Eyüp Peygamber'in acısı mı Bill Gates’in tutkusu mu?

Eyüp Peygamber'in acısı mı Bill Gates’in tutkusu mu?
Antropolojik bazı görüşlere göre yaşanan sorunlara insanlar ani panikle karşılık verirler. Bu tepkiler çoğu zaman sosyal, siyasal ve kültürel açıdan farklılıklar içerir.

Hasan HARMANCI*


Acıyı yok edemesek de azalttık değil mi? Bedenlerimiz hızla tedirgin olurken ruhlarımızın yavaş yavaş yaralarını sarmaya başladığını, çevremizin de hızla yeni sosyal hayata adapte olduğuna şahit oluyoruz. Bunu yaparken çok ciddi sorunlar karşısında aklımızın ve ruhumuzun aynı kapıdan girip çıkabildiğini görüyoruz, şaşkın şaşkın nasıl altından kalkabildiğimize şaşıyoruz.  

Antropolojik bazı görüşlere göre yaşanan sorunlara insanlar ani panikle karşılık verirler. Bu tepkiler çoğu zaman sosyal, siyasal ve kültürel açıdan farklılıklar içerir. Bunun birçok nedeni var. Öncelikle toplumun kendine ve yönetim aygıtlarına güveni belirleyicidir. Kişinin bir acı eşiği olduğu gibi toplumun da bir acı eşiği vardır. Özellikle savaşa girildiğinde kendine güvenen toplumların ve de savaşı yapılandıran iktidarların dayandığı çıkar aygıtları ve iyi hissedilmesini sağlayan moral kaynakları vardır. Bu nedenle acının başlangıcının toplum üzerinde belirleyici bir etkisi olduğu gibi acının ya da sorunun bitmesi sürecinde de yaşanan travmalar ya da geçici yüksek hassasiyetlerin farklı yansımaları vardır. 

Bu acıyı travması bakımından anlamak için II. Dünya Savaşını şöyle bir tekrar ele almakta yarar var. Son Dünya savaşında Türkiye’yi yönetenler (CHP) çoğunlukla I. Dünya Savaşını görmüş subaylardan oluşuyordu. Savaşa girilmese de 1940’ta çıkarılan Milli Koruma Kanunu yani her on yılda bir alıştığımız Olağanüstü Hal ciddi bir yaptırımdı. O günlerde Türkiye neredeyse tümüyle bir tarım ve hayvancılık toplumuydu. 

Yaşama alanımız ve geçim kaynaklarımız bunlar olduğu içinde Devlet bu alanlara müdahale etti. İki yıl içinde niyeyse zirai ürün kıtlığı arttıkça "fiyat kontrolleri" ve "Ekmek karnesi" dönemi hayatımızda birdenbire varlık kazandı. Aynı ekolden gelen bu subaylık anlayışı I. Dünya Savaşında da Ekmek Karnesi uygulamasına gitmişti. Aynı dönemde bir de meşhur Varlık Vergisi (1942) hikayesi vardı. Haksız kazanç elde eden ve hızla zenginleşenleri, özellikle Gayrimüslimleri, biraz olsun geri ödemeye davet (zorlama okuyun) etmek üzere birtakım kurallar ve yasalar çıkartıldı. Ziraatle ilgilenenler de kriz günlerinde çok kazanmış olmalı ki köylüye de bir güzel vergi yükü getirildi: Toprak Mahsulleri Vergisi (1943)

Açılık, yokluk ve görünmeyen savaş ortaklığının yarattığı keşmekeşte İnönü, savaşın yarattığı toplumsal travmanın yaratacağı çaresizliklere moral olsun diye "biz şerefli insanlarız" diye nutuk atıyordu (1945). Şef toplumun aç-biçare de olsa şerefiyle ayakta kalacağına inanıyordu. Böyle bakıldığında kişisel acı mahrem olduğu kadar da kültürel, sosyal ve de siyasal bir durumdur esasen. Bu nedenle örnekleri kişi ya da toplumdan seçmek bir farklılık yaratmayacaktır, çünkü kişi toplumun aynı zamanda aynasıdır. Eski bir vali, açlık ve yoksulluğa dayanamadığı için Reisicumhur'dan (Şef’ten) iş bulması için mektup yazıp arzuhalini dile getiriyor ve "Ayaklarınıza kapanırım" diyordu (1943). Varın köylünün halini siz düşünün. Bu travma dönemini anlayabiliyor musunuz? 

İşin aslı II. Dünya Savaşı’na girilmese de savaş kadar tahribatı olan yoksulluk ve kıtlık ülkeye savaştan çıkmış, hatta daha beter bir hale getirmişti. Toplumun o dönemler yaşadığı açlık ve yoksulluk travması hala günümüzde dahi anlatılmaktadır. 1946’da köylü sessiz isyandayken, zenginlere bugünkü gibi vergi affı değil, kalıcı şeyler yapıldı ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile büyük toprak ağaları biraz olsun mutlu edilmeye ve travmaları soğutulmaya çalışıldı. Neyse ki sömürü iliklerimize kadar uzanamadı. Köylünün işlediği topraklar elinden alınıp da Ağalara alınınca, topraksız kalınca köylerimizden 1960’larda göç etmeye, onların sırtımızdan biriken sermayeyle kurdukları fabrikalara, işçi olmaya tıpış tıpış ikna edildik. Şehirlere parasız pulsuz göç edince gecekondular inşa etmeye giriştik. Bizde aynı yolu izleyip, şehirlerin çevresindeki hazine arazilerini işgal ettik. Bu seferde Devlet oraları bize vermek durumunda kaldı. Çarpık şehirlerimiz, yeni yaşamımız, kaderimiz şekillenmiş oldu. Şimdi de o gecekondulardan yine yeni zenginlerin, şehir ağalarının gönlü olsun diye terk ediyoruz.  

Öyle ya da böyle Türkiye halkı bir yolunu buldu ve hem savaşın hem de gönüllü sürgünün içinden çıktı. 

Halk kıtlıktan, açlıktan çıktı ve bedelini Milli Şef’e yükleyerek onun iktidarını yıktı. Epey bir süre iktidara yaklaşmasına da izin vermedi. CHP’den memnun olmayanların kurduğu ve de çekincesizce desteklediği Demokrat Parti, halkımızın öcünü herkesten ve her şeyden aldı ve ülkeyi Amerikan acentalarına bağladı.  Hala da bu bağlılığımız devam ediyor. 

Şimdi Descartes gibi acının felsefesini ya da M. Duras gibi acının nafakasını ödeyerek iradi sonuçlar çıkartamayız. Acı bizim gibi toplumlar için günlük hayat iksiridir aslında. Acı ile bilenir ve toplum olarak acının tahakkümü ile besleniriz. Unutmayalım ki insanlaşma sürecinde acılar olmadan ve acılı tarihimizin savaş kronolojisi olmadan hayatı hiç hayat sayar mıyız?  Yaşamımızın belkemiğidir acı ve sonrasında da travmalar. Bu nedenle toplum olarak hem güçlü hem de gönlü karalı, yaralı seyircileriz. Olağanüstü zamanlarda müthiş bir direnişle sahne alabilen az toplumdanız. Gerçekçi olmak gerekirse biz daima acı ve travmayla beslenmeyi çok severiz. Böylesi zamanlarda acının yasını da çekeriz, sancağını da.

Şu geçici ancak etkisi kalıcı pandemin sürecinde kendimizi daha çok acıyla ve kederle ödüllendirdik. Toplumun farkı kesimlerinde ortaya çıkan, mutlu olma, eğlenme ve sosyalleşme duygusunu bir histeri olarak gördük ve inanılmaz bir bilinçdışılıkla ve bilim dışılıkla hareket ettik. Hala da ediyoruz. İdare etmeyi yazı-turaya bağlamış bir iktidarın günlük Virüs istatistiğiyle gönül dahi eğlendirdik. Hâlbuki ölen ve hasta olan her an herbirimizdi. 

II. Dünya Savaşı’nı neden yazdım. Çünkü o savaş yıllarında da gerçekte savaşta olmasak da acılarını çektik. En büyük acı yaratıcısı dönemin politikacılarının toplumu umursamaması ve üretim aygıtlarını nasıl harekete geçireceklerini bilmemesi ya da halkın yararına hareket ettirmemeleriyle ilgiliydi ve dümeni, çıkarları doğrultusunda Amerikan sermayesinin boyunduruğuyla sonlandırdılar. Halbuki savaşan Almanya’ydı, İngiltere’ydi, İtalya’ydı, Bulgaristan’dı vs. 

Şimdi bu pandemi de birçok ülkede savaş etkisi yarattı. Silaha yatırılır gibi sermayeler pandemiye yatırıldı ve Türkiye gibi ülkeler başta olmak üzere yine çok uluslu şirketler ya da ülkeyi kemirenler, her taşın altında çıkan sömürenler kazandı. Üstelik devlet birçok noktada o şirketlerin lehine yüksek asayiş ve mali kontroller gerçekleştirirken. 

Halk da bu pandemi sürecinin acılarını, travmasını yaşamakla kaldı. Birçok insan hala evinden çıkamaz, bir yerde yemek yiyemez, alışveriş yapamaz, otobüse binemez duruma düştü. Bu kadar korku yaymak ve insanları evinde çaresiz, dayanışmasız, bilgisiz bırakmanın bedeli daha ödenecek de ödenecek. Pandemin Olağan Üstü Halleri bakalım daha ne kadar huzurumuzu kaçıracak ve sürekli bir travmaya dahil olacağız, göreceğiz. 

Daha çok sembolik etkilerini yaşadığımız Pandeminin, bu iktidar yönetiminin, sadece hastalık yönetmek ve insanlara yasak koymakla ilgi olmadığını, en çok eleştirdiği Subaylar döneminden ders almadığını gösteriyor. Her durumda iyiyiz denilerek oluşturulan "yalancı ilaç" psikozunun toplumda işlerlik kazanmadığını ve toplumun ruhsal olarak kaygı ve güvensizliğe yatkın olduğunu görmek maharet isteyen bir durum değildir. 

Pandemi ritüellerinin toplumda yarattığı yabancılaşmanın nasıl sarılacağı ya da normalleştirileceğine dair kapsamlı bir sosyalleşme ağı ve güveni oluşturmamak aileler ve yetişkin bireyler kadar çocuklarda da çeşitli bozukluklar yaratacağı açıktır. Bir otobüs yolcusuna müdahale etme sorumluluğunun ölçüm aygıtı olması gerekirken, otobüse binenlerin ateşlerin ölçülmesi ya da öncelikli uyarıların daha itidalle yapılmasıyken, acıya, travmaya körükle ve hep birlikte müdahale etmek ve bunu cezai bir karlılık olarak devlet kasasına yazmak ancak ikilemde bir toplumun nasıl oluştuğuna vesile olabilir. 

Yaşlılar ve çocuklar, gençler daha tümüyle toplumla karışmadan bu tür durumların sosyal sorumluluğu ve gerekliliği üzerine bir hazırlık olmaması durumunda, savaş psikozunun yarattığı etkilerin beslenmesi ile karşılaşacağız. 

İktidarın bir hastalıktan çıkma politikası, sosyalleşme ağlarını oluşturmazsa daha nice insanın bedeni ve ruhunu korumak için nice insani ve ahlaki sınırları aşacağını dramatik biçimde yaşayacağız ve kendimizin seyircisi olacağız. 

Bu nedenle toplumsal histeriye tutulmamak için Corana virüsünün son safhası olarak yarattığı toplumsal yaraları, yan etkileri sarmak gerekir.  Soluklarımızın birbirine değmeyeceği mekânlardan ortak alanlara taşınmanın, yeni acılar yaratmaması için toplumsal hekimlik sorumluluğunu Tıbbi bir rasyonellik içinde ele almak durumundayız. 

Dünya bu hastalığa Eyüp Peygamber'in acıları, sabrı ve günahlarına bağlı bir deneyimden dolayı değil, doğayı ve insanı düşünmeyen kötücül hırsın sonucunda tutuldu. Öyleyse öncelikle doğa yasalarının insan üzerindeki etkisinden hareket etmek gerekecek. Bundan sonraki tedavi süreci bir toplumsal moral ve enerjiyle tamamlanabilir. Bu acı ve travmatik sürecin insan ve yönetim aygıtları üzerindeki eğitici işlevi, eğitici acılarla, travmalarla bütünleştiği ölçüde toplumsal acılar, sömürü ve talan durabilir. Acıyla mücadele etmek bir kültürel durumdur. Hastalıkların, savaşın etkileri toplumda çoğu kez yapaydır çünkü toplumu yönlendiren propaganda ya da antipropaganda belirleyicidir. Topluma tuhaf ama gerçek bir büyülü yargı şırınga ettik ve toplumsal hafızalara işlenen korku bir savaşın etkisi gibi toplumu sarmış durumda. Şimdi bu etiketi hepimiz için standart olan bedeli eşit mi ödeyeceğiz, yoksa yine karaborsa sürecinde mi yaşayacağız.  

Ateşli hastalıklar soğuk su ister. Topluma bir damla soğuk suyu reva görecek miyiz yoksa savaş yıllarının olağanüstü etkileri deyip topluma ekonomik sorumluluklar mı yükleyeceğiz?  II. Dünya Savaşı deneyimini CHP atlatamadı ve düşman kardeşini yarattı. Bakalım bu Pandemi ile savaşta ne olacak. 

Topluma değer mi vereceğiz yoksa kurban mı seçeceğiz? Tapınakları kapatan toplumlar sizlerde adalet dağıtan Tanrılarınıza haber verin, gelsinler görsünler Bill Gates’in tasarladığı yeni fütürist dünyayı.

 

* Sosyal Antropolog

Öne Çıkanlar