Erkek Kültü’nün kökleri (1)
Bu çalışma, 2004-2018 yılları arasında düzenli olarak yayında iken Yayın Yönetmenliğini yaptığım, bugün zorunlu nedenlerden ötürü yayınını durduran Sesonline.net internet gazetesinin arşivinden çıkarak yeniden okuyucuları ile buluşuyor.
Türkiye’nin yeterince farkında olmadığı değerlerden, Türkiye Sosyalist hareketinin önde gelen isimlerinden, 1 Şubat 2019 günü kaybettiğimiz Yalçın Yusufoğlu’nun tarih perspektifli bir çalışması olan "ERKEK KÜLTÜ’nün kökleri"ni 3 bölüm halinde yayınlıyorum.
Yalçın Yusufoğlu’nun (1942 / 2019) anısına saygıyla… / Yalçın Ergündoğan
* * *
Kültürel öğeler, ulus, etni, dil, din, sınıf, zümre, hatta meslek grubu veya aynı ülkenin aynı milliyetinin şu veya bu bölgesi gibi toplumsal gruptan gruba değişiklikler gösterebilir. O sosyal grupların kültürlerinde çeşitli ortak yanlar bulunabilir, ama gene de ayrı toplulukların kültürleri şu veya bu ölçüde farklılıklar gösterir. Ama bütün coğrafyalarda, bütün ulusları, dinleri, dilleri sosyal sınıfları, bilcümle toplumsal zümreleri... İstisnasız onların hepsini kapsayan en küresel, en evrensel bir kültür vardır: Erkek Kültü.
Erkeğin hâkimiyetindeki bu kült, insanlığın sınıflı topluma geçtiği, tarihin başladığı çağdan beri bin yıllardır süregelmektedir. O egemenliğin kendiliğinden—toplumsal bir evrim içinde—kalkacağına dair toplumsal veriler de mevcut değildir. 6,5 milyar insanın yaşadığı yeryüzünün neresinde olursa olsun, sosyal organizasyon erkeğin hâkimiyetine göre şekillenmiştir.
a) Toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturan sosyal işbölümü (çalışma yaşamı ve aile),
b) Toplumların siyasi ve hukuki örgütlenmesi (devlet),
c) Toplumsal kültür (zihniyet, değerler, genel kabuller) erkeğin üstünlüğünü sürdürmesine hizmet eder.
ERKEĞİN TOPLUMSAL VE KURUMSAL ÜSTÜNLÜĞÜ
Antik uygarlıklardan önce yaşamış olan toplulukların sosyal yaşamlarına dair bulguların en çarpıcısı özel mülkiyetin bulunmaması idiyse, belki ondan da çarpıcı olanı kadın-erkek ilişkileri, ya da daha yalın ifadesiyle kadın üzerineydi.
Çünkü uygarlık o prehistorik bulgulara ulaşmadan önce, insanların taşıya geldikleri toplumsal şartlanmalardan birisi de erkeğin toplumdaki, dolayısıyla toplumsal kurumlardaki, o kurumlardan ailedeki üstünlüğü idi. Çünkü binlerce yıldır erkeğin kadına üstünlüğüne ve bunun bir doğa olayı olduğuna inanılmıştı. (Gerçi, dünya nüfusunun büyük çoğunluğu hâlâ da öyle inanmaktadır, ama bilim o kanaati bir yanılsama olarak görmekte, erkeğin hâkimiyetinin doğasal değil, toplumsal olduğunu söylemektedir.)
Hangi sosyal katmanda olursa olsun, kadının toplumsal yaşamdaki, evdeki (ailedeki), işteki, siyasi ve gayrı siyasi örgütlenmelerdeki yeri onu hep ikinci cins olarak tutmakta, herkes bu durum ezelden beri böyleydi sanmaktadır.
Bu kanı erkeğin işine geldiği, cins ayrımcılığı onun tahakkümüne hizmet ettiği için, itiraz tabii ki erkekten gelmez.
Peki, kadın niçin boyun eğiyor, hatta pek çok kadın erkeğin üstünlüğü kanısını neden bir giysi gibi giyiyor? Erkeğin egemenliği, kadının farklı düşünmesiyle ve mücadele etmesiyle sona ermiyor, o egemenliği var eden koşulların değiştirilmesi, erkeğin egemenlik mekanizmalarının, kurumlarının parçalanması, tahakküm araçlarının elinden alınması gerekiyor. Bu da ancak çok köklü toplumsal dönüşümlerle mümkündür.
Sosyal sınıf egemenliğinin sona ermesinin erkeğin egemenliğini bitireceği yolundaki kanılar pratikte gerçekleşmemiş, o toplumların deneylerinde de erkek hâkimiyeti sadece siyasette değil, toplumun değişik alanlarında sürmüştür.
Sosyal yaşamda kadın -özellikle o toplumların geleneksel yapıları göz önüne alındığınd-- büyük sıçramalar yapmış, toplumda azımsanmayacak statüler kazanmış, özellikle bilim, sanat, spor gibi akıl, hüner, beceri, büyük yetenek gerektiren alanlarda dünya çapında başarılara ulaşmışsa da, siyasal ve yönetsel mekanizmalarda –kadın kuruluşları hariç—bütün örgüt ve kurumlarda erkeğin baskınlığı olanca ağırlığıyla sürmüştür.
İktidar kavramını hem siyasi iktidar, hem de her türlü kurumdaki yönetsel hiyerarşi diye alırsak, kadın o iktidarlar içinde bulunmamaktadır. Özellikle siyasi iktidar eşittir erkek sultası henüz değişmemiştir. Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu gibi uygar geçinen ülkelerin uluslararası yönetsel organlarına bakarsak, erkek hâkimiyetinin siyasetle özdeşliğini orada esefle görürüz.
Kadının ezilmesi, ataerkilliğin iyice şekillendiği toplum türlerinin ilki olan köleci toplumda da, sonraki çağlarda da vardı.
Kapitalizm kol emeğiyle çalışacak kadını, erkekten daha ucuz işgücü olarak fabrikaya soktu. Fakat orta katmandan kadınlar evlerinde kaldılar, hizmet sektörü gelişme gösterene kadar beklediler.
"Sanayi Devrimi" adlı endüstrileşme evresinde işçiler üzerinde ağır sömürünün payı büyüktü, kadın ve çocuk işçiler üzerindeki yük yetişkin erkeklerinkinden çok daha fazlaydı. Bugün bile, "eşit işe eşit ücret" talebi önemini korumaktadır, yani sanayide de, hizmet sektöründe de cins ayırımcılığı sürüyor demektir.
"Demektir" ne kelime, Meryl Streep gibi dünya sinemasının önde gelen bir kadını erkek oyunculara kadınlardan çok daha yüksek ücretler ödendiğini, bunun Hollywood’da yerleşik bir uygulama olduğunu söylemedi mi?
Beyaz ve güzel kadın imgesinin olmazsa olmaz bir gereklilik sayıldığı, sayısız kadın oyuncuyu yıldız yapan ve kadın toplumundan çok, erkek değerlerine hitabeden sinema endüstrisinde bile, kadın oyuncu erkekten çok az para alıyorsa, başka sektörlerdeki farkı tahmin etmek zor değil. Öte yandan, sorun sadece eşit işe eşitsiz ücret de değil, eşitsiz ücrete razı da olsa, çeşitli sektörlerde kadının iş bulabilme şansı erkeklerden daha düşük. Kadının durumunun ABD’ye göre daha iyi olduğu AB ülkelerinde çalışan kadın oranı(toplam kadın nüfusu içinde) yüzde 52 iken, çalışan erkek oranı yüzde 81’i buluyor.
Dikkat ediniz, iş fırsatı ve ücret eşitliği konusunda bu söylediklerimiz Türkiye’ye veya hâlâ "Üçüncü Dünya" diye anılan ülkelere değil, gelişmiş ülkelere dair.
"İNSAN HAKLARI" = "ERKEK HAKLARI" İDİ
Avrupa’da burjuvazinin başlangıçtaki mücadelesi feodaliteye karşıydı. Köylüyü topraktan kurtarıp, serbest (endüstriyel) işgücü elde etmek için önce onu feodalin boyunduruğundan özgürleştirmek gerekiyordu. Aydınlanmacıların insan ve yurttaş haklarının savunmasının yükselen burjuvazi açısından önemi buydu. Ne var ki, "insan hakları" terimi ortaya atıldığında, sözcük dilde "insan hakları=erkek hakları" demek oluyordu. Latincede "insan" anlamına gelen "homo" sözcüğü aynı zamanda "erkek" demekti, homme, uomo, hombre her üç Latin dilinde de hem insan, hem de erkek’tir.
İnsan sözcüğünün sıfat hali olan human veya humaine ile insancıl, insansever, insancıllık, insanlık anlamına gelen sözcükler de aynı şekilde homme’dan türeyerek (humaniste, humanisme, humanité) Fransızcadan başka dillere de girmişlerdir.
Söylediklerimiz Yunanca’daki "antropos, andras" için de geçerli: Antropoloji (insanbilim), philantrope (insansever), misantrope (insan düşmanı) gibi.
Konuşulan dil toplumsaldır, biyoloji ise doğadan gelir, orada antropos = insan değil, "erkek" demektir, örneğin Tıpta ya da Farmakoloji’de "androloji, androjen, andropoz, androsteron" gibi terimler sadece erkek için kullanılır.)
İngilizce’de "man" aynı şekilde hem erkek, hem insan anlamına gelir. İnsanlık, ya "mankind" dır, veya "humanity" her ikisi de erkekten türemiştir.
İngilizce’nin kökenindeki dillerden Almanca’da insan ve erkek biraz farklılaşır, erkek "Mann" iken, insan "Mensch"dir.
Buna rağmen, Almanya sözcüğünün kendisi ataerkildir: "Alman" veya "Almanya" kelimeleri, Germen kabileleri gevşek bir siyasi yapıda birleştirilirken ortaya çıkmış ve topluluğa "bütün insanların birliği, hepimizin birliği" anlamında "Alle Manner" (Bütün Erkekler) denilmiştir. Fakat bugün, II. ligde oynayan -bir ara Mustafa Denizli’nin çalıştırdığı- "Allemania Aachen" futbol takımı dışında, Almanya, Alman, Almanca sözcüklerine o ülkenin sözlüklerinde bile rastlayamazsınız. Dünyada Almanya’yı genellikle Latince "German" kökünden gelen kelimeler temsil eder. Bizde Osmanlılar Nemçe derlermiş, sonradan Fransızca’dan Almanya (Allemagne) dilimize girmiş, Latince’nin ilk varisi İtalyanca’da da Almanya ve Alman denilmez, "Töton"dan türemis "Tedesce" veya "Tedesco" (veya German) kullanılıyor.]
TÜRKÇE'DE "İNSAN" VE "ERKEK" SÖZCÜKLERİ AYRI
Arapça da ise "insan" ve "erkek" tamamen ayrıdır, insan ins’tir, hem erkek, hem de erkeklik organı anlamına gelen kelime zekr veya zeker’dir. Şu halde, Türkçe’deki "insan" ve "erkek" sözcükleri Arapça kökenlidirler. Çocukluğumuzda dinlediğimiz masallardaki "in misin, cin misin?" sorusu da öyle.
[Yeri gelmişken hatırlatalım: Arapları aşağılayan Türklerin dilinde "Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü" diye ırkçı bir tekerleme var. Bu çirkin sözün ilk bölümü 1998 Ekim ayında askeri ve resmi ağızlardan "Suriye’nin bir ucundan girip, öte ucundan çıkarız" denildiği günlerde büyük bir İstanbul gazetesine iri puntolarla manşet olmuştu. Oysa tekerlemenin aslı "Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın zekeri"dir. O cümlenin doğrusunu bilmeyenler bilsinler de, utanıp hiç kullanmasınlar.]
Buna karşılık, insan için her iki dildeki "ben-i âdem"(insanoğlu) erkek kültünden gelmedir, insan hem dem, hem de onun oğlu olarak mükerreren (çift kat) erkektir.
Dolayısıyla, terimi ilk ortaya atan Fransızların dilindeki"droits de l’homme" sözü insan hakları için kullanılmış olsa da, siz onu "erkek hakları" gibi okusaydınız yanlış yapmış olmazdınız.
Çünkü ilk ortaya çıktıklarında o haklar erkekler içindi. Kadının, genel oy hakkı başta olmak üzere insan hakları yoktu veya bir serf olarak topraktan (ve derebeyinden) özgürleşecekse, o özgürleşme kocasına, babasına bağlıydı.
Bu nedenle, Fransız Devriminin ilk günlerinde (26 Ağustos 1789) yayınlanan "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi"ne mukabil, Olympe de Gouges 1791’de "La Déclaration de droits de la femme et de la citoyenne" (Kadınların ve Kadın-Yurttaşların Hakları Bildirgesi) dediği bir metin yayınlayacaktı. İnsan haklarına ilaveten kadın hakları kavramının gündeme gelmesi acı bir ironiydi, insan haklarının kadın haklarını içermemesi ister istemez kadının, erkek yanında ikincil insan sayıldığı anlamına geliyordu. O gün de, bugün de, "insan hakları" ile "kadın hakları" özdeş değildir.
Nitekim Birleşmiş Milletler önce "Siyasal Kadın Hakları Sözleşmesi"ni getirmiş (1952), o da yetmemiş, kadın karşıtı ayırımcılığa karşı bir sözleşme Kadına Karşı Ayırımcığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) 1977 Dünya Kadınlar Yılında gündeme gelmiş, 1979’da Genel Kurul’da kabul edilmiş, 1981’de onaylanmıştır. Belge Birleşmiş Milletler’in insan haklarına ilişkin sekiz sözleşmesinden biridir.
Uluslararası önemine rağmen (CEDAW) sözleşmeye imza koyan 181 ülkeden çoğu "kültürel farklar" gerekçe göstererek şerh koymuşlar veya koymasalar bile Sözleşme koşullarına uymamışlardır.
İslam ülkelerinin büyük çoğunluğu ''kültürel'' farklılıkları sebep göstererek şerh koymuş ve sözleşme maddelerini ancak şeriatla ters düşmemesi halinde uygulayacaklarını belirtmişler ve iç hukuklarında kadın haklarıyla ilgili - sözleşmeye uymak için- bir değişiklik yapmamışlardır. kadın haklarının ve kadının konumunun tartışıldığı bir sözleşmede kültürel görecelik savunusuyla şerh koymak zaten sözleşmenin anlamsızlaşması demek olmuştur.Suudi Arabistan gibi bir Şeriat devletinde ise zaten erkeklerin de kadınların da oy hakkı yoktur. 150 kişilik Meclis üyelerini Kral atar. İlk kez yerel yönetimlerde vatandaşa seçim hakkı tanınmış ve sadece erkeklere tanınmıştır.
Kadın hakları konusunda alınmış olan mesafeye rağmen, gelişmiş ülkeler dâhil olmak üzere insanlığın önünde uzun bir yol vardır.
Siyaset iktidar erki ve erkek iktidarı demek olduğundan, toplumlarda erkek egemenliği belirleyici olmaya devam etmektedir.
Siyaset dışı özerk toplumsal oluşumların kendi yaşamlarıyla ilgili tüm yetkileri politikacıların elinden alacağı ve topluma mal edeceği bir gelecek kadının özgürleşmesinin ön koşullarından birisi olarak önümüzde durmaktadır.
TEK TANRI DA KADINA DÜŞMANDI
Komün toplumundan çıkışlardan olan köleci toplum mistik inanç bakımından çok tanrılı ve tanrıçalıydı. Fakat ileride göreceğimiz gibi artık Ana Tanrıça’nın yerini erkekler almıştı, artık ataerkil toplum ve onun üst yapısı egemendi.
Bununla birlikte tek Tanrılı dine geçişin bölgesi olan Ön Asya’da kadın daha da aşağılanacaktı...
Kutsal Kitaptaki Yakub ve onun oğlu Yusuf ile onbir kardeşi öyle bir soydan geliyorlardı ki, bu kavim tarihte kadınları en acımasızca ezen, aşağılayan ve –ataerkil öncesi toplumdan arta kalmış kadın lehine son kalıntıları da silip süpürmüş, kazıyıp yok etmiş bir kavimdi.
Hıristiyanlık tamamen Yahudiliğin içinde doğmuştur. İsa reformcu sözler eden bir Yahudi vaiziydi. Kendisi ortaya yeni bir din getirmiş değildi. Yahudilik içinde ikilik çıkartıyor diyen Ferisiler’in (bugünkü deyimle "Köktendinci Yahudilerin) seçkinleri tarafından Roma’lı Vali’ye şikâyetle idam ettirilmişti. Onu sözlü görüşlerini sonradan sistematikleştiren ve yeni din hâline getiren Pavlos’tu. (Bugün Batı’da Saint Paul diye anılan Aziz.) Kendisi Havari bile olmayan, Başlangıçta bağnaz bir Ferisi iken pek çok İsa yanlısına zulmeden Pavlos sonradan İsevi olur ve Hıristiyanlığı getirtecektir. Bu yeni din İsa’nın adıyla anılsa da ilahiyatı Pavlos’a aitti. Nitekim Hıristiyanlık her iki dinin kitabını kendi kitabı sayar ve Eski Ahit, Yani Ahit diye adlandırır.
Konumuza dönersek, Eski Ahit’te (Tevrat’ta) ve Yeni Ahit’te (İncil’de) yer alan ve Kur’an’da da geçen efsanelerin başkahramanı İbrahim (Abraham), İbrani topluluğunun ataerkil sembolüdür. Torunu Yakub ise, kavminin yalnızca güçlü bir lideri değildi. Eski Ahit’e göre, Yakub dişi bir melekle dövüşe tutuşup, onu yendikten sonra, kavmi kendisine "İsrael" lâkabını takmış ve zamanla o kavim Yakub’un adıyla anılarak İsrail Kavmi olmuş, Kur’an’da Ben-i İsrail (İsrail Oğulları) diye anılmış. O topluluğa ilk olarak ismini veren Hebres’ten başlayarak erkek soyundan devam eden, İbrahim’den ve İshak’tan (İzaak) geçerek Yakub’a ulaşan, Yakub’dan sonra İsrail adıyla ve Yakub’un oğullarıyla devam eden yönetim, hükümdarlığın babadan oğula geçtiği bir hanedandı.
Her ne kadar, daha sonra Levi soyundan Musa (Moiz) yol gösterici ve Yahudi dininin kurucusu olarak çıktıysa da, onun ölümünü izleyen geçiş döneminin ardından Krallık ilan edildi. Davut (David), Süleyman (Solomon, Salomon veya Salomo)... şeklinde babadan oğula geçen yeni hanedan oluştu.
5 BİN YIL ÖNCESİNİN TÖRELERİ
Ön Asya’da İsrail kavmi yaşarken, komşu topluluklar da ataerkil toplumlardı, ama yörede ve bilindiği kadarıyla dünyanın diğer antik topluluklarında hiç bir ataerkillik, kadını İbraniler kadar aşağılamamıştı, benzer erkek egemen ilişkiler içindeki komşu ülkelerde anasoylu toplumunun kalıntıları belli ölçülerde devam ederken, İsrail kavminde kadının statüsü ötekilerinkinden daha kötüydü. Kadının ve doğurduğu kız çocuklarının miras hakkı yoktu. Esasen, kız çocuklarının doğmaları bile istenmezdi.
Büyüdüklerinde babaları tarafından satılırlardı. Genç kızların veya evli kadınların ettikleri yeminler, verdikleri sözler, yaptıkları akitler babaları veya kocaları tarafından onaylandığı takdirde geçerli sayılırdı.
İbranilerden doğan ilk tek tanrılı dinlerden Yahudiliğin kadınlara böyle baktığını, Tevrat’taki toplum yasalarını ayrıntılarıyla inceleyen arkeolog rahip Roland de Vaux "Antik İsrail" adlı kitabında sergiliyor (Roland de Vaux,"The Antic Israel", Danton, Longman,Todd, Londra, 1965.)
Aynı yasalara göre kadının boşanma hakkı yokken, erkek istediği anda kadını boşayabilirdi. Kocanın boşadığı kadın ailenin paraları, eşyaları ve gayrimenkulleri üzerinde hiç bir hak iddia edemezdi. Koca, evli olduğu kadına günün birinde "..Senin gözlerinde temiz olmayan bir şeyler görüyorum" diyerek, bir kâğıt imzalayıp onu boşayabilirdi. (Eski Ahit, V. Kitap.)
Bekâretini kaybeden kadın taşlanarak (recm’edilerek) veya yakılarak idam edilirdi. Kendisine tecavüz edilmişse, o erkekle evlenmek zorundaydı. Tecavüze uğrayan kadın evliyse, iradesi dışında meydana gelmiş bu olaydan dolayı da olsa, taşlanarak öldürülürdü.
MEZARDA BİLE AŞAĞILANAN KADIN
Bu konudaki ilgi çekici bulgulardan birisi Belarus kökenli Yahudi arkeolog Menahem Ussishkin’in" Silwan’daki Nekropolis" adlı kitabında yer alıyor. Kudüs’ün doğusundaki Silwan Köyünde soyluların, varlıklı kişilerin gömülü olduğu mezarlıkta, Arkeolog, 1970’te karı-kocaya ait antik bir mezarda, erkeğin yüksek bir set üzerinde uzatıldığını, kadının iskeletinin ise aşağıda yattığını görmüş. "Kadın aşağılanmışlıktan, öldükten sonra bile kurtulamıyor" diyor yazar.
İsrail ve Yuda krallıklarında kadın hükümdarlar da olmuştu. Bunlardan birisi, İsrail topluluğu dışından getirilerek Yahudileştirilmiş bir Ermeni prensesinin soyundan geliyordu.
Kraliçeliğe kadar yükselen pagan inançlı kadın hükümdar, yeterince Yahudileşmediğinden olsa gerek, bölgedeki anasoylu dönemin en büyük Ana Tanrıçası olan Astarte’nin (Aşerah) heykelini yaptırdığı için, pagan ilan edilerek tahttan indirildi ve Kutsal Kitabın daha sonraki versiyonlarında bu olaya yer verildi.
Diğer bir kraliçe, tahtı kocasıyla paylaşan İzevel (Batı dillerinde Jezabel) idi, Finike Kralının kızıydı ve inanışa göre (sonraları Kartaca Kraliçesi olacak kadının büyük halasıydı). Kocası İsrailli Ahab yerine tahta tek başına sahip olmak istediği iddiasıyla Pagan diye suçlanıpöldürüldü, cesedi köpeklere atıldı.
Kraliçenin katili ondan yana zannettiği herkesi öldürttü ve krallığını ilan etti. Jezabel’in ölümden kurtulan kızı, güneydeki diğer Yahudi Krallığına (Yuda’ya) kaçtı ve iki krallığın arasının açık olması nedeniyle orada kısa bir süre kraliçelik yaptı. [Günümüzün Hıristiyan din kitaplarına baktım, Jezabel "peygamberleri katleden zalim bir kraliçe" imiş, iktidar hırsını ve hükmetmeyi temsil edermiş. Yani tek tanrılı ilahiyat (Teoloji) hurafelerle, kadın düşmanı yalanlarla inananlarda hükmünü sürdürmekte.]
KRAL VE MELİKE
Belkıs: İsrail Krallığı döneminde, güney Arabistan’daki kabileleri (Eski Ahit, Yaratılış Kitabı, 10/28 ve Kralların Kitabı) yöneten Saba Melikesi Belkıs vardı (Belkıs veya "Bilikıs" melikenin Kur’anda geçen adıdır. Saba veya Sebe denilen ülke ise bugünkü Yemen’dir.)
Efsane, Süleyman’ın zamanından söz ettiğine göre, M.Ö. 10. yy.a, takriben 950’lere tekabül eder). Yemen topraklardaki toplulukları inceleyen Landes, bu kabilelerde kadının üstün konumunun onların henüz göçebelik evresinde olmalarına uygun düştüğünü söylüyor.
Gelgelelim, ataerkil mitoloji Belkıs’ı rahat bırakmamış, Bedevi Melikesini Yemen çöllerinden getirerek servet avcısı fallokrat Kral Süleyman’ın yatağına sokmuş, erkeğin üstünlüğünü ona kabul ettirmiştir, zira Kutsal Kitaba göre Saba altın ticaretiyle ve zenginliğiyle ün kazanmış bir ülkeymiş. (Yesaya Kitabı 60/6, Yeremya 6/20, Ezekiyal 27/22).
Landes’in araştırmaları ise kabilelerin henüz ticaretten uzak bir evrede yaşadığı şeklinde.] Ayrıca, o adlı bir kraliçenin yaşadığı da kesin değil. Çünkü, M.Ö. 1. yy. ile M.S. 6. yy. arasındaki antik metinlerde Saba Krallığı çokça geçmekte, fakat kraliçeden söz edilmemektedir.
Efsanede güzel ve akıllı bir kadın olarak anılan Belkıs Yahudi-Hristiyan kültüründeki kadın düşmanlığının etkisiyle sonradan cadı ve büyücüye dönüştürülmüş (Zeitschrift P.M., 5/2004, Münich, sf. 56.)
Belkıs efsanesi Afrika’ya da geçmiş, çünkü Saba’lı tâcirler oralara mallarını ve kültürlerini götürmüşler. Melike orada saygın bir imgeye sahip, Ethiopya’da ise kutsal bir kadın.
Örneğin, Ethiopya’nın son imparatoru Haile Selasiye tahtını Belkıs’tan başlatmış ve kendisini Belkıs’ın 225. halefi ilan etmişti. Daha da ilginci, siyah melike Belkıs son on yıllar içinde ABD’deki Afrikalı-Amerikalı özgürlük hareketinde bir ikon haline gelmiştir. [Hollywood ise pekçok kez yaptığı gibi, efsaneyi sıradanlaştırmış, Belkıs rolünü göğüslerinin yarısı açıkta, bacakları ortada erotik bir Gina Lollobrigida’ya oynatarak maçoların hoşuna gidecek değersiz bir film yapmıştır. (1954.)]
Arkeolog Nicholas Clapp, "Die Königin von Saba" adlı kitabında Belkıs’la ilgili tarihsel verileri inceliyor, bir araya getiriyor (Rütteln und Loening, 2004.)
Sarah, Ester, Judit: Bununla birlikte, İbrani mitolojisinde bir çeşit "azize"lik mertebesine ulaşmış az sayıda kadın da vardır. (Tabi, "azize" sadece Hıristiyanlar için geçerli bir sözcüktür, Yahudi dininde rahibelik ve azizelik yoktur. Burada sözcüğü benzetme yapmak için "saygın dindar kadın" anlamında kullandım.) İbrani anlatılarında saygıyla anılan kadınlardan birisi İbrahim’in zevcesi Sarah’dır (İslamiyette "Sârâ Hatun" diye anılır). Sarah üç dinde de "güzelliği dillere destan" diye geçen, manevi saygınlık sahibi bir kadındır, ama İbrahim’le birlikte Firavun’a sığındıklarında, kocasının ona "Zevcem olduğunu kimseye söyleme, kız kardeşimmiş gibi yap" demesine (Eski Ahit, Yaratılış Kitabı, Bab 12) bugün bazı feminist yazarlar dikkat çekerler.
Gene Perslere karşı kavmini katliamdan kurtarmak için, Pers kralı Ahasveros (veya Assuerus, Xerxes) ile evlendiğine inanılan Ester başka saygın kadındır. Eski Ahid’din "Ester Kitabı"nın başkişisine atfedilen karakter ve olay tarihsel değildir ve hikâyenin M.Ö. 3. ya da 2. yy.da çıktığı sanılmaktadır.
Racine soylu bir Fransalı kadının siparişiyle yazdığı "Esthère" adlı oyunda, onu İran’da hayırsever bir hükümdar eşi olarak çok iyilikler yapan, yoksullara, düşkünlere yardım eden, halk tarafından çok sevilen –Hıristiyanlıktaki azize imgesine uygun-- bir profille anlatır.
Diğer bir saygın kadın Yahudilerin Babillilerle yaptığı savaşta, muharebe meydanında (düşman hükümdarı Nabukadonozor’un) komutanı Holofernes’in çadırına girerek kafasını kestiğine inanılan Judit’tir. Eski Ahit’in "Judit Kitabı" ilahiyatta inanılırlığı bulunmadığı (apokrifa olmadığı) gibi, tarihle de her hangi bir örtüşmesi yoktur.Bununla birlikte Judit sanatta (Rönesans’ta, Barok’ta ve modern resimde) önemli bir imge olmuş, bir kadının zalimi öldürmesi hikâyesi kadınlar lehine övülmüştür.
DÜŞMAN KARDEŞLER: İSRAİL VE FİLİSTİN
Samson ve Dalilah: Fakat Yahudi mitolojisinde bir de Dalilah (veya Delilah, Dalila)) vardır. Eski Ahit’in "Yargıçlar Kitabı"nda anlatılan (16. Bab, 4. – 21. ayetler) bu efsaneyi, kadına ihanet rolünü biçtiği ve erkeğin kadına âşık olmasının ona bela getirdiğini söylediği için (ayrıca, İsrail-Filistin kavgasının ne denli eskiye dayandığını da gösterdiğinden) buraya aktarmak istiyorum.
Yahudi inanışına göre, tanrı İbrani kavminin atası İbrahim’e o sırada Kanaan (veya Kenani) ülkesi denilen toprakları vaadetmişti. Abraham’ın torunu Yakub’un –yukarıda da geçtiği gibi— oniki oğluyla birlikte İsrailoğulları adını alan kavim, Filistinlilerle aynı topraklarda yaşıyorlar ve aralarında bitmez tükenmez savaşlar sürüp gidiyordu. Filistinliler "sahte tanrılara" inanıyorlardı, onların baş tanrısı Dagon’du ve onun adına büyük bir mabet yaptırmışlardı. İsrailliler içinse, tanrı tekti, İsrailoğulları onların hiç birisinin tanrı olmadığını öğrenmişler, tek ve gerçek Tanrı’ya ermişlerdi.
Her iki taraf da birbirine kesin üstünlük kuramıyordu. İsrailoğulları Tanrıya itaatten uzaklaşıp, günah işlemeye başlayınca, Filistinlilere yeniliyorlar, sonra Tanrıya yakarıp tövbe istiğfar ediyorlar, doğru yola geliyorlardı. Bu döneme girince, Filistinlileri yeniyorlar ve kovuyorlardı. Sonra tekrar gevşeyince, felaket başlarına geliyor, Filistinliler gelip topraklarını alıyorlardı.
Derken, inanışa göre, Tanrı Musa’yı peygamber olarak gönderdi, o da kavmine yol gösterdi, onları derledi, topladı. Musa sonrasında krallığa kadar bir geçiş dönemi yaşandı (M.Ö. 1200-1000.) Bu dönemde yönetici yargıçlar söz sahibi oldular. Samson bir yönetici yargıçtı.
Anne ve babasının uzun yıllar çocuğu olmamıştı, Tanrıya çok yakardıktan sonra, elçi olarak gelen bir melek bir oğulları olacağını ve kendisini Tanrıya adayacağını, büyük hizmetlerde bulunacağını müjdeler. Samson (veya Simson) böyle doğar.
Tanrının Samson’a bazı şartları vardır: 1- saçlarını hiç kestirmeyecekti, çünkü o saçlar vasıtasıyla insan üstü bir fizik güce sahip olacaktı, 2- üzüm yemeyecekti, 3- ağzına bir damla olsun şarap koymayacaktı.
Samson kavmine büyük hizmetler yapar, Filistinlilere çok zarar verir, hatta bir defasında bir eşeğin çene kemiğiyle bin Filistinliyi öldürür. Sonra yargıç olur ve 20 yıl yargıçlık yapar. Derken Dalilah adlı şuh bir kadına âşık olur. Ondan sonra "yoldan çıkar", yeminlerini tutmaz, şarap içer, üzüm yer, bütün gecelerini Dalilah’nın evinde geçirir.
Samson’un tutkusunu öğrenen Filistinliler Dalilah’ya para vaadederek, gücünün sırrını öğrenmesini isterler. Uzun ısrarlar sonucunda genç kadın gizin saçlarda olduğunu Samson’a söyletir, onu gece ilaçla uyutarak saçlarını keser. [Rubens ünlü tablosunda bu sahneyi resimlemiştir: Arkada, kapıda bekleyen Filistinliler, mumla ışık tutan yaşlıca bir kadın ve başı kucağında uyuyan Samson’un saçlarını kesen Dalilah.]
Filistinliler Samson’u alıp götürürler, gözlerine mil çekerler. Gündüz olunca, Dagon’un tapınağına topladıkları üç bin kadar Filistinliye teşhir ederler. Samson kalabalığın alay ve hakaretlerine uğrarken, Tanrıya gücünü geri vermesi için yakarır, isteği kabul olur. Kollarıyla sütunları yerinden oynatınca, dev taşların birbiri ardı sıra düşmeleriyle tapınağı Filistinlilerin başına yıkılır, bu arada kendisi de ölür, ama bütün hayatı boyunca yaptığı hizmetlerden daha büyük bir yararlık göstermiş, Filistinlilerin ileri gelenlerini, seçkinlerini, askerlerini öldürmüştür. Ondan ataları İbrahim’e vaadettiği toprakların sahibi olurlar.
[Aradan 3000-3500 yıl geçti, iki kavim arasındaki savaş hâlâ eskisi kadar şiddetle devam ediyor. Niçin? Çünkü Tanrı o toprakları İsrailoğullarına vaat etmişmiş. Filistinli-İsrailli çatışması, adeta Havva ile Adem’in oğulları "Habil ile Kabil" efsanesinin ezelden beridir süre gelen cisimlenişi gibidir.]
Kısacası, Dalilah burada ihanet ve desisenin simgesidir, olumsuzluk Troya efsanesindeki gibi gene kadındadır. Zaten, zavallı erkeğin başına ne gelirse kadın yüzünden gelmektedir! Kadına yüz vermemek, âşık olmamak, önemsememek gerekir! O sadece evde erkeğe hizmet etsin, erkeğin cinsel haz aracı olsun, erkek de ona öyle baksın, yeter!
Tevrat’ın bu önemli efsanesini Camille Saint-Saens operalaştırmış, Rembrandte kara kalemle, Rubens (1610) ve van Dycke (1620) yağlı boyayla resimleştirmiştir. Sinemada Cecile B. DeMillle Samson and Delilah için Hedy Lamarr ve Victor Mature’ı oynatırken (1949), Alman Nic Roeg’ün yeniden yapımı olan iki bölümlük TV filminde (1996) Dalilah’yı Liz Hurley yorumladı.]
Ataerkil toplumlara geçildikten sonra anasoyun kalıntıların veya geleneklerin silinmesi, kadının aşağılanması elbette ki yalnızca İbranilere özgü değildi. Söz konusu geçiş, birçok toplumda kısmen daha ehven şekilde olmuşsa da, gene de hayli kan dökülmüştür. Ama tarihte bilinen en şiddetli anasoyluluk karşıtı uygulamalar İbranilere ait. Ayrıca, Tevrat pagan döneminden kalmış her türlü tapınağın, putun, o ibadetlere yarayan her şeyin (dağ başında kutsal bellenmiş ağaçlara varıncaya değin) yok edilmesini sert ve kesin bir dille buyurmuştur.
Bu nedenle, hem tek tanrılı din öncesindeki bütün kutsal binalar ve bu arada tanrıça mabetleri, heykelleri, tasvirleri Yahudi coğrafyasında yok edildikleri için, o döneme ait zengin sanat eserleri de ne yazık ki, ortadan kaldırılmıştır.
Ataerkil tek tanrıya geçişte, kadın bu denli şiddetli bir baskı altına alnıırken, erkekler için çok-eşliliğin sınırı yoktu. Sadece varlıklıların değil, dar gelirlilerin, hatta yoksulların da çoğu kez birden fazla kadınla evli olabildikleri görülüyordu.
Kral Davut’un (David) 19 0ğlu vardı, 13 yaşındaki Süleyman hükümdar oldu. Hareminde 700’den fazla kayıtlı eşi bulunduğunu Kutsal Kitap övgüyle anar. Daha da önemlisi, o kadınların çoğunun Ön Asya’daki çeşitli topluluklardan gelen prensesler olmasıydı, o toplumlarda kız çocukların miras hakları bulunduğu için, Solomon’un "ekonomik nedenlerle" o kadar çok kadını eş olarak haremine aldığı söylenir.
Yani, kendisi kız çocuklarına miras hakkı tanımayan bir topluluğun hükümdarı, başka topluluklardaki kadınların miras haklarından yararlanacak kadar ikiyüzlüydü. Mademki, Tanrı, kız çocuklarına miras düşmeyeceğini buyurmuştu, o halde o kadınların mirasına hangi dinle ve hangi yüzle el koyuyordunuz?
Oysa İbrani soyunun öncelerine gidildiğinde, onların da anasoylu bir dönem yaşadıkları görülecektir. Örneğin, J. Hasting, 1900’de yayınladığı "İncil Sözlüğü"nde İbranilerin içinden çıktıkların Sami’lerin (veya Semit’lerin) geçmişindeki en büyük tanrılar-tanrıçalar topluluğunun başında Tanrıça Astoret olduğunu söyleyerek, "Bu tanrıça, Sami’lerin ilkel anaerkil örgütlenmesindeki baş tanrısallıktı, aşkında özgür, klanın doğurgan anası, barışta ve savaşta lideri olan insan-ana’nın timsaliydi" der.
Yukarıdaki paragraflarda, kadının tarihte uğratıldıklarınaörnek olarak İsrail kavmini ve onun toplumsal ilişkilerini düzenleyen Yahudi dinini almamızın nedenlerinden birisi, o kavmin kadınlara uyguladığı baskının boyutlarını göstermek idiyse, diğeri de Yahudiliğin, aynı coğrafyada doğan Hıristiyanlığa ve Müslümanlığa beşiklik etmesi, onlardaki birçok ilkeyi, kuralı belirlemiş olmasıdır. Her üç dinin de kadına bakışı birbirine hayli yakın olmuştur.
Dikkat edilecek nokta şudur: Hıristiyanlık Yahudi toplumunda doğmuştur, ama İslamiyet pagan Kureyş’te. Müslümanlık, pagan Kureyş’i "Cahiliye Devri" diye küçümser ve aşağılarken, reddettiği toplumda kadının durumu kendi getirdiği dindekinden daha iyidir. Örneğin Azhab Suresinde şöyle bir ibare var:
"Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Resulüne itaat edin. ey ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor."