar arası savaşımların tarihidir. Toplumsal sınıfların ortaya çıkması ile toplumsal işbölümünün ve üretici güçlerin gelişmişlik düzeyiyle orantılı olan bu savaşlar örtülü, örtüsüz ama kesintisiz sürmektedir, dünyanın her ülkesinde. Farklılıklar göstererek "sınıfsız bir toplum" ütopyası varlığını ve de soluğunu bilinegelen sınıf savaşlarından almaktadır.
Platon’un "bir tartışma yöntemi" olan diyalektik yöntem, yine ondan Hegel’e, Hegel’den de Marks’a dek değişip dönüşerek gelişti. "Düşünceyi nesnel ve toplumsal bir dünyanın ürünü" görmeyen Hegel’in bu görüşünü değiştirip dönüştüren ve asıl içeriğine kavuşturan Marks, kendi diyalektiğini "karşıt" olarak da geliştirdi. Diyalektik yöntem, nesnelliğini ve geçerliliğini bugün de koruyor.
Reel Sosyalizmin çöküşü, Berlin Duvarı gibi dogmatik, sekter anlayışların emekçi sınıfların üstüne yıkılışı, vahşi kapitalizmin yeni (1970 bunalımıyla birlikte) geliştirdiği Yeni Dünya Düzeni ve Globalizm’in meydanı boş bulması; yüzyıllarca deneyim edinmesi, kökleşmesi; devasa olanaklarını kullanması yine de insanın insanı sömürmesini, dünyada emek-sermaye çelişkisini, kardeşçe bir hayat mücadelesini yok sayamaz, ortadan da kaldıramaz…
Bugün vahşi kapitalizmin/emperyalizmin ve her ülkedeki egemen işbirlikçilerin yeni liberal reçeteleri ve uygulamaları da uzlaşmaz ana çelişkiyi ortadan kaldırmaya yetmiyor ne yazık ki.
Çünkü böyle bir şey gerçekliğe aykırı…
1870 yılındaki Almanya-Fransa Savaşı’ndan yenik çıkan Fransa’nın objektif ve subjektif koşullarının sonucu olan Paris Komünü, kısa yaşamı o günün emek cephesini yıldırmamıştır. Yıkıntının altında kalan yanlışlardan ders çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak da ikinci büyük paylaşımla birlikte (objektif ve subjektif koşulların uygun olmasından) yeni "emek iktidarları" kazanılmıştır. Reel Sosyalizm’in iç çelişkilerinden ve dış kuşatmalardan yıkılmış olması emek/sermaye çelişkisini, ulusal çatışmaları ortadan kaldırmıyor. Günümüzün süreci aksine, yerel ve evrensel boyutlarda Marks’ı ve Engels’i, hatta ardıllarını haklı çıkarıyor. Onların ütopyasını yakınlaştıran ve gerçekleştiren gerçekler daha da olgunlaşıyor, böylece onların öngörüleri gerçekleşiyor. Uzak olmayan bir geçmişte Avusturya’daki Özgürlükçü Parti’nin hükümet ortağı olmasına dışarıdan müdahalelerin olması, "ulus-devlet" gerçekliğini emperyalizm aşamasının sonucu olarak yok sayıldığını görüyoruz; örgütlenmiş egemen sınıflar tarafından. Çeşitli gerçeklerle başka ülkelere yapılan müdahaleler, yaptırımlar da "ulus-devlet" haklarının yok sayıldığını kanıtlıyor. Günümüzün bütün çıkmazları diyalektik materyalistleri doğruluyor.
İktidar olduğu süreçlerde T. Özal’ın diline doladığı Karadeniz Ticareti de yeni değildi. F. Engels, Karadeniz çevresindeki ülkeler ticaretinin önemini yaklaşık 170 önce dillendirmişti. 12 Nisan 1853 te New York Daily Tribune’e yazdığı başmakalede değinmiş çünkü buna. Boğazların ve Trabzon ticaretinin de sosyal ve siyasal boyutunu irdelemiş o yazısında. Bu bakımdan sorun bireylerde başlayıp bireylerde bitiyor. "Aynı ırmakta iki kez yıkanmaz. Akıp giden başka sulardır," diyen büyük Efesli bilge Herakleitos değişmenin değişmez yasasını koymuş ortaya.
Egemen ideolojiler suç olan ve suç olmayan davranışlar, eylem ve söylemler geliştirir. Hep varlıklarını yücelterek ve karşıtlarını susturacak, onlara boyun eğdirecek değerlere yönelir. Sanal değerler de yaratır. Sanal yasaklar ve sanal dünyalar… Bu yüzden suç olanlarla olmayanlar birbirine karıştırılır. Kaos oluşturulur bilinçli biçimde. Dumura uğrasın diye karşıtları. Yollarını şaşırsınlar, yıkılsınlar, uzlaşıp teslim olsunlar diye…
İnsanlık hep doğrudan, güzelden ve de asıl gerçeklerden yana oluyor. Yolunu şaşırmamaya çalışıyor.
İdeoloji yaşama egemen olmuş ya da olmak isteyen düşünceler dizgisidir. Egemen ideolojiler, ideoloji korkusu yaratır. Geleceklerini böyle kurtarmaya çalışırlar. Oysa ideoloji gökten inmedi zembille. Hayatın içinden soğurulan ve oluşan gerçekliklerdir. Egemen ideolojilerin karşısında muhalif ideolojiler kendi aralarında çatıştıkça kan kaybedip güçsüz düşerler. Erkin işine yarayan bu çatışma ortamı egemenler tarafından mubah görülen her türlü yol ve yöntemle iyice körüklenir.
Tarih açısından hiçbir ideolojinin diğerine üstünlüğü yoktur. Pratikte kitleselleşmesiyle orantılıdır.
Egemen ideolojilere karşı verilen mücadelelerin sonucunda kopuşlar ilerici/gerici olabilir. Bireyler açısından da bu böyle. Örneğin İran İslam Devrimi, Afganistan’daki Taliban Hareketi, El Kaide, Işid… Bu örnekler aynı zamanda, tarihin ideolojiler karşısındaki üstünsüzlüklerinin de örneğidir. İdeolojiler tek yönlü bir vektör gibi ileriye dönük değildir. İdeolojiler varlıklarını sınıfsal birlikteliklerinden ve çıkar beraberliklerinden oluşan zor/güç/erk ile sağlarlar. Toplumların sınıflara ayrılmalarından bu yana, toplumlar içerisinde ortaya çıkan sınıf mücadelelerinin yanında bir de sınıflar içinde ve dışında ortaya çıkan bireyler arası mücadeleler kendini gösterir. Toplum içinde sınıflar arası mücadele, sınıfların iç birlik ve bütünlüğünü pekiştirirken, bireyler arası mücadele sınıfsal birliğin parçalanması doğrultusunda işler. Birey ve sınıf diyalektiği, aynı sınıftan kişilerin mücadelesinin sınıfını güçsüzleştirdiğini ama birlikte oldukları zaman da sınıfsal güçlerini toparladığını öngörüyor.
Çünkü yaşamın her alanında sınıf mücadelesi sürüyor.
Çarpıcı bir örnek, ABD’nin Türkiye Raporu… İktidarı, Suriye özelinde Ortadoğu genelinde tüm çıkar çatışmalarına karşın olumlarken, işkence, düşünce özgürlüğü, kültürel haklar bakımından oldukça geride görüyor. Bu bir çelişki mi? ABD’nin büyük pazarı, ticari ve askeri ortağı vs. Yatırımları olan bir ülke… Türkiye’nin sermayedarlarının ağababaları karteller, tröstler yine de böyle bir rapora sessiz kalıyor. Çünkü egemen ideolojinin eksik konularda gelişmiş olması ilişkiler açısından, tabii ki çıkarlar açısından da ABD’yi de rahatsız edecek düzeyde. Deneyimlerini aktararak sorunların üstesinden gelmek istiyor. Egemenlerin sınıfsal çatışmalarının zayıflık yaratacağını biliyor.
Marks’ın ve Engels’in birey-sınıf diyalektiği bu gibi durumlar için de geçerli.
Egemen olmakla bitmiyor sorunlar. Aksine artıyor da artıyor. Çeşitleniyor. Karmaşıklaşıyor. Sınıf içi ve sınıflar arası mücadele süregelen bir çatışma oluyor. Bu olgu bütün ideolojilerin görmezden gelemeyeceği bir sonuç... İran’daki, Irak’taki, Suriye’deki ve Afganistan’daki veya bir başka ülkelerdeki diyelim -çünkü her an bir şeyler oluyor dünyamızda- son olan çevremizdeki işgal ve savaşlar bunun kanıtı.
"Maddi üretim araçlarını ellerinde tutanlar, zorunlu olarak manevi üretim araçlarına da hükmederler," diyor Marks. Sınıflı toplumlarda hiçbir bilgi, hiçbir nesne amaçsız değildir. Her ülke ekonomik yapısına uygun biçimde gereksinim duyduğu insanı yetiştirmek zorundadır. Varlığı ve de geleceği, sürekliliği buna bağlıdır çünkü.
İnsanın öğrendikleri, bir anlamda çevresinden ve içine doğduğu ortamdan edindikleri toplamıdır. İnsanın eğitilmesinde birçok şeyden yararlanılır. Eğitime dolaylı ya da dolaysız yarar sağlayan her araç önemlidir. Bunların üzerinde söz sahibi olanların işine yarayacak bilgilerin, alışkanlıkların tümü; bunları kullananların isteğine uygun insanlar yetiştirilmesi içindir. İşte bu yüzden "üstyapı" kurumları "manevi üretimi" de belirler.
Aslında her okulda insan üretilir. Buna eğitim denir. Aile çevresi, radyo, televizyon, dergiler, gazeteler, kitaplar vs. birer okuldur. İnsan yetiştirmek için kullanılan bilgiler yaratılmak istenen insana göre belirlenir. Silah üreten bir firmanın, silahın zararlarını gösteren bir eğitime katkısı olabilir mi? Böyle bir eğitimi ister mi hiç? Asker yetiştiren bir kurum, askere Museviliği öğretir mi? Bitki bilimcisi yetiştiren bir kurum, elbise diktirir mi, ütüleme öğretir mi?
Diyalektik yöntem, dogmatikliği, eklektizmi benimsemez. Deterministtir. Sebep-sonuç ilişkisini, nesnelliği ve olguları, gerçekleri kendi süreçleri içinde değerlendirmeyi gerektirir. Diyalektik buna uyar. Diyalektikten uzaklaştığımız zaman, amacımız üzüm yemek olmaz, bağcıyı dövmek olur. Marks’ın "manevi üretim araçları" saptamasından yola çıktığımızda, bu yöntem: Osmanlı Devleti’ne karşı ilerici olan bir genç Cumhuriyet’in "yeni insan" yetiştirme merkezleridir Köy Enstitüleri. Bu bağlamda değerlerimizdendir. Bu kurumlara bugünün penceresinden bakmak, bunları yerli yerine oturtmakla olasıdır. Erkin amacı köylüleri merkezi devlete daha çok bağlamaktı. Köy olanaklarına göre köy için üretime dönük bir eğitim düzeni nesnel, gerçekçi, bağımsız ve sorgulayıcı bir yeni köylü tipini yaratınca, bu okulları kuran siyasi erk ile bu okulların eğitim kadrosu birbirine ters düştü. İki olguyu birbirine karıştırmamak gerekir. Erkin istemi ile eğitim kadrolarının anlayışları ve beklentileri çatışınca bu kurumların bilinen sonu hazırlandı. Kuran el, onu yıkan el de oldu.
Sözü uzatmak gereksiz ama buradan yetişen yazarları, şairleri, kısacası aydınları diyelim tümüne, yine diyalektik gözle, anlayışla değerlendirmek gerekir. Onlar bizim değerlerimiz ve eleştirmek adına yok saymak bir şey kazandırmaz kimseye.
Nesnellik bir bilinçliliktir.
Her benzetme hatalıdır, biliyorum. Bir benzetme yapmak istiyorum: Aydın Çubukçu, Evrensel Dergisi’nin ilk birkaç sayısından sonra verilmeye başlanan ‘dosya’ bölümündeki yazılarının bazılarında, semah, ilahi türkülerin devrimci şarkılar olarak söylendiğini ve içindeki dinsel/mistik ögelerle bu anlayış açısından çelişki oluşturduğunun altını çizdi. Hatta o yazıların yine birçoğunda, kanıksadığımız çoğu gerçeklikleri tersyüz etmemizi önerdi. Kafkas kökenli oyunları, türküleri, mehteri (askeri müzik olarak ve geçmişin bir kültür kalıtı olarak) sahiplenmemiz gerektiğini yazdı. Bunun devamı olarak da o yılki Evrensel gazetesinin ekinde bir halk adamı olarak Mehmet Akif’i değerlendirdi. Bu değerlendirme yazısı olumlu ve gerekliydi, onun açısından. Çünkü Aydın Çubukçu diyalektik bir yöntemle onun o süreç içinde değerlendirilmesini, ürünlerindeki mistik ve dinsel söylemin bu değeri yitirmediğini, yok sayamayacağını dillendiriyordu.
Çubukçu’nun bu yazısıyla ilgili kitabındaki söyleşiler dışında -en azından izleyebildiğim kadarıyla- bir şey yazılıp söylenmedi, yazıldıysa da ben rastlayamadım, okuyamadım. Aydın Çubukçu’nun "Öykünün Sefaleti" adlı yazısı için olumlu ya da olumsuz onca söz edip yazı yazanlardan en az birkaçı M. Akif Ersoy değerlendirmesi konusunda ağızlarını açabilir, kalemlerinin oynatabilirlerdi. Bu alanda da sınıfsal mücadele sürdüğü için taraf ya da karşı taraf olmak yürekliliği sergilenmedi, çünkü tarafsızlık söylemi boşlukta kalacak/tı…
Yine her dış uyaran kendine benzer şeyi anımsatır insana sözüme uygun olarak A. Çubukçu’dan söz ederken aklıma gelen ilgili anıyı da aktarayım. İnsansal, sanatsal, kültürel değerlere sahip çıkmak A. Çubukçu’nun M. A. Ersoy değerlendirmesi açısından doğru. Bu değerlendirme en azından, yıllar önce Hicri İzgören’in İzmir MKM de "Suç Duyurusu" ile ilgili yapılan söyleşide, sahiplenmeyi İsmet Özel özeline indirgemesi ve muğlak bir söylemle düşüncesini geçiştirmiş olması beni de çoğu dinleyiciyi de memnun etmemesinden iyiydi Hicri açısından. Çünkü Özel’in bir dönemki militan/lığına sahip çıkmak olsaydı, anlamak olasıydı. Geçmişten günümüze şiir gerçekliğinden yola çıkıp bir sahiplenme söylemi dillendirmek hiç mi hiç nesnel değildi oysa. İnsanın şiiri başka kendisi başka olamaz/dı. Bir bedende iki hayat sürdürmediğimize göre… O İsmet Özel, bugünkü taraftarlığı, uçuk kaçık sözleri ve yazılarıyla ortada…
Şimdi A. Çubukçu’nun söylemiyle H. İzgören’in sahiplenmesini bir örnekle açmaya çalışayım:
Ve Durgun Akardı Don’un bir bölümünde M. Solohov şunu aktarır:
‘Ekim Devrimi’nin bir Kızılordu müfreze komutanı yoksul ve cahil köylüleri düzene karşı örgütleyen Kazak Kulak’ın peşine düşer. Sonunda onu bir dağ köyündeki sığınağında yakalar. Sığınak bir dağ evinin altında, bodrumdadır. Taş basamaklardan inilir, küçük bir kapak bu girişi gizler. O günün olanaklarıyla aydınlatılmış mükemmel bir odadır. Neredeyse dört duvar, tabandan tavana kadar çam kokulu raflarla kaplıdır. Raflar kitaplarla, dikdörtgen biçimindeki uzun masa da gazetelerle, broşür ve dergilerle doludur. Komutan heyecanlanır, meraklanır. Tek tek eline aldığı kitapları, dergileri, gazeteleri kontrol eder. Şaşırır. Kitaplıklara yönelir şaşkınlığı daha da artar. Çünkü hepsi de Ekim Devrimi’nin ideologlarının teorisyenlerinin, yazar, şair ve sanatçılarının eserleridir. Dayanamaz ve sorar Kulak’a: "Madem bizimkileri okuyorsun, öyleyse ne diye yoksul köylüleri bize karşı ayaklandırıyorsun be adam?" diye. Kulak: "Cennetimiz olan Çarlık düzenimizi, söylediklerimizle yapamadıklarımız arasındaki uçurumu eserlerimizden, söylemlerimizden halklara göstererek yıkmadınız mı? Biz de sizin yolunuzu, yönteminizi kullanıyoruz. Düzeninizi söz verdiklerinizle yapamadıklarınızı köylülere göstermek için okuyoruz eserlerinizi,’ der.
(Üstat daha çarpıcı ve edebi cümlelerle anlatıyor, ben kendi cümlelerimle aklımda kalanı özetledim.)
A. Çubukçu’nun değerlendirmesi bu örneğe uygun bir bakıma ama İzgören’inki değil asla.
Sınıf mücadelesinin kesintisiz sürdüğü günümüzde bu örnek sınıfsal bilinç ve birikim için çok çarpıcı diye düşünüyorum.
Değerleri bir gelenek toplamı olarak düşünüyorum. Kuşaktan kuşağa iletilen birikimler, davranışlar yani. Geleneğin kök olduğu da yadsınamaz bir gerçek. Dünümüzü, bugünümüzü ve yarınımızı (gelenek olarak) bir ağaç olarak düşünecek olursak gelenek içindeki tüm değerlerimiz köktür. Köksüz bir ağaç olası mı? Gövdeden, dallardan, yapraklardan ve meyvelerden ibaret bir ağaç düşünebiliyor musunuz? Olsa olsa kutsal kitaplarda -belki- tersyüz edilmiş ağaçlardan daha çok söz ediliyor kutsal metinlerde de. Bilinçle belirlenip seçilen ve değiştirilip dönüştürülen bir gerçekliktir değerler. Değerler de sınıflı toplumlarda sınıfsaldır. Egemen ideolojiler yararlanacakları şeyleri kabullenir, bunun dışındakileri de yadsır. Yaşamın her alanında dünya görüşü, bakış açısıyla seçilip belirlenen maddi ve manevi değerler sınıfsal bakışlara ve duruşlara göre karşılık bulur; var olabilenler içine doğulan kültürün ve sosyal hayatın değerler toplamı dışımızda vardır ve bizi kuşatırlar.
Genel olarak değerler tarihin her aşamasında bir önceki kuşaktan alınmış ve bir sonraki kuşağa aktarılacak şeylerdir. Bu yüzden egemenler kendi değerlerini, egemen olmayanlar da kendilerininkini yaşatıp geliştirir. Değiştirip dönüştürürler, daha rafine değerler toplamı yapmak için ellerinden geleni esirgemezler. Bundan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: bize egemen olan değerler hep çatışma hâlindedir. Sınıfların kültür mirasından yararlanmaları, sınıfsal varlıklarının ve duruşlarının gereği ve sonucudur. Değerler, insanda yaşanılanlarda ve hayatta olduğu için eski değerler ve yeni değerler biçiminde de var olabilmektedir. Bu kaçınılmazlık yadsınamaz bir gerçeği de dayatıyor: Eski ile yeninin çatışmasını…
Bu çatışma eskiyi tümüyle yadsımayı ve yok saymayı içermiyor.
Çünkü eski değerler (kök örneğini anımsayalım) yeniden bağımsız olarak vardır. Olmalıdır da. Yeni değerler eskilerin özümsenmesinden başka bir şey değildir. Yeni değerler eskilerin içselleştirilmesinin ve daha da rafine hâle getirilmelerinin sonucudur. Eski yeniden özümsenip içselleştirilince karşımıza yepyeni değerler olarak çıkar. (kök üzerinde gelişip serpilen gövde günümüzün değerleri olursa, geleceğin değerleri yeniden daha yeni değerler de bu gövdenin dalları, yaprakları ve meyveleri olur. Bu üçlüyü birbirinden soyutlamak, ayırmak olanaksızdır. Kök artık görünmese de vardır ve derindedir.)
Ekonomik yapımızdan dolayı çoğu şeyimiz çarpık ve yanlış. Bu yüzden dengeli beslendiğimizden de söz edemeyiz. Midesel dengesizliğin bir örneği de beyinsel beslenme yetersizliğimizdir.
Kendi yazdıklarımız ve yakınlarımızın yazdıkları yetiyor çoğumuza. Beyazın, yedi rengin imecesi olduğunu bildiğimiz hâlde. Bu gibi olumsuzluklar, yanlışlar söyleyegeldiğim sınıf içi ve sınıf dışı duruşumuzun sonucudur. İnsanlık tarihinin her döneminde farklı üretim ilişkileri, üretim araçları ve üretim biçimleri ekseninde gelişen, değişen sınıfsal çatışmalardan oluşan değerleri "zor"la değiştirmek, (gövdeyi ve dalları tümüyle keserek yeni bir gövde ve dallar oluşturmak için) olası. Ama yine de "kök"e uygun bir aşılamanın yapılması gerektiğini, gövdeyi hepten atamayacağımızı hesaplamak zorundayız. Çünkü geçmiş değerlerle ilişkimizi, kordon bağımızın kesildiği gibi kesip atamayız. Kaldı ki kordonun kesilmiş olması, içimizdeki sapasağlam kordonu kesemiyor. Hayatların birbirine bağını sürdüren bir damar, görünmez kordon var yine de. Kimi buna toplumsal kordon, sosyal kordon, kimileri de feodal kordon diye tanımlıyor.
Egemen ideolojiler ve farklı sınıflar ve tabakaların, egemen olmayan sınıf ve katmanların karşısındaki alçıları değişken ve çeşit çeşit olur. Siyasi erkler bu açıdan egemenlerin egemen olmayanlara karşı güvenceleridir. Bu güvence içsel ve çıkarların, çelişkilerin oranına göre pek güvenilir bir kalkan değildir. Erki ellerinde tutanlar, sürekli bir iktidar mücadelesi içindedir. Hayatın her alanında birey-sınıf diyalektiği açısından birbiriyle uğraşmaktadırlar. Egemen ideolojilerin çeşitli söylem ve bin bir renkle örtmeye çalıştığı partiler, kurumlar, kuruluşlar, dernekler, görsel ve işitsel medya çatışırken karşıt sınıfların sınıf içi çatışmalarını da kullanır. Olumsuzluklarını karşıtlarının olumlusuymuş gibi göstererek güç toplar. Çoğu zaman da başarılı olur, maalesef.
Çelişkilerini varlıkları için ertelemek doğalarında olan bir şeydir.
Ülkemizde sağlam bir ideolojik temele sahip olmadıkları için, batıya doğru hızla giden bir gemide doğuya koşan yolcular gibi şaşkın, kör, amaçsız kimi aydın/lar egemenlerin yararına söylem geliştirir. Üstelik karşı olduklarını sözde bırakıp özde kutsayıp savundukları ve hizmetkârı oldukları egemen ideolojiye şirin görünmek için. Geleceğe dönük bir sentez uğruna "kök"leriyle hesaplaşmaya soyunurlar.
"Ben içinde yaşadığım, çalıştığım toplumun bir parçasıyım. Ancak onların bir parçası olmayı sürdürdüğüm sürece yeni bir şey söyleyebilirim," diyemezler. Pratikte bu gösteremezler. Çünkü onlar ütopyasızdır. Geleceğe dair "ütopya"ları kendilerinden önceki "gibi"leri özümsemelerinin sonucudur. Yadsımadığı ve soğurduğu için yeniye dair bir çabası, eylemi, isteği yok. Çünkü uzakları net gösteren, yakını da bulanıklaştıran fotoğraf makinesi lensleri gibidir böyleleri.
Marks’ın ve Engels’in ütopyası gökten zembille inmedi oysa.
Sınıfsız toplumun kendinden önceki değerlerini içselleştirdikleri için özgün bir ütopya oluşturdular.
Bu yüzden de ütopyasızların ütopyası: Egemen ideolojinin tarafsızlık yutturmacasıdır.
* Yazar