Erkek Kültü’nün kökleri (2)

Erkek Kültü’nün kökleri  (2)
İnsanların doğadan aldıklarını işleyerek tüketmeleri, ilkel de olsa sosyal bir işbölümüyle gerçekleşiyordu. Kadının ve erkeğin yerini belirleyen bu ilk toplumsal örgütlenmeydi.

YALÇIN ERGÜNDOĞAN


Bu çalışma, 2004-2018 yılları arasında düzenli olarak yayında iken Yayın Yönetmenliğini yaptığım, bugün zorunlu nedenlerden ötürü yaynını durduran Sesonline.net internet gazetesinin arşivinden çıkarak yeniden okuyucuları ile buluşuyor.

Türkiye’nin yeterince farkında olmadığı değerlerden, Türkiye Sosyalist hareketinin önde gelen isimlerinden, 1 Şubat 2019 günü kaybettiğimiz YALÇIN  YUSUFOĞLU’nun tarih perspektifli bir çalışması olan "Erkek Kültü’nün kökleri"ni bu köşede 3 bölüm halinde yayınlıyorum.

Yalçın Yusufoğlu’nun (1942 / 2019) anısına saygıyla… / Yalçın Ergündoğan

 

* * *

 

Alexander Puşkin, bir öyküsünde John Tanner adlı İngiliz’in Kuzey Amerika’da başından geçmiş gerçek olayı anlatır. Otovuavlar adlı yerli kabilesinin eline düşen Tenner’ı, kabile şefi olan Net No Kua ismindeki kadın evlatlığa kabul eder. Net No Kua kabilenin en saygın kişisidir, kayığında kendi soyunun (gens) bayrağını taşır. Britanyalılarla kabilesi adına görüşmeye gittiğinde Britanya kalesinden top atışıyla selamlanarak karşılanır.

Tanner’ı hayretler içinde bırakan bu durum, tarih öncesindeki eski yaşam biçimlerinden, her nasılsa 18. yy.a intikal etmiş bir örnekti. Sadece 18. yy.da değil, 19., hatta 20. yy.da da böyle topluluklara rastlandı. [Bunlardan en önemlisi, 1914-1920 yıllarında Yeni Gine’de Melanezya ve Avustralya yerlileri arasında çalışmalar yapan Malinowski’nin Trobriand adasındaki gözledikleridir. (Emre Caner, "Kutsal Fahişe’den Bakire Meryem’e Toprak ve Kadın", Su Yayınları, İstanbul, Eylül 2004, sf. 28-36.)]

MİTOLOJİDE ANASOYU

Anaerkil düzen insanların sürü halinde yaşamaktan çıkıp örgütlenmeye başladıkları zamana özgü ilk sosyal organizasyon biçimi olarak biliniyor. İnsanların üretim araçlarını kullanması, onları geliştirmesi açısından yapılan zaman tasnifinde birinci aşama olarak anılan paleolitik çağı (yontma taş devri) arkeologlar M.Ö. 30 binyıllarına dek götürüyorlar.

30 BİN YILLIK KADIN BETİMLEMESİ

O döneme ait en eski arkeolojik veri Fransa’da bulunmuş. Yarım mağara büyüklüğündeki büyük bir kaya girintisinin duvarına kazınmış bir kadın resmi arkeolojide "Laussel Venüsü" şeklinde anılıyor. [Batılılar illa ki "Venüs" diyecek, oysa Venüs ataerkilliğin kadını.]

Yaşı uzmanlarca 30 bin yıl tahmin edilen ve elinde bir bizon boynuzu tutan bu kadının bir tanrıça tasviri olduğu sanılmakta. Aynı duvardaki başka resimlemelerde, üç kadın daha görülüyor, kadınlardan birisinin aşağı kısmında, baş aşağı duran bir insan başı ve omuzları gözüküyor –ki, bunun bir doğum sahnesini betimlediği sanılıyor. Gene bir başka köşede, başı ve kolları kopmuş, ama vücut duruşundan kargı attığı sanılan bir erkek figürü var. Aynı duvarda ayıca bir sırtlan ve bir de at resmiyle kabartmalar halinde gösterilmiş bir kaç dişilik organı bulunuyor.

Yukarı paleolitik çağa ait bir başka önemli arkeolojik bulgu M.Ö. 25 bin yaşında taştan yapılma bir tanrıça heykeli. Paleolitik çağdan çıkışta M.Ö. 9 bin – 7 bin yıllarına (Ön-neolitik çağa) ait Ön Asya’da bulunan mağara resimlerinden ve heykellerden ibaret o dönemin sanatı tanrıçaların ve kadının toplumdaki üstün konumunu gösteriyor.

Neolitik çağa (cilalı taş devri) ilişkin olarak Don kıyılarında ortaya çıkarılan büyük bir insan konutunda mamut başı iskeletinden yapılmış karyolalar, sayısız mamut kemiğinden imal edilmiş çeşitli ev eşyaları ve el aletleri, sileksin (çakmaktaşının) işlenmesiyle yapılmış çeşitli araç-gereç ve av silahları bulunmuştu. Aynı konutta mamut dişinden ve kemiğinden özenle yapılmış heykelciklerin hepsinin kadın heykeli olması bir başka ilginç bulguydu.

Neolitik evreye ait arkeolojik verilerden de anlaşılıyor ki, insan topluluklarının ilk örgütlenme biçimlerinde kadın binlerce yıl boyunca toplumda birincil konumda olmuştu. Bir başka deyişle, kadın-erkek ayırımı anaerkil toplumda da vardı ve kadının lehineydi. Ama o topluma "kadın egemen toplum" demek, kadının egemenliğini de ataerkilliğin erkek egemenliği kadar mutlak ve şiddetli baskıcı saymak yanılgı olur. Gerçi toplumda erkeğin saygınlığı yoktu, kadınların da erkeğe pek nâzik davrandıkları söylenemezdi, ama gene de anaerkil toplumda kadının üstünlüğü onu izleyen ataerkil baskıda olduğundan daha yumuşaktı.

Birincisi, o toplum sınıflı bir toplum değildi, adilâne bir üleşim vardı, egemen bir zümre şekillenmediği için, iktidar yapısı da oluşmamıştı.

İkincisi, üretim --ve dolayısıyla tüketim—karmaşıklaşmamış, ürün fazlası birikmemiş, üretim araçlarının özel mülkiyeti sosyal sınıflaşmaları getirecek kadar gelişmemişti. Kadın hane’nin sahibesiydi, erkeğin asli göreviyse avcılıktı. Soy anadan geçiyordu. Her iki cinsin de kendi alanında bir hiyerarşisi olmakla birlikte, klanda kadının belli bir üstünlüğü, bir ayrıcalığı vardı.

Bugün bilindiği kadarıyla o dönem insanların doğada buldukları yenilmeye yarar maddeleri yenilebilir hale getirdikleri evreydi. O besinler, esas olarak kimi bitkilerin toprak yüzeyine yakın bitkisel yumruların toplanmasından ve hayvanların avlanmasından oluşmaktaydı. O durumdaki besinlerin bir kısmı çiğ yenseler bile, bir kısmı da pişiriliyordu. Bu işin yapılması, doğadan sağlanan besin maddelerinin işlemden geçirilerek yenilebilir –veya daha kolay yenilebilir—kılınması bir anlamda üretimin en ilkel biçimiydi. Bu üretim beslenmede insanları hayvanlardan ayırt eden ilk etmendi.

Maymunun muzu soyması yahut hindistan cevizini ağaçtan atıp kırması, karıncanın yiyecek depolaması veya balarısının doğadan aldığı bitki özünü vücudundaki kendiliğinden biyolojik süreçlerden geçirerek yiyeceği dönüştürmesi üretim sayılmayacağına göre, doğada sadece insan üretim yapan yaratıktı.

İLK SOSYAL İŞBÖLÜMÜ

İnsanların doğadan aldıklarını işleyerek tüketmeleri, ilkel de olsa sosyal bir işbölümüyle gerçekleşiyordu. Kadının ve erkeğin yerini belirleyen bu ilk toplumsal örgütlenmede erkekler ava gitmek, hane’ye çiğ et getirmekle yükümlüydüler. Kadın ise bunların pişirilmesinin yanı sıra, yenilmek üzere kök ve meyve ya da diğer yararlı bitkileri veya kurbağa, kertenkele v benzeri küçük hayvanları toplamak, su taşımak gibi işleri yapıyordu. Hayvan derilerinden ya da elverişli bitkilerden giyecek dikmek, ev eşyaları yapmak da kadının göreviydi. Bu şekilde, kadın yaptığı işin doğası gereği topluluktaki ekonomik faaliyetin birinci belirleyici öznesiydi. Zamanla, gene doğadan alınan buğday, çeltik, arpa gibi tahılların kullanılmasıyla, ev araçlarının geliştirilmesiyle kadının işlevi daha da genişledi.

Kadının saygınlığının ve üstünlüğünün asıl boyutu onun doğurganlığıydı. Çocuğun hangi etkenle meydana geldiğini henüz bilmeyen erkek, doğurduğu için kadına giz ve kutsallık atfediyordu. Bulunan sayısız arkeolojik objelerde kadının doğurganlığı vurguyla tasvir edilmiştir. Doğa karşısında güçsüz olan insanlarda ölüm yaygın olduğundan, doğum topluluğun devamı için çok önemliydi, ölüme karşı koyan başlıca etmen doğumdu, doğuran insan ise kadındı.

[Daha sonraları, tarıma geçildiğinde, kadının doğurganlığıyla toprağın üretkenliği arasında paralellik kurulması, Ana Tanrıça kültü sona erdikten sonra, kadın tanrılar topluluğunda tanrıça olarak yer aldığında, Bereket Tanrıçası kavramının çıkması ve Bereket Tanrıçasının tanrı değil, tanrıça olması da rastlantı değildi.]

Ama kadının üstünlüğünün asıl nedeni gene de onun ekonomik işlevindeydi. Toplumbilimci V. Klein "İlk toplumda kadınlar sosyal zenginliğin kaynağıydılar, konutların sahibesi, yiyeceğin üreticisi, hanenin koruyucusu idiler. Bu nedenle, erkek ekonomik bakımdan kadına bağımlıydı" diyor.

Daha sonra, insanlar, hayvanları beslemeye, üretmeye ve yetiştirmeye başladılar. Keçi, koyun, sığır, öküz, domuz gibi hayvanların beslenmesi, sürülerin otlatılması ereklerin görevi oldu. Gene de bu yeni işlevleri onların ekonomik önemlerini arttırmış değildi, sadece hayvan avlamanın yerini, hayvan besleme almıştı. Hayvancılık daha az fizik gücünü, daha az tehlikeyi gerektiriyordu. Buna karşılık, beslenen hayvanlardan elde edilen yeni ürünlerin işlenmesi kadının ekonomik önemini daha da arttırıyordu. Yün eğirmekten, süt ürünlerine kadar bir dizi yeni iş kadının görevi olmuştu. Ayrıca, çömlekçilik veya daha gelişkin ev eşyalarının yapılması, mağaralardan çıkıp evlere yerleşilmesinde çadır yapımı, konut inşaatı gibi işler de kadına kalmıştı.

Avcılıktan çobanlığa geçildiği bu evrede (Birinci işbölümü), hayvanların sadece tüketilecek kadar avlanmalarının yerini, hayvanların yetiştirilmesi aldı ve böylece "artan ürün" ("artı ürün" değil, "artan ürün") ortaya çıktı. Hayvanı yetiştiren erkeklerde, besledikleri hayvanların klanca tüketilmeyen fazlasını kendi mülkiyetleri sayma eğilimleri başladı, özel mülkiyet duygusunun ilk biçimleri belirdi. Daha sonra o ürün fazlalarının "meta" (Arapça’da "matah") haline gelerek, değişim (mübadele) değeri kazanmasına ilkel toplumdan çıkış bölümünde değineceğim.

GÖÇEBELİKTEN YERLEŞİKLİĞE

Derken, tarıma geçilip toprağa yerleşildi (ikinci işbölümü.) Eski devirlere ait en zengin arkeolojik verilerin bulunduğu Orta Doğu’da neolitik döneme ait ve tarıma dayalı üretim yapıldığını gösteren yerleşik topluluklara rastlanıyor. Tarımın başlangıç evrelerinde de, kadının toplumsal konumunu koruduğu, kadının tarım ürünlerini evde işlemenin yanı sıra, toprakta da çalıştığı görülüyor. Orta Anadolu’da Çatalhöyük’te ve Antalya yakınlarındakiHacılar’da yapılan kazılar M.Ö. 6 bin 500 – 6 bin yıllarındaki topluluklarda hem kadının birincil konumunun sürdüğünü, hem de kadının tarımda da çalıştığını göstermiştir.

Neolitik dönemin ilkel mitolojisi --o zamanlar yazı henüz icat edilmediğinden — günümüze ancak yazısız arkeolojik objelerle intikal edebilmiş durumda.

Anaerkil dönem (ve o dönemden çıkış) konusunda zengin arkeolojik veriler edindiğimiz Ön Asya’da o sıralarda yaşamakta olan değişik toplulukların hepsinin tapındıkları büyük tanrıça ya da ana tanrıça Gökler Tanrıçası’ydı: Astarta (Fenikeliler), Aştar, Aştoret, İştar (Kuzey Samiler ve Babil), Attoret, Attar, Athar (Asuriler), Ate veya Atheh (Kilikya, bugünkü Adana-Antakya yöresi), Hathor, Aşerah, İşara, Au Set (Mısır), İsis (Mısır tanrıcasına daha sonra Yunan mitolojisinin verdiği ad), İstar, İnin, İnnana, Nana, Nut, Anat, Anahita, vb.

Bu dönemde henüz tanrıya (erkek ilâha) rastlanmıyordu. Yukarıda anlattığımız nedenlerle sadece kadın kutsandığı için, tapınılanın cinsiyeti dişiydi, onu en büyük ana olarak görüyorlardı, tıpkı klanın ve bağlı bulundukları gens’in büyük anasına duydukları saygı gibi.

Bulgulara göre, Ana Tanrıça veya Büyük Tanrıça olgusu sadece Ön Asya’da değil, dünyanın başka yörelerindeki insan topluluklarının evriminde de vardı. Ünlü mitologRobert Graves şöyle diyor: "Bugüne dek kalabilmiş kanıtlardan ve efsanelerden anlıyoruz ki, tüm neolitik Avrupa, çok çeşitli adlar alan Ana Tanrıçaya ve son derece homojen bir dinsel görüşler sistemine sahip olmuştur, aynı Ana Tanrıçayı Suriye ya da Libya’da görmek mümkündür. Büyük Tanrıça ölümsüzdü, değişmezdi ve kudretliydi: babalık kavramıysa henüz dinsel düşünceye girmemişti."

Anaerkil düzenin paleolitikte olduğu gibi, tüm neolitik çağda da ve kısmen kalkolitik evrenin (bakır devrinin) başında da devam ettiği, yer yer bronz çağına (tunç devri) kadar vardığı, bir başka deyişle tarımın bir sosyal işbölümü olarak ortaya çıktığı aşamada da var olduğu belirtiliyor.

Araştırmacı C. Dawson, "ilk tarım Ana Tanrıçanın kutsal konutları etrafında doğmuş olmalı, dolayısıyla bu (yerleşme yerleri) sosyal ve ekonomik merkezler ve kutsal yerler olup, gelecekteki kentlerin çekirdeğiydiler" diyor.

Bir başka bilimci W. Schmidt, ilk kültürler için şöyle yazıyor: "Burada üstün olan kadınlardı. Kadınlar sadece çocuk doğurucu değillerdi, aynı zamanda besinin baş üreticisiydiler. Besinlerin sadece toplanmadığını, tarımla da üretildiğini gören kadınlar, toprağı değerlendirdiler ve aynı zamanda ona sahip oldular. Böylece hem ekonomik, hem de toplumsal güç ve saygınlık edindiler..."

Hawks ise " neolitik devrin ana-hukukuna dayalı klan sisteminin egemenliği nedeniyle, toprak mirasının ana soyundan intikal ettiğini" söylüyor.

Bununla birlikte, tarım gelişip –aşağıda göreceğimiz gibi—ürünler meta haline gelince, erkeğin de toplumdaki rolü artmaya başladı. Böyle olduğu içindir ki, tarım öncesi topluluklarda sadece tanrıçaya –veya tanrıçalara— tapınılırken, ana tanrıçanın yanında onun oğlu, kocası veya kardeşi olarak, erkeği temsilen ilk tanrı belirdi.

ANA TANRIÇANIN YANINDA OĞLU BELİRİYOR

Bulunduğumuz coğrafyanın en eski mitolojilerinden Sümerlerde Damuzi diye anılan, sonradan adı Tammuz’a dönüşen, gene aynı bölgede Attis, Adonis, Osiris ya da Baal gibi adlar alan bu ilk tanrı hep genç erkek olarak gösteriliyordu. Bu ise, erkeğin toplumsal öneminin artmasıyla birlikte, ananın oğluna verdiği önemi göstermekteydi.

Gerçekten de, Ana Tanrıçanın, oğlunu kendisinin yanı sıra topluma takdim etmesi, ataerkil toplumun, anaerkil toplum bağrında yeşermeye başladığı anlamına gelmekteydi. Tıpkı kamusal mülkiyet toplumunun bağrında ilk özel mülkiyet nüvelerinin belirmesi gibi.

Tammuz annesinin masum ve uysal oğlu olarak kalmayacak, yavaş yavaş güç kazanarak, anasını binlerce yıllık tahtından indirerek, oraya bir daha kalkmamak üzere kendisi kurulacaktı.

Ne var ki, Tammuz’un –veya başka isimlerle anılan ona koşut tanrıların— o tahta oturması kolay kolay olmadı. Tanrının tanrıçayı tahtından indirmesi hem uzun bir dönemi gerektirdi, hem de toplumdaki her büyük değişiklikte olduğu gibi, sosyal çatışkıları getirdi. Dünyanın bazı yörelerinde o çatışmalar nispeten yumuşak geçerken, bazılarında da sert oldular. Örneğin bazı antik Orta ve Güney Amerika efsanelerinde erkeklerin kadınlara karşı gizli örgütler kurdukları, tanrıçayı tanımamak için kendilerine gizlice tanrılar icat edip, onların totemlerini yaptıkları, kadın totemlerin yerine erkek totemlerine taptıkları, mağaralarda gizli-saklı toplantılar veya ayinler tertipledikleri, hatta toplanıp kabiledeki tüm kadın ve genç kızları öldürdükleri, kız çocuklarını kurdukları erkek düzeninde büyüttükten sonra, türün devamı sağladıkları anlatılır.

Sümer mitolojisinde Damuzi, Ana Tanrıça İnanna’nın (sonradan Nana) oğlu olarak belirdiğinde, önce kendisini tanrıçanın "yatağında ispat eder." Böylece Damuzi hem oğul, hem de kocanın sembolü olur. İnanna ise Damuz’ye en büyük payeyi vererek, onu "ülkenin çobanı" yapar. Böylece hayvanları ehlileştirip yetiştirmenin, hayvan beslemenin önemi ve erkeğin yeni görevi anlaşılmaktadır.

Efsanenin devamında. İnanna bir gün ölüler ülkesine geçmek ister ve tahtını Damuzi’ye bırakır. Damuzi "büyük bir sevinçle" tahtı kabul eder, fakat tahtta başına buyruk davranır, oysa Ana Tanrıça zamanında ülke kadın ve erkeklerden seçimle oluşan bilgiler meclisiyle yönetilmektedir, Tarıça hükümdar değil, sadece meclisin başıdır. (Klan örgütlenmesindeki ilkel demokrasi söz konusudur.) Damuzi ise keyfince yönettiği gibi zulüm de yapmaktadır. Bunun üzerine Ana Tanrıça ölüler ülkesinden geri dönerek Damuzi’yi öldürür ve yeniden yönetimin başına geçer.

Bu efsane eski Sümer kitabelerinde anlatılmaktadır. Bir yanda, "taht" ve tahtı oğluna bırakmak kavramı oluşum halindeki sınıflı topluma özgü bir simgedir ve hükümdarlığın (hanedanın) oluşmasını göstermekte, ama ilkel demokrasi de direnmektedir, öte yandan anaerkil düzen ile ataerkil düzen mücadele etmektedir.

OĞUL HÜKÜMDAR OLUYOR

Bulunan başka yazılı dokümanlar, öykünün devamını dile getiriyorlar: Damuzi ölmüş olmasına rağmen, erkeğin toplumda güçlenmekte olan konumu Sümerlerde krallığın ilk ortaya çıkışına dair öykülerle dile getirilir. Ana Tanrıça kendisine hem eşlik, hem de rahip olarak En’i seçer. Daha sonraki anlatılarda Ensi diye geçen bu erkeğin nüfuzu giderek artar. Derken, Lugal (önemli adam) adını alır. Böylece krallık kurumu kurulmuş olur. Ama başlangıçta çok uzun bir bir dönem Ensi’ler veya Lugal’lar seçimle işbaşına gelmekte, hiçbiri topluluğu tek başına yönetmemektedir. Gene, başka yazılı öykülere bakılırsa, her yılbaşında yapılan dinsel törenlerde Ana Tanrıçayı temsil eden rahibenin, Damuzi’yi temsil eden kralla (Enmerkar) evlendiği belirtilir (M.Ö. 2 bin 600.)

Sümer ülkesi daha sonra doğudaki Akat’ların kontrolüne geçti. Bu dönemde Babil mitolojisinde benzer öyküyü görmekteyiz. Sümer’deki İnanna, bu kez Aşka Tanrıçası İştar adını almıştır (Ataerkil topluma geçilmiştir.) Damuzi Tammuz olmuştur. Tammuz İştar’ın sadece oğlu ve kocası değil, kardeşidir de. Babil efsanelerinde Tammuz, Sümer’den farklı olarak, Ana Tanrıçanın emriyle öldürülmez, kaza eseri ölür ve tanrıça buna çok üzülür, yas tutar. Ön Asya’da pek çok yazılı anlatımı bulunmuş olan Sümerlerin ünlü "Gılgamış Destanı" Babil efsanelerinde de vardır. Babil’in Gılgamış’ı Aşk Tanrıçası İştar’dan evlenme teklifi alır. Gılgamış, İştar’ın daha önceki kocalarını öldürttüğünü söyleyerek, onların adlarını sayar ve evlenmeyi reddeder.

Gılgamış’ın andığı uzun listede farklı zamanlarda iki ayrı Tammuz vardır. Bu da, mitolojide ölen Tammuz’un yerine bir yenisinin konulduğunu göstermektedir. Hem Sümer, hem de Babil’in Gılgamış öyküsü Tanrıça İştar’ı bütünüyle olumsuzlamış, daha sonra Yunan mitolojisinde de yapılacağı gibi, onu kötülüğün simgesi göstermiştir. Tanrıça, evlenme teklifiyle Tammuz’a krallık önermektedir. Gılgamış ise bir yandan ölümsüz olmak ve tahtı kraliçe ile paylaşmamak, ona tek başına sahip olmak dileğindedir. Babil Gılgamış’ının babasının bir kral (Lugal veya Enmerkar) olması gösteriyor ki, Gılgamış’ın yolu, tahtın Tanrıçayla paylaşmaktan, tek başına—ve ölümsüz (tanrı) olarak—onu ele geçirmeğe kadar giden yoldur. Nitekim tanrıçanın önerisini reddeden Gılgamış, kendisi gibi bir erkek olan arkadaşı Endiku’yla birlikte kadının kutsal boğasını öldürür, boğanın butlarını ve cinsel organını tanrıçanın suratına fırlatarak, "Elimden gelseydi, boğaya yaptığımı sana da yapardım" der ve kendisi için tezahürat yapan halkın arasından geçerek, ölümsüzlüğü aramak için yola koyulur. Bu olay, Babil öncesinde Erech’te meydana gelmiş bir ayaklanmayı temsil etmektedir. Antik Yunan tarihçisi Diodoros Sicilus aynı dönemlerde Yukarı (Güney) Nil’de meydana gelmiş benzer bir olaydan bahseder. Nubi kabilesinde "tanrıçaya krallık eden" bir erkek, kadın erkek bütün ruhbanlara karşı baş kaldırarak, onları öldürür ve tahtın tek sahibi olur. Burada ruhbanlardan kasıt, Kralın bağlı bulunduğu bilgeler meclisidir, efsanede kral diye anılanlar, ilkel komün toplumunda kabile tarafından seçilen –ya da atanan—askeri şeflerin, sınıflı topluma geçiş evresinde edindikleri ayrıcalıklı konumdur. Nubi kabilesinde olan ise muhtemelen o geçiş sürecinin tamamen sona erdiği yönetim değişikliğini göstermektedir.

Gılgamış efsanesinde anlatılan olay –tanrıçayla evlenerek kral olanların öldürülmeleri—bir gelenekti. Bu gelenek, askeri kudreti ellerinde tutan kralların yönetime tek başına sahip olmamaları için geçiş döneminin çatışkılarında başvurulan bir yöntem olabilir.

Her ne kadar, efsaneler kral tanrıçanın seçtiğini söylüyorlarsa da, gerçek hayatta tanrıça mevcut olmadığından, yaşlılar meclisi tarafından krallığa getirilen kişi, tanrıçayı temsil eden baş rahibe ile evlenmekteydi. Bir kaç kitabede yaşlılar tarafından seçildiği açıkça yazılan kralın, "tanrıça tarafından seçildiğinin" söylenmesi, yeni yöneticiye kutsallık kisvesi vermek içindi. Ama aynı kral, ertesi yıl büyük ayinde kurban vermek biçiminde öldürülüyor ve "tanrıça kendisine yeni bir kral seçiyordu." Daha sonraları bu gelenek kayboldu, kralın öldürülmesinin yerini daha hafif biçimler aldı, örneğin her yılbaşında adam kutsal tapınağa götürülerek dövülür ve hakaret edilir oldu, aynı anda kralın elbiseleri giydirilmiş olan bir başkası (dublörü) kent içinde gezdirilerek törenle ölüme gönderilirdi.

Antik Mısır’da benzer bir öykü vardır. Tanrıça İsis’in oğlu ve kocası Horus ölmektedir. Daha sonraki öykülerde, ölen İsis’in kardeşi ve kocası Osiris’tir. Fakat Osiris’in yerini sonraları bir başka Horus alır. M.Ö. 3 bin yıllarına ait kayıtlar erkeklerin Osiris’in mezarında kurban edildiğini yazarlar. Mısır’daki Osiris, Mısır’ın kolonisi olan Biblos’ta (Bugünkü Kuzey Lübnan) Adonis olur. Adonis İbrani dilinde "efendi, bey" anlamına gelen Tammuz’un Yunan mitolojisine geçmiş muadilidir.

TANRILAR YÜKSELİRKEN, TANRIÇALAR SÖNÜYOR

Eski Yunan efsanelerinde Suriye ya da Kıbrıs kralının kendi kızından olan oğlu Adonis’i Aşk Tanrıçası Afroditeile Yeraltı Tanrıçası –ve Ölüler ülkesinin kralı Hedis’in eşi— Persephone paylaşamazlar. Adonis dört ay kraliçe Persephone’nin, sekiz al Afrodite’nin yanında kalarak ikisini de hoşnut eder. Ama bu erkek güzeli çobanın Afridote’yle beraberliğini kıskanan bir başka erkek güzeli Apollo veya başka anlatılarda Savaş Tanrısı Ares ya da Bereket Tanrıçası Artemis (Ön Asya’daki Ana Tanrıçanın Yunan’da aldığı biçim) azgın bir boğayı Adonis’in üzerine salar ve delikanlıyı öldürtür. Bu anlatım efsanelerin yöreden yöreye ve zaman akışı içinde değişen toplumsallıklarda nasıl aktarıldığına iyi bir örnek oluşturuyor. [Adonis, bugün Batı’da, özellikle fiksiyon dilinde, mecazi olarak delikanlı yaştaki erkek güzeli anlamında kullanılır ve sempatik sayılmayan (tecavüzcü) Appolo’ya tercih edilir.]

Aynı hikâyeler, benzer şekillerde, Kanaan (=Kenani, bugünkü İsrail toprakları) efsanelerinde Gökler Tanrıçası ve krallığın Tanrıçası Anath ile düşmanı tarafından öldürülen oğlu-kocası Banal, ya da Anadolu’da Ana Tanrıça Kibele ile ölen oğlu-kocası Attis öyküleriyle anılır. (Baal ve Attis öldükten bir süre sonra, tekrar canlanıp, hayata dönerler.) Tammuz ve yukarıda adlarını andığımız adaşları anaerkil dönemin etkisi ve kalıntıları iyice azaldıktan sonra, baş tanrıya dönüşürler.

Kadının yeni toplumdaki ikincil yerine bağlı olarak tanrılar ailesinde yer alan tanrıçalar giderek önemsizleşirler, ama hem köklü inançlar kolay yok olmadığı, hem de yeni toplumda eski toplumun gelenekleri, kalıntıları uzun süre yaşadığı için, bu tanrıçalar tek tanrılı dinin ortaya çıkmasına kadar varlıklarını korurlar ve yukarıda da gördüğümüz gibi İbranilerde tek tanrılı Yahudilik doğunca, paganizme karşı açılan savaşla tümüyle silinirler. Bölgede pagan dönemden geriye kala kala arkeolojik kazılardan bulunacak yer altı objeleri kalır.

SİYASİ ÖZGÜRLÜĞÜN SİMGESİ ANTİGONE

Yunan Mitolojisi’nin Prometheus anlatısına bağlı kalan Batı kültürü yüzyıllar boyu onu insanlığın simgesi kabul etti. Oysa hem dünya insanları Avrupa (ve Amerika) kıtalarında yaşayanlardan ibaret değildi, hem de insanlığın sembolü niçin erkek olsundu?

Oysa aynı mitolojik kalıplar içinde bile. Prometheus’un yanına konulacak bir kadın vardı: Antigone.

Prometheus Tanrılara başkaldırının simgesi idiyse, Antigone de o Tanrılar adına insanlara hükmedenlere başkaldıranların, onları ve yasalarını tanımayanların temsilcisidir. Siyasi özgürlüğün sembolüdür.

Ölmüş iki kardeşini din adına, töreler adına gömmeyen, cesetlerini dağ başına yırtıcı hayvanlara terk eden dayısı Thebai Kralı Kreon’a başkaldırmış ve ölüm cezasını göze alıp gitmiş, kardeşlerini gömmüştür.

Klasik Mitolojinin öykülerini ölçüt almak gerekmez, ama alsak bile, çağdaş insan nasıl Pandora’yı tümüyle reddediyorsa, Antigone’yi de yüceltmeli, insanın özgürleşme sürecinde baş köşeye koymalıdır.

ERKEK TOPLUMUNA GEÇİŞ

Klan sisteminin dağılarak, komün toplumunun yerini sınıflı topluma terketmesi, anasoylu toplumun yerini alan ataerkil düzenin güçlenmesi sosyal bakımdannasıl gerçekleşti?

Sınıflı topluma geçişin ilk tohumlarını avcılığın öneminin iyice yittiği, hayvan beslemenin geliştiği evrelerde aramak gerekir. Bu sürecin tamamlayıcı öğesini ise kabileler arasında—hatta aileler alasında—yapılan savaş veya kavgalardan elde edilen köleler oluşturuyordu. Ama başlangıçta köleler köle olmaktan çok tutsak gibiydiler.

Çünkü götürüldükleri topluluklarda besin kıttı, ancak o klanı doyuracak kadardı. Savaşta tutsak düşen, gittiği yerde ancak kendi yiyeceğini üretiyordu. Hayvancılığın gelişmesi ve sürülerin büyümesiyle erkeğe ihtiyaç arttı. Çoban yapılan tutsaklar sayesinde daha geniş sürüleri otlatmak, kontrol etmek, beslemek mümkün hale gelmeye başladı. O aşamadaki miras düzeninde, herkesin kendi kullandığı iş aleti, vârislerine kalıyordu. Sürüleri de erkekler güttüğünden, çalıştırıldıkları için artık tutsaktan çok köle olan insanlar iş aleti sayıldığından, erkek ölünce, ona hizmet eden köleler de varislerine kalmaya başladı.

Gerçi o evrede sürüler henüz kamu malıydı, bu mülkiyet gensin demokratik usulle seçilmiş başkanında somutlanıyordu. Kabilenin başı topluluk adına sürüye sahipti. Zamanla başkanlık babadan oğla geçer olunca, en büyük serveti oluşturan sürüler de görünüşte kabilenin başkanında, fakat gerçekte babadan oğluna geçecek biçimde hep aynı erkek soyun mülkiyetinde bulunuyordu. Yukarıda İbrani soyundaki hanedanı gördük, her ne kadar hanedan sonra kesintiye uğradıysa da, İbranilerin yeni önderi Musa, Tevrat'ın ilk bölümü Genessis’te "sürülerin İbrahim’in öz hakkı" olduğunu söylüyordu.

İbrahim örneği, İbranilerin göçebelik aşamasında özel mülkiyete başladıklarını göstermekle birlikte, ilkel toplumdan çıkış başka başka topluluklarda başka gelişmeleri getirdi. Bu gelişmeler, bir yandan sürülerin giderek çoğalması, erkek kölelerin gitgide daha fazla önem kazanması şeklinde olurken, iş aletlerinin gelişmesi kadın kölelerin de sayısını arttırıyordu.

Böylece, erkek kölelerin yanında kadın köleler de (cariyeler, halayıklar) erkeğin mülkü olmağa başladılar. Özellikle, tarıma geçişle birlikte sürülere bakmanın yanında, toprağı işlemek de köle emeğini gerektirdi.

Tarıma geçilince, toprak bir üretim aracı olarak önem kazandı, gitgide öne çıktı, iş aletleri hüneri, beceriyi gerektirecek şekilde gelişti, daha önceleri basit eşyalara sahip olmak biçimindeki özel mülkiyet, yavaş yavaş üretim aracına sahip olmak şeklini aldı. Mülkiyet erkek elinde toplanır oldu. Toprak da ona ait olunca, tarım erkeğin nüfuzunu büsbütün arttırdı.

Nihayet, varılan gelişme düzeyinde, insanların elinde tüketebileceklerinden daha fazla ürün birikmeye başladı. Bu ise "ürün"ün "meta" olmasını (mübadele değeri kazanmasını) getirdi.

Ürünün metaya dönüşmesi toplumda zaten uç vermiş olan özel mülkiyetin asıl temelini oluşturdu. Miras hakkı eskisinden daha büyük önem kazandı. Ve en önemlisi insanlar da (köleler) meta olarak mübadeleye sokuldular. Böylelikle, üçüncü işbölümü olan ticaret doğuyor, komün toplumundan çıkılarak sınıflı topluma geçiliyordu.

Kölesi fazla olan tarafların elindeki ürünler de fazla olduğundan, bazen savaş yapmadan da ayni olarak, yani mal karşılığı bir başka malın (kölelerin) satın alındığı oluyordu. Böylece belli kabilelelerin elinde büyük servetler biriktikçe, onların içinden bazı ailelerin, hatta bazı genslerin mülkiyetinde metalar (hem araçlar, hem de ürünler) toplanmağa başladı. Bir kabilede kölelerin çoğalması –ürünlerin kazandığı büyük önemle birlikte—kölelerin eskisi gibi aileye katılmış yeni bireyler olmaktan çıkıp, tam anlamıyla köle haline gelmeleri tek tek topluluklar içindeki ilk sınıfsal ayrışmayı getirdi.

Buna rağmen o toplumlarda birçok özgür insan da vardı. Ne ki, meta değişimi başlangıçta kabileler arasında yapılırken, zamanla aileler arasında yapılmaya başlandı. Bu, özgür ve eşit yurttaşlar arasında farklılaşmaları getirdi, derken koyunun birim olduğu para doğdu (para sonradan koyun postuna, post şeklindeki taş tabletlere, en sonunda madeni sikkelere dönüştü.)

Tüm o gelişmeler erkeğin üstün konumunu pekiştirirken, birbirlerinden köle, sürü ve toprak elde etmek için kabileler arası savaşların kızışması, silahın rolünü ve ona sahip savaşan erkeği daha da güçlendirdi. Toplulukta demokratik usullerle seçilen askeri şeflerin nüfuzları çoğaldı. Maden işlemeciliğinin gelişmesiyle, özellikle demirin işlenmesiyle bu alanda da erkek üstünlük sağladı. Böylece kadın yavaş yavaş ekonomik yaşantının dışına itildi. Geriye kala kala soylara ait olan miras düzeninin değişmesi kaldı.

Servetlerin babadan oğula geçmesini sağlamak için anasoylu topluluktaki miras düzeninde bir değişiklik yapmak gerekiyordu. Çünkü anadan geçen miras zincirinde, ölen erkeğin mülkiyeti sürüler, köleler, topraklar, avadanlıklar kendi çocuklarına geçmiyordu, erkek ve kız kardeşlerine ya da kız kardeşlerinin çocuklarına veya annesinin kız kardeşinin (teyzesinin) çocuklarına geçiyordu. Çocuklar babalarının soyuna değil, analarının soyuna aittiler, soy zinciri kadın tarafında sürüyordu. Miras ana tarafından onun kandaşlara geçiyordu.

Servetin artışıyla ve erkeğin aile içindeki gücünün yükselmesiyle, bu miras düzenini değiştirme eğilimleri uç verdi, babalar mirasın kendi çocuklarına intikal etmesini istiyorlardı.

Ve Engels’in deyişiyle (Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni, 1874) "görünüşte çok basit görülen küçük bir değişiklikle" tarihin en büyük değişikliklerinden birisi yapıldı. Doğan çocuklar ana soyundan çıkarılıp, baba soyuna alındılar, analarının soyuyla değil, babalarının soyuyla çağrılır oldular. Mirasın hep aynı soy içinde kalması esas gelenek olduğundan, aynı soy denilince ananın soyu yerini babanın soyuna bıraktı ve böylece miras düzeni tamamen değişerek, erkeğin eline geçiverdi.

Böylece, meta üretimiyle ve özel mülkiyetle birlikte, mülkiyetin babadan oğla (erkek tarafına) aktarılmasıyla, kadının zaten ekonomik bakımdan önemsizleşmiş konumu, toplumsal bakımdan da –haklarını yitirmekle—tamamlanıyordu. Arkadan gelen tek-eşli aile, ataerkil düzenin ve erkek soylu miras hukukunun bir gereği oldu.

ROMA HUKUKUNDA ATAERKİLLİĞİN ARAÇLARI

Şimdi çok sözünü ettiğimiz ataerkillik neydi, literatürde nasıl anlatılmaktadır, bu soruların yanıtlamaya çalışalım.

Ataerkil babanın yönetimindeki kendi toplum biriminde o birimin diğer fertleri üzerinde hukuki, sosyal ve ekonomik mutlak üstünlüğünü öngören sosyal sistemdi. Hukuk fakültelerinin ilk senelerinde Hukuka Başlangıç, Hukuk Felsefesi gibi derslerin yanı sıra Roma Hukuku okutulur.

Roma hukukunun ilkelerini temel alacak olursak, bu hâkimiyetin en önemli araçları şunlardı:

» Babanın, eşi ve çocukları üzerindeki hukuki hâkimiyeti (Patria potestas).
» Babaların egemenliğinin toplum genelinde zor yoluyla ve soylu bir üst sınıf eliyle icra edilmesi (Patriçiler).
» Çok tanrılıkta, tüm tanrı ve tanrıçaların (eski Türkçeyle ilah ve ilahelerin) üzerinde bir Baba Tanrının mutlak hâkimiyetinin kabul edilmesi veya tek tanrılıkta tek bir Tanrı Baba’nın evreni tek başına yönettiğine inanılması.
» Baba tarafının anne tarafına hâkim olduğu bir akrabalık sistemi (Patrilineum).
» Soy ağacının bilinen ilk büyük atadan (Patriarch) başlatılması.
» Soyun babadan geçtiğinin kabul edilmesi.
» Miras hakkının baba soyundan geçmesi (Patrimonium).
» Kadının hanedeki konumunun kayınpederinin isteğine göre belirlendiği bir evlilik düzeni.
» Çocuğun, babasının adını sürdürmek hakkı ve görevi (Patronymikon).
» Babasız erkek çocukların korunma ve bir babanın (Patron) himayesine verilme hakkı (ama kızların bu haktan mahrum tutulması).
» Babanın, eşinden doğan çocukları tanıma veya reddetme hakkı.
» Babanın kan bağı (akraba) olmayan kişilerden evlatlık edinme hakkı.
» Kişinin doğduğu kentin resmi söylemde "Babaşehri", vatanının ise "Babayurdu" (Patria) diye anılması.

Görüldüğü gibi, parantez içindeki temel sözcükler hep "Baba" yla ilgilidir. Burada yazılı olan özelliklerin çoğu günümüz hukukunda yoktur, ama dünyayı çağdaş hukukun iyi-kötü belirleyici olduğu coğrafyalardan ibaret saymamak gerekir. Halen, yukarıda yazılı ataerkil düzende yaşayan yüz milyonlarca insan vardır. Türkiye’deki hukuk sistemi de çağdaş standartlara yaklaştırılmakla birlikte, o hukukun işlemedi ve çok sayıda insanın ataerkillik hâkimiyetinde yaşadığı kimsenin meçhulü değil.

Örneğin, miras hukukunuz mu çağdaş? Yapılan kadın araştırmaları arazi mülkiyetinin yüzde 92 sinin erkeklerde bulunduğunu, sadece yüzde 8 oranında kadının toprak sahibi olduğunu ortaya koyuyor. Miras çocuklara eşit intikal ediyorsa, niçin kadının toprağı yok? Kız çocuğu toprağı kocasına götürmesin diye, daha babasının sağlığında mı hukuki kılıf bulunuyor? Kocası ölen kadınlara miras olarak toprak düşmüyor mu? Mirasın büyük bölümünün çocuklara geçtiği doğrudur, ama kadın-erkek oranı yarı yarıya olduğuna göre, ölen erkeğin kız çocuklarına kalan mirasın akıbeti nedir? Böylece, sorulara başladığımız noktaya geri dönmüş oluyoruz.

Hemen belirtmek gerekir ki, komün toplumundan çıkış, üretici güçlerin gelişmesine büyük bir ivme kazandırdı. Fakat:

a) toplumda sınıflaşmayı getirdi, ezen ve ezilen sınıfları ve ara katmanları doğurdu, insanın insan üzerindeki egemenliği şekillendi,
b) erkeğin egemenliğindeki toplum oluştu, her sınıf ve katmandan erkek kadın üzerinde mutlak bir hâkimiyet tesis etti.

Anasoylu (matriarkal) toplumda ne özel mülkiyet vardı, ne kölelik, ne siyasi iktidar (devlet), ne de cinslerden birisinin diğerine tahakküm etmesinin teme kurumu olan çekirdek aile. Kadının toplumdaki üstün konumu, erkekleri kendi kölesi ve mülkiyeti gibi görmesi ve kullanması şeklinde değildi.

Ataerkil toplumda ise monogam evlilikle yüzyıllara uzanacak aile tipi ortaya çıktı, kadın erkeğin mülkiyetine girdi, sadece evde çalışan insan olarak kadının işgücü değil, erkeğe haz veren insan olarak kadının cinselliği de erkeğin malı oldu.

Batı dillerinde "aile" sözcüğü Latince’den gelir; "famulus =ev kölesi" demektir, bunun çoğulu olan "familia" ise bir erkeğe ait tüm köleler (köleler topluluğu) anlamındadır, erkeğin cariyeleri ve iş yapan köleleri gibi, eşi de o köleler topluluğunun içindeydi.
Buraya kadar yazdıklarımız anasoylu komün toplumunu yüceltmek için değil, sadece erkeğin hâkimiyetinin bir doğa olayı olmadığını vurgulamak için.

Simone de Beauvoir "le Deuxieme sexe" (İkinci Cins) adlı kitabında şöyle diyor:

"Ana Tanrıçanın başparmağı altında insanlar soyun anneden geçtiği bir sistemde yaşıyorlardı, ama uygarlığın ilkel bir aşamasına hapsolmuşlardı... Kadının [ataerkillikle birlikte] değerini yitirmesi insanlık tarihinin zorunlu bir aşamasını temsil ediyordu, zira kadının saygınlığı onun pozitif değerinde değil, erkeğin zayıflığındaydı. Kadında, doğanın erkek için rahatsız edici gizleri bulunuyordu, ama erkek doğadan özgürleşince, kadının hane’sinden kaçıverdi... Böylece, ataerkilliğin zaferi ne rastlantıdır, ne de şiddete dayalı bir devrimin galip gelmesi."

Çoğumuzda bir koşullanma bulunur: Tarihte olup bitmiş her şeyi asıl veri kabul ederiz, cereyan etmiş olandan sanki başka türlüsü mümkün değilmiş, o süreç mutlaka o şekilde, aynı tarihsel mecradan seyretmek zorundaymış gibi algılarız.

İlkel komün toplumundan ticaretle birlikte sınıflı topluma geçiş üretim güçlerinin gelişmesine uygun bir sosyal organizasyondu, ama bu noktada kadın niçin köleleştirildi, cinselliği baskı altına alınarak bedenine niçin yabancılaştırıldı, bunun toplumsal işlevi ve yararı neydi, bu soruların yeterli bir izahı yoktur.

Çünkü tek-eşli ailede ev işlerini ve çocukların yetiştirilmesini gerekçe göstermek ikna edici değil. Hem köleci, hem de feodal toplum evrelerinde, sadece en üst sosyal sınıfta değil, genişçe orta katmanlarda da ev işlerini anne yapmıyordu, çocuğu da o yetiştirmiyordu.

Niçin yeni sosyal örgütlenmede kadın ve erkek toplumsal üretime (dolayısıyla sosyal yaşama) birlikte katılmadılar?

Erkeğin egemenliği, sadece egemen sınıfla sınırlı kalsaydı, belki erkeğin egemenliği=sınıfın egemenliği diyebilirdik, ama en alt katmanlara kadar aynı sınıf içindeki erkek kadına mutlak egemen oldu.

Erkeğin egemenliği, bir sınıfın diğer sınıflara egemenliği biçiminde yansımadı, her sosyal sınıfın veya katmanın içinde de erkek kadına hükmetti. Kadın tarih boyunca o denli aşağılanmış, öylesine baskı ve şiddet altında tutulmuştur ki, bunu üretim sürecinin bir gereksinmesi kabul etmek mümkün değildir.

Örneğin, Türkiye’de erkeklerden oluşan aile meclisi kararlarıyla genç kadınların öldürülmesini veya bekâret tabusunun "çağdışı" sözcüğüyle nitelendirmesini çok düşüncesizce buluyorum. O suçlar bugün için "çağdışı"

ise demek ki, "çağ içi" oldukları dönemler vardı.

İnsanların yarısını sosyal yaşamdan dışlamak, eve kapatmak, toplumun küçük kadınları olan kız çocuklarını baskı, şiddet ve çarpıklık içinde yetiştirmek, tarihin hangi döneminde, hangi toplumsal gereklilikle açıklanabilir?

Cinayetlere "töre cinayeti" demek ister istemez suçu toplumsal göstermek, o törenin doğduğu yüzyıllardaki kadın katili zihniyeti aklamak, o törenin bugüne ulaşmasını kabullenmek anlamına geliyor.

Gelenek veya töre denildi mi, belli bir dönem belli bir toplulukta uygulanan ve genellikle işlevli oldukları (veya sanıldıkları) için kalıcılaşan ilkeler, kurallar, inanışlar, alışkanlıklar anlaşılıyor. Kadının bedenine mülkiyet koymak, erkekte asla aranmayan, hatta ayıplanan bekâreti kadına mutlak şart koşmak, evleninceye dek cinselliğini ve bedenini ona yasaklamak hangi üretim süreciyle veya gerekli sosyal ilişkiler sistemiyle açıklanabilir?

Anaerkil yapının çözülmesiyle kadının ezilmesi, dışlanması, şiddetli bir baskı altına alınması başlamıştır. Toplumsal yaşamdan ve onun resmi ideolojisinden, sanat yapıtlarına dek kadın aşağılanmıştır, zavallı, aciz, budala yerine konulmuştur. Yetmemiş, kötülüklerin anası, fenalığın simgesi haline getirilmiştir.

TEK EŞLİ AİLE SAYESİNDE VAR OLDU

Bilindiği gibi, ailenin tek eşliliği kadın içindir. Ailenin belirmesiyle birlikte fuhuş da doğmuştur. Kadın evine kapatılıp, mutlak surette tek erkeğe mahkûm kılınırken, erkek hem kölelik sistemi gereği cariye satın alarak çok kadınlı cinsel yaşamını sürdürmüş, hem de fahişelerden yararlanmıştır.

Anasoylu dönemin kutsal rahibeleri, şimdi saray, köşk ve diğer varlıklı evlerdeki rakkaselere, lir, harp çalan, şarkı söyleyen güzel kadınlara dönüşmüştür. Kentlerde fuhuş evleri açılmıştır, köleler hariç her sınıftan erkeğe (her keseye) göre cinselliği satın almak mümkündü.

Antik Pompei kentini açıklayıcı kitaplarla gezenler görmüşlerdir: O dönemin zengin ve canlı bir kentindeki toplumsal yaşamın çeşitli veçheleri gibi, fuhşun da yeri açıkça belli olur.

M.S. 79’da Vezüv’ün püskürmesiyle tamamen küller ve tüfler altına gömüldüğü için, 19. yy. başlarındaki kazılarla ortaya çıkarılana değin bozulmadan kalmış bu antik kentin binalarının önemli bir bölümü, iç mekânlardaki yaldızlı tezyinata veya boyalara varıncaya değin, tüm özellikleriyle –bugün bile içinde oturulabilecek kadar— canlı ve sağlamdırlar.

Genelevlerin kent agorasından sonra en önemli ortak mekân olduğu görülmektedir. Fresklerin, duvar resimlerinin, heykellerin, kabartmalı küvetlerin kayda değer parçaları Napoli –ve Roma— Ulusal Arkeoloji Müzelerine kaldırılmıştır, ama varlıklı evlerdeki büyük mermer küvetli, duvarları fallüs kabartmalı veya cinsel birleşme tasvirli özel seks odaları evin erkeğinin çok sayıda kadınla yaşadığı cinselliğine veya misafir erkeklerle birlikte eğlenmeğe ne denli önem verdiğini sergilemektedir. Grup seksi dâhil her türlü erkek fahişeleri içindi.

Ne ev sahibi erkeğin, ne de konuk erkeklerin eşleri o topluluklarda vardı. Erkek için o denli olağan olanın kadın için tabu olması monogam ailenin sadece kadın için söz konusu olduğunu açıklamıyor mu?

Pompei’den bu yana iki bin yıl geçmiş, tek eşli ailenin bu niteliği pek değişmemiştir. Bugün bile evli erkeğin evlilik dışı ilişkileri kadınınki gibi ayıplanmaz, ama aynı durumdaki kadın ağır şekilde suçlanır, yakın çevresinde bile reddedilir.

Türkiye’de o kadarla da kalınmaz, erkek tarafından öldürülebilir. Kadına mülk (tek erkeğin malı) gibi bakılması o raddededir ki, boşandığı eşinin bile başka bir erkekle ilişkisine tahammül edemeyen eski koca kadını öldürebilir, sokak ortasında döver ya da "içer içer kapıya dayanır", rezalet çıkarır.

Ne acı bir realitedir ki, Eski Yunan ve Roma kentlerinde kadınların sosyal ve kültürel yaşama katılmaları, toplumda yer edinmeleri ancak fahişelikle mümkündü.

Tarih kitapları, kadınların kültürel ve sosyal gelişmelerini özel olarak eğitilen, sanattan, müzikten, tiyatrodan anlayan, lir çalan, güzel sesiyle şarkı söyleyen, görgülü -- bilgili yetiştirilen (Orta çağ Avrupa’sında Fransızca "courtisane" sözcüğüyle anılacak olan) pahalı ve kibar fahişelere bağlamaktadırlar. [Not: Courtisane, aynı dildeki court=saray sözcüğünden türemiştir.]

Courtisan’lığın mitolojideki en ünlü simgesi bir Tanrıça’ydı. Yunanda "Afrodite", Roma’da "Venüs" adını alıyordu. Klasik Mitoloji onlara "Aşk Tanrıçası" demişti. Yani tek eşli denilen ailede erkeğin eşiyle yaşadığı cinsellik aşk sayılmıyordu, illa ki özel kadınlarla olan aşktı.

Şunu da eklemeliyiz: Fahişe kelimesiyle cinselliğini para veya başka kişisel menfaatler için kullanan kadını kastediyoruz. Bunun dışındaki cinsellik fuhuş değildir.
 


BİRİNCİ BÖLÜM:   ERKEK KÜLTÜNÜN KÖKLERİ - 1

 

Öne Çıkanlar