Doğum gününde bir sinemacının 'Nazım-Münevver' anısı
Sabahattin ÇETİN
Ben bu "Yolcu" filmini yapmadan önce Nazım’ın yaşamı ile ilgili bir film yapmayı kafama koymuştum. Bunun en önemli sebebi 1982 yılından beri Nazım’ın Piraye’sini her sabah balkonunda otururken görmemdi. Nazım’ın ve Memet Fuat’ın yapımına emek verdikleri yeşil boyalı evin bulunduğu sokakta neredeyse karşı karşıya oturuyorduk. İşe giderken yaşlı kadını balkonda tek başına otururken görmek duygularımı ateşliyor, gidip kadınla konuşmak için can atıyordum. Eski adı Okul Sokak olan, sonra Aydın Sokak olarak değiştirilen Altunizade’deki bu sokakta, bir zamanlar Nazım’ın dolaştığını düşünmek bile heyecan vericiydi. Oturduğumuz apartmanın çaprazında, Memet Fuat’ın voleybol antrenörlüğü yaptığı Altınyurt Spor Kulübü vardı. İlkokula giden kızım Ayşegül, Memet amcasından voleybol kursu alıyordu.
Memet Fuat’la dost olmuştuk. Bir gün elime kameramı alıp yeşil boyalı evin kapısına dayandım. Dayandım çünkü Piraye ile konuşma isteğimi Memet Fuat sürekli engellemişti. Bu kez beni kararlı biçimde bahçede görünce gülerek aşağıya indi, "oğlum" dedi, "bak sana anlatayım. 1970’lerin başında bir gün Asım Bezirci senin gibi gizlice yukarı çıkıp annemle konuşmak istedi. Asım’ın çığlığı ile yukarı koştuğumuzda annemi yerde ağzında köpüklerle yatarken bulduk. Meğer Asım elini öptükten sonra Nazım hakkında konuşmak istediğini söylemiş. Sonrada olan bu işte. Bu işe bir daha kalkışma annemin katili olursun".
Korktum ama yılmadım. Arabamın içine sinerek zoomla Piraye’nin balkon sefasının birkaç dakikalık görüntüsünü kaydettim. Zaten Nazım’ın yaşamı ile ilgili görüntü toplama merakım bu çekimle başlamıştı.
SHP’de Kültür Komisyonu’na başkanlık ettiğim dönemde yurt dışına sürgüne gitmiş ve sürgüne zorlanmış sanatçıların dönüşünü kolaylaştırmak üzere bir kampanya başlatmıştık. Demir Özlü ve Cem Karaca için yaptığımız girişimlerden olumlu sonuçlar aldık. Nazım’a "vatandaşlığını iade" kampanyasını başlattığımızda bu kez Nazım’ın kızkardeşi Samiye Yaltırım ve Sare hala ile tanışacaktım. Samiye ananın oğlu doktor Hikmet Yaltırım ve kız kardeşi Ayşe ile dost olduk. Partinin kültürel etkinliklerine bu aileyi mutlaka götürüyordum. Artık Moda’daki evlerinin bir ferdi gibiydim. Onlara konuk olarak gelen Rady Fish’i ben de konuk ediyordum. Bir gün Samiye anaya Piraye ile aynı sokakta oturduğumu ve komşu olduğumu söyledim. Soğuk bir hava esti. Bu ailenin fertlerinin Piraye’yi sevmedikleri, Nazım’ın kadınları arasında Münevver’e özel bir yer verdiklerine kanaat getirdim. Vera da bu eve konuk olarak geldi. Ona mutfakta adını unuttuğum bir Rus yemeği de yaptırdılar ama bu aile için Münevver her zaman "özel" bir kişiydi. Daha sonra bu gözlemimi doğrulayan birçok olay yaşadım.
Moda’daki evde Nazım’la ilgili olduğunu düşündüğüm birçok kişiyi tanıdım ve görüntüledim. Ressam Balaban’ı, Rady Fish’i, Vera’yı, Aziz Nesin’i ve yaşlı kuşak komünistleri bu sırada tanıdım.
Nazım’ın hayatının filmi artık benim için bir saplantı haline gelmişti. Bu amaçla konu ile ilgili yazılmış bütün kitapları okudum. Nazım’ın yaşamında birden çok film konusu vardı. Gençlik dönemi ve VA-LA Nurettin’le Kurtuluş Savaşı’nın ateşi arasında Ankara’ya yaptıkları yolculuk. Rusya’ya giderek "Ekim Devrimi"nin tam ortasına düşmeleri başlı başına bir film konusuydu. Yurda döndükten sonra Piraye’ye âşık olup onunla evlendiği 1930’lar ve TKP ile ilişkiler dönemi yine ayrı film konusu olabilirdi. Öte yandan on dört yıllık hapishane dönemi ve uğradığı zulüm tek başına bir film konusuydu. Ülkeyi terk ettiği ve 12 yıl yaşadığı Rusya dönemi bir sinemacı için cazip bir film konusu olabilirdi. Fikirleri yüzünden anayurdunda yaşamasına izin vermemişlerdi. Öte yandan fikirlerinin "anayurdu" olarak gördüğü Sovyetler Birliği, özgürlüğüne âşık bir insan için cehennem demekti. Nazım kendisini bir cehennemden bir başka cehenneme sürgün etmişti. Bence etkili bir sinema, hayatının bu son evresiydi. Ancak bizim yurt dışında yaşadığı dönemi çekmeye gücümüz yetmezdi.
Nazım’la ilgili film projesini çalışan birçok arkadaşın varlığından haberdardım. Herkes bu konuyu çalışabilirdi, çünkü Nazım’ın hayatı sinema için çok verimli bir alandı. Ama henüz ırkçı liderlerin bile Nazım şiirlerini okudukları bir dönemde değildik.
Nazım’ın kadınları arasında en çok kimin bir filme konu olabileceğini araştırdığımda 'Piraye mi Münevver mi Vera mı?' üçlemi yaşadım. Nazım’ın kadınlarının üçünü yakından görmüştüm. Piraye hariç diğer ikisi ile yakından görüşmüştüm. Vera’ya nedense bir ağırlık veremiyordum. Piraye ise Nazım’ın yazdığı aşk şiirlerinin ana temasıydı. Ben Münevver’le yaşadıklarının trajik sonuçlarından etkilendim. Münevver-Nazım ilişkisinin "drama" konusu olarak en uygun konu olduğuna karar verdim. Münevver Hanım, Nazım’ın tek çocuğu Mehmet Nazım’ın annesiydi. Ama önemi sadece bu değildi. Anlatacağım.
Senaryo için sağlam bilgiler edinmeden etkili bir drama yazılamazdı. Söz konusu kişi Nazım olunca daha fazla özen göstermek gerekliydi. Artık bu konuya yoğunlaşacak görüntülü, sesli ve yazılı bir arşiv oluşturmaya başlayacaktım. İlgili ve bilgili her kişinin önüne kamerayı kuruyor ve konuşturuyordum. Arşivimde bir hayli ses ve görüntü oluştu.
1990’ların başında Paris’e gidecektim. Mehmet Abi (TKP’nin Veli Gündüz’ü, sosyalistlerin "Gözlüklü Memed’i gerçek adı Mustafa Oktay olan dostum), benimle Münevver Hanım’a bir hediye göndermek istedi. Varşova’dan tanışıyorlardı. Münevver Hanım’ın TKP’liler arasında en çok sevdiği kişinin Mehmet Abi olduğunu Paris’te buluştuğumuzda anladım. O Mehmet Abi’ye Veli diyordu. TKP içindeki kod adı buydu.
Odeon’da bir kahvede buluştuk. Sigara içenlere mahsus kalın bir ses tonu vardı. İki fincan kahve ile neredeyse bir pakete yakın sigara içti. Yüzündeki yaşlılık kırışıklıklarının her birinde, çektiği derin acıları görmek zor değildi. Mehmet Abi bana Nazım’la ilgili konuşma diye tembihlediği için projemi sohbet konusu edemedim. Ama sinemacı olduğumu söyledim. Ertesi gün İstanbul’a göndereceği bir paket için kısa buluşmamızda yine dilim tutuldu. Konuşamadık.
Dilimin tutulmasının çok önemli bir sebebi vardı. Bu doğrudan Münevver Hanım’la ilgiliydi. Birçok kişinin bildiği, ancak 2001 yılında İngilizce yazılan ve Türkçeye Barış Gümüşbaş’ın çevirdiği, Saime Göksu-Edward Timms ikilisinin yazdığı,"Romantik Komünist" isimli kitapta ilk kez yazılı olarak dile getirilen bu konu Münevver Hanım-Kemal Tahir ilişkisiydi.
Bu konuyu biraz etraflıca anlatmalıyım.
Bursa hapishanesinde başlayan bu trajik aşk öyküsünün kahramanları Nazım ve Münevver aynı zaman da akrabaydılar. Münevver, Paris’te büyümüş Fransızcayı ilkokulda öğrenmiştir. Henüz ressam Nurullah Berk’le evlenmeden önce yani onsekiz yaşlarındayken İstanbul’da Nazım’la karşılaşır.
Mehmet Ali Aybar ve Nazım, İstiklal Caddesi’nden Tünel’e doğru yürürken annesi ile gezmeye çıkmış Münevver’i görürler. Paris’te yetişmiş bu çok güzel kız, iki erkeği de çok etkilemiştir. Özellikle Aybar daha sonra Nazım’a kuzenini çok beğendiğini söylemekten kendisini alıkoyamaz. (Sözlü anlatım; Nazım’ın ağzından aktaran Mustafa Oktay)
İki yakışıklı genç adam Münevver’in baş döndürücü güzelliği konusunda hemfikirdirler. Piraye ile evli olduğu bu dönemde Nazım, genç kadın yazar Cahit Uçuk’la gizlice flört etmektedir. Kısa süren bu ilişkiyi öğrenen Piraye, Nazım’ı "bir daha asla affetmem" (Romantik Komünist S.149) diye tehdit eder. Yani her kadın gibi Piraye de kıskanan biridir.
Münevver Berk, Nurullah Berk’den boşanınca Nazım’ı Bursa hapishanesinde sık sık ziyaret etmeye başladı. Bu ziyaretlerin sıklaşması Piraye’nin kulağına gelince, Piraye’nin Nazım’a duyduğu güvensizlik sınıra dayandı. Cahit Uçuk macerasını içine sindiren Piraye, Bursa hapishanesine son ziyareti sırasında Münevver’i Nazım’la görünce ipler koptu. Nazım’la ilişkisine son noktasını koydu.
Nazım’la Bursa Cezaevi’nde yatan bazı dostları ile yaptığım konuşmalardan, Piraye’nin cezaevi koşullarında Nazım’a ihtiyacı olan duygusal yakınlığı göstermediğini öğrenmiştim. (Ressam Balaban’ın anlatımlarından) Cezaevi müdürünün görüşme sırasında evli çiftlerin rahat etmesi için çok özel koşullar oluşturduğunu, buna rağmen Piraye’nin soğuk ve mesafeli tavrı ile Nazım’a duygusal açlık çektirdiğini söylediler. (Bu konuyu komşum Mehmet Fuat’a sormuştum. Mehmet Abi "evet annem soğuk bir kadındır" dedi. Zaten bu konuyu daha sonra yazdığı anılarda zikretmiştir.)
Karşı cins için duygusal açlığının en uç noktasında, kuzeni Münevver hapishaneye gelince Nazım için yepyeni bir sayfa açılmıştır. Benim düşündüğüm film öyküsünün dramatik örgüsü bu ilk görüşmeyle başlar.
Nazım elli yaşına doğru yol alırken, Münevver henüz otuzundadır ve kocası Nurullah Berk’ten yeni ayrılmıştır. Sonrası herkesin bildiği öyküdür. Açlık grevinin ardından DP hükümetinin çıkardığı af, Münevver’in Nazım’ın tek çocuğu Mehmet Nazım’ı doğurması…Nazım’ın 51 yaşında bir kalp hastası iken askere çağrılması ve Refik Erduran’ın kullandığı tekne ile Karadeniz’e açılması, bir Rumen gemisi ile ülkeyi terk etmesi…
Peki bilinmeyen nedir? Küçük bir çocukla ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan Münevver, gece gündüz polisin gözetimindedir. Hatta evin önünde uyuklayan polisleri sabahleyin uyandırmak da Münevver’in görevleri arasındadır. Yıllar süren bu çile sırasında Nazım’ın Rusya'da doktor Galina ile olan beraberliğini de duymuştur. Nazım’ın çeşitli yollardan ulaştırdığı para ise hiçbir derde ilaç değildir. İşte bu sıralarda 1956-57 yıllarında Kemal Tahir’le "Mike Hammer" romanlarını Fransızcadan Türkçeye tercüme etmeye başlarlar. Bu işbirliğinin bir duygusal yakınlaşmaya döndüğü anlaşılmaktadır.
İşte Paris’te Odeon’daki kafede Münevver’e soramadığım konu buydu. Kırışıklarla dolu yüzüne gizlenmiş acılar beni frenlemişti. Yaşlı kadının, bu eskimiş belki de rahatsız edici anısını canlandırmak doğru değildi.
Bu olayın doğruluğu konusunda birinci elden bilgi edindiğim için şüphem yoktu. Zaten konuyu Aybar bir mektupla Nazım’a bildirmişti. Mektubun varlığını Güzin Dino, Yıldız Sertel, Mihri ve Sevim Belli, benim arşivimde kayıtlı görüntülerde doğrulamışlardı. Ayrıca eşi Nazım Hikmet de olsa, onun çocuğunun anası da olsa, eşinin Rusya'da bir kadınla yaşadığını biliyordu. Fransa’da büyümüş özgür ruhlu bir kadının böyle bir yakınlaşmadan kaçınması akla yakın gözükmüyordu.
Benim düşündüğüm Nazım Hikmet dramasının omurgasını bu çatışma oluşturuyordu. Dr. Galina’nın, Saime Göksu-Edward Timms çiftine anlattığına göre Nazım’ın bu tarihe kadar Münevver’e olan aşkı gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Hatta Dr. Galina, Münevver ve Mehmet Rusya’ya geldiklerinde Nazım’ı onlara teslim edecek ve aradan çekilecektir. (Bkz. Romantik Komünist)
Nazım eşinin Kemal Tahir’le ilişkisini Aybar’ın mektubu ile öğrenince yeni bir duygusal açlığın pençesine düştüğü anlaşılıyor. Vera’nın bu döneme denk gelmesi ve ateşli aşk şiirlerini yeniden yazmaya başlaması tesadüf olamaz.
Öte yandan Münevver ülkeden çıkmak ve etrafını saran karabasandan kurtulmak istemektedir. Birinci kaçış denemesi başarısız olur. İkinci girişimde kaçış gerçekleşir. Nazım’ın hayranı olan bir İtalyan kadın yazarın (Joyce Lussu) girişimi sonuç verir. 1961 Temmuz’unda, Münevver ve Mehmet zengin bir İtalyan kontunun teknesi ile Ayvalık’tan gizlice kaçarlar. Tekne Midilli açıklarında kayalıklara çarpıp parçalanır. Canlarını zor kurtarıp Yunanistan’a oradan da Sofya’ya gelirler.
Yeni bir dram daha uç vermektedir. Çünkü bu kaçış macerasından Nazım’ın haberi yoktur. Nazım-Vera ilişkisi coşkulu biçimde sürmektedir. Münevver’in Mehmet Nazım’la Sofya’dan Varşova’ya uçtuğu haberi Moskova’da bulunan Nazım’a iletildiği zaman yüzünün aldığı şekli çok merak ediyorum. Çünkü Joyce Lussu’ın yapacağı girişimi, nisan ayında Paris’te Nazım’a söylemiş ama bir tarih vermemişti. Şimdi Nazım’ın Moskova’dan Varşova’ya uçup eşi ve oğlunu görmesi gerekecekti. İşte sinema sanatının ihtiyacı olan dramatik an.
Benim sözlü anlatılanlardan edindiğim bilgi ile Göksu-Timms çiftinin edindiği bilgiler yer yer çelişse de özü itibari ile gerçeği yansıtıyor. Varşova’da Nazım’ı havaalanında karşılayan bir iki yoldaşına göre Nazım çok gergin ve sinirlidir. Münevver’in kaldığı odaya yönelen Nazım, on yaşındaki oğlu Mehmet Nazım’ı fuayede bekleyen yoldaşlara teslim edip Münevver’le odada baş başa kalır. Anlatılana göre dört saat süren karşılıklı haykırış bağırış çağırış arasında, sesi en yüksek perdeden çıkan sanıldığı gibi Nazım değil Münevver’dir. Bu arada otel santralı, Moskova’dan arayan Vera tarafından defalarca taciz edilmektedir. Yoldaşların uyarısı ile santral memuru Vera’yı Nazım’a bağlamamakta ısrarcıdır. Bu da Vera’nın kıskançlık krizi değil de nedir?
Yoldaşları, Nazım eşine ve çocuğuna kavuşuyor diye bir kutlama yemeği hazırlamıştır. -Bu erkek ve kadın arasında patlayan gerilimin kaynağı hakkında hiçbir yoldaşın fikri ve bilgisi yoktur. Memet Abi bile, ancak Nazım’ın 1963 haziranında ölümünden sonra gerçeği öğrenebilmiştir- Ancak Nazım sinir ve öfke içinde lobiye inince çocuğunu bağrına basmadan otelden ayrılmıştır. Varşova’da kaldığı iki üç gün içinde, oğlu ile bir araya geldiklerinde, şiirlerine yansıyan yakıcı hasreti giderecek içtenlikli davranışlarda yoktur. Vera’nın Moskova’dan sürekli Nazım’ı araması da bu gergin ortama eklenince kısa süren çocuk-baba ilişkisi bir türlü kurulamaz. İşte "on yaşındaki bir erkek çocuk babasından nasıl nefret eder?" sorusunun sinemasal resmi.
Nazım’ın yaşadığı duyguları irdelediğimizde çok yakıcı bir dramayı hissetmek kolaylaşıyor. Kemal Tahir onun hapishane arkadaşı ve yoldaşıdır. Ayrıca sanat ve edebiyat konularında sözlü ve yazılı derin bir paylaşım yaşamışlardır. Memleketten kaçmak zorunda olduğunda geride bıraktığı eşi Münevver ve henüz bir yaşındaki oğlu Mehmet Nazım’a "göz-kulak" olabileceğini düşündüğü üç-beş güvenilir insan arasında Kemal Tahir de vardır.
Moskova’ya varınca aklı fikri İstanbul’daki ailesindedir. Ailesine kavuşmak için yapılan girişimlerden sonuç alamamıştır. Çeşitli yollardan para göndermeye devam etmiştir. İki insan arasına giren en derin uçurumlara, faşist devlet engellerine rağmen Nazım’ın Münevver’e gönül bağı sürmüştür. Buna Dr. Galina yakından şahit olmuştur. Eşinin en yakın arkadaşı ile girdiği ilişkinin Nazım’ı derinden yaraladığını düşünmek zor değil.
Varşova’daki otel buluşmasının ardından Nazım bir daha Münevver’i görmedi. Yirmi iki ay sonra Moskova’da öldü.
Paris’ten döndükten sonra Münevver Hanım’ın acılı yüzü günlerce aklımdan çıkmadı. Ona merakımı giderecek soruyu sormadığım için birden mutlu olduğumu hissettim. Aslında doğru cevabı bilmek istemediğimi, sormamakla kendimi mutlu ettiğimi düşündüm. Çünkü bu sorunun cevabını biliyordum. Çekeceğimiz filmin kahramanı Nazım değil Münevver’di. Ben filmimi Odeon’daki kahvede bir saat içinde beynimde çekmiş bitirmiştim. Benim için bu öykünün dramatik değeri Münevver Hanım’ın yüzüne kazınmıştı. O orada kalmalıydı. Konudan soğumama ve uzaklaşmama sebep olan başka faktörler de oldu. Ancak Nazım’la ilgili çok değerli bir görsel ve kişisel arşiv edinmiştim. İleride belki başkaları Nazım’ın hayatı ile ilgili bir film yapmak isterse onlara verebilirdim. Kurucuları arasında olduğum Nazım Hikmet Vakfı’na da verebilirdim. Bunu bir kazanç saydım.
Paris’te Güzin Dino ile yaptığım görüntülü kayıtlarda var olan bir bilgiyi tarihe not düşmek için aktarmak istiyorum. Münevver, Nazım’ın hayatında gelmiş geçmiş en etkili kadındır. Güzin Abla buna "keskin bıçak" etkisi diyor. Nazım’ın çok genç karısı Vera, "keskin bıçak" etkisini, Nazım’la yaşadığı süre içinde iliklerinde hissetmiştir. Nazım’ın ve Münevver’in ölümünden sonra yazdığı anılarında bile "keskin bıçak" kanatmaya devam etmektedir. Ataol Behramoğlu’nun Türkçeye çevirdiği anılarında Vera, Nazım’ın hapishanede giriştiği "açlık grevi" eylemini "Münevver’e kavuşmak" için yaptığını yazmıştır.
Güzin Abla, kitabı okuyan Abidin Dino’nun küplere bindiğini söyledi. Abidin, Vera’nın bir komünistin özgürlüğü için giriştiği "açlık grevi" eylemini küçümsemesine çok kızmıştı. Hatta kitabın çevirmeni Ataol, Vera’nın Paris’e geleceğini telefonla haber verince Abidin, "O karı bu eve giremez!" diye kükremiş.
Vera’nın bu sözlerini okuyup tepki gösteren birçok komünist tanıyorum. Hepsi Vera’ya öfke duydu. Ama Vera, Nazım’ı aşağılamak için değil, içindeki "keskin bıçak" zehrini boşaltmak için on dört yıl haksız hukuksuz hapishanede yatan bir komünistin özgürlük mücadelesini hiçe sayıyordu.
Kemal Tahir’le Münevver Hanım arasında mektuplaşma, Kemal Tahir ölünceye kadar sürüyor. Hatta Kemal Tahir, Nazım’ın ölümünden iki yıl sonra Liepzig’e gidip bir hafta Münevver’in misafiri olmuştur. (sözlü anlatımlardan)
İşte tam bu iç hesaplaşmalarımı yaşarken sevgili Rutkay Aziz gözümü açtı. Çiçek Bar’da sohbet ediyorduk. Rutkay, Nazım’ın "Yolcu" isimli tiyatro oyununun çok iyi bir film konusu olduğunu söyledi. Rutkay’ın bu sözü beni koptuğum yerden Nazım’a yeniden bağladı. 1960’lı yılların ortasında "Yolcu" Genar Tiyatrosu'nda oynanmış ve ben oyunu izlemiştim. Nazım’ın "İnek" isimli bir oyununun da sahnelendiğini hatırlıyorum. Şimdi biz Nazım Hikmet’in bir eserini devletin izni ile filme çekecektik. Onun ismi üzerindeki yasaklar hala sürmekteydi. Bir tabuyu daha kırmak güzel bir duyguydu.
Filme yönetmen olarak aklıma ilk düşen isim Başar Sabuncu’ydu. Başar’la buluştuğumuzda bu sevgili arkadaşımın heyecanı beni daha da cesaretlendirdi.
Önce Nazım’ın eserinin telif hakkını satın almalıydık. Bu telif hakkının Münevver Hanım ve Mehmet Nazım tarafından temsil edildiğini biliyordum. Onları da Türkiye’de yayın ajansı olarak İnci Asena temsil ediyordu. Mehmet Fuat’la da hala komşuyduk. Niyetimi önce ona anlattım. Ertesi gün beni İnci Asena ile buluşturdu. İnci Asena doğal olarak telif bedelinin ne olacağını öğrenmek istedi. Ben de "Münevver Hanım ne istiyorsa o olacak" dedim.
Benim Münevver Hanım’la tanışıklığımdan haberdar değildi. Bir hafta sonra İnci beni aradı ve sözleşmenin hazır olduğunu söyledi. Avukat Gülçin Çaylıgil’in ofisinde buluşacaktık.
Sözleşmeyi önüme uzattıklarında bir tek satırını bile okumadan imzamı bastım. Gülçin Hanım "Niçin okumadan imzalıyorsun? Okusaydın" diyerek sözleşmeyi önüme tekrar uzattı. O sırada benim imzamın yanında Münevver Andaç ve Mehmet Nazım vekili Gülçin Çaylıgil yazısı gözüme çarpınca Nazım Hikmet’in ailesi ile yasal bir zeminde buluştuğumu hissettim. Mutluluk duygumu gizleyemedim; "Okumam gerekmez. Bu isimlerin yanında benim ismimin bulunması bana yeter" dedim. Gülçin Hanım da gülerek ödeyeceğim telif ücretini açıkladı. "Altı bin Fransız frangı". Bu sembolik bir ücret bile sayılmazdı. Hatta Münevver Hanım'ın beni teşvik etmek ve filmi yapmam için cesaretlendirmesi anlamı da taşıyordu.
Bu projede TRT’nin yanımızda yer almasının öyküsünü daha önce anlatmıştım. Bu gerçekten çok hoş bir durumdu. Devletin parasını Nazım’ın yazdığı bir eserin filme çekiminde kullanmak mutluluktan öte bir şeydi. Filmin çekim mekânlarını belirlemek için Başar’la iki kere Erzurum’a gittik. Alvar tren istasyonu sanki Nazım bu oyunu yazarken kafasından geçirdiği ıssızlığın ta kendisiydi; "çölde ıssız bir gemi".