Fotoğraflarıyla yakın tarihimize tanıklık eden bir fotoğraf sanatçısı: Sabri VARAN
Sabri Varan’ın fotoğraflarında doğa ve insan içiçedir. Fotoğraflarında daha çok kadınlara, baskı altında kalmış gruplara, ezilenlere yer verir. Sabri Varan fotoğrafları ile Hollanda ve yabancılar arasında bir köprü görevi kurmayı amaçlıyor. Fotoğrafları amaca giden bir yolda bir araç olarak görüyor. Binlerce hikaye anlatırsınız, hikayeler bazen unutulur gider, yazı ve fotoğraf kalır.
Sabri Varan Karadeniz’in şirin bir ilçesi Fatsa’da dünyaya geldi. İlkokul, ortaokul ve liseyi Türkiye’de bitirdi. 1978 yılında "aile birleşimi" çerçevesinde Hollanda’ya yerleşti. Hollandaca dil kursuna başlamadan Amersfoort şehrinde bir metal fabrikasında çalıştı. Özörgüt ve yabancılar kuruluşlarında aktif olarak yer aldı. 8 yıl Gelderland Bölgesi’nde "Sesimiz" adında bir gazetede çalıştı. Geç de olsa 1999 yılında Driebergen’de HBO (Yüksek Meslek Okulu, Halkla İlişkiler Bölümü) diploması aldı. Hollandalı kurumlarda kültür, gençlik görevlisi olarak çalıştı. En son çalıştığı bir sanat kurumunda ağırlıklı olarak çocuklar ve gençler üzerine fotoğraflar çekmektedir.
Sabri Varan geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de 2, Hollanda’da 50’nin üzerinde kişisel ve karma sergiler açtı. Hollanda’da ülke çapında düzenlen bir fotoğraf yarışmasında iki defa ödül kazandı. Fotoğrafları broşürlerde, dergilerde, gazetelerde, kitaplarda yayınlandı.
Sabri Varan ile yaptığım söyleşiyi burada aynen yayınlıyorum.
SABRİ VARAN İLE SÖYLEŞİ
Kemal Yalçın: Fotoğrafçılık serüveni nasıl başladı? Neden ve ne zaman fotoğrafçılığa başladın?
Sabri Varan:1978 yılında Hollanda’ya geldim. Amersfoort’da bir metal fabrikasında çalışmaya başladım. 6 ay sonra iş sözleşmem bitince işyeri personel sorumlusu bir Türk tercüman ile beraber Utrecht’de oturduğumuz eve geldiler. Bana sorduğu bir soruyu hiç unutamam: "Bay Varan, ellerini açar mısın?" İki elimi eline alıp baktı, avucumun içini okşadı. Türkiye’de ne iş yaptığımı sordu. Ben de ona: "Ticaret lisesini bitirdim, muhasebecilik yaptım." dedim. Ellerimin güzel ve yumuşak olduğunu, ama kendilerine tarlada çalışmış, elleri nasırlı birinin lazım olduğunu belirterek iş sözleşmemi uzatmayacaklarını söyledi.
Bu da beni yaşamda başka kapıları aralamaya teşvik etti. Bir yakınım aracılığı ile Arnhem’de "Sesimiz" adında Türkçe bir dergiye eleman arandığını duydum. Bir yandan derginin mizanpajını yaparken, bir yandan da dergiye haberler, söyleşiler hazırlıyordum. Derginin olanakları sınırlı olduğu için haber veya söyleşi yapmaya giderken yanımda fotoğraf makinemi de götürüyordum. Sesimiz’de hem yazılarımın hem de fotoğraflarımın çıkması beni heyecanlandırıyordu. İzin döneminde çekilen fotoğrafları saymazsak, ilk fotoğraf çekme serüvenim böyle başladı.
Sesimiz Dergisi, 19 yıl sonra, Hollanda hükümetinin kısıtlama politikası yüzünden kapanmak zorunda kalınca, ben de bir boşlukta kaldım. Fotoğrafcılıkta ben ne bir alaylıyım ne de mektepliyim. Bir fotoğraf ustasının yanında çırak olarak çalışmayı, ya da bir fotoğrafçılık okuluna gitmeyi çok istemişimdir. Bu içimde hep bir ukte olarak kalmıştır. Her şeyi yapa ede, ona buna sorarak öğrendim. Hiçbir kompleksim yoktur, fotoğrafçılıkla ilgili bilmediğim bir konu ise, beş yaşında bir çocuğa bile sorarım.
Kendimi geliştirmek için sürekli fotoğraf sergilerine giderim, fotoğraf dergilerini ve ilgili kitapları okurum. Kitaplığımın önemli bir bölümü fotoğraf dergileri ve kitapları ile doludur. Fotoğraf çekemediğim anlarda hayalimde yaparım bunu. Fotoğrafla ilgili düşlerim vardır. Bir gün sırt çantamı alıp, dünyanın bilinmeyen yerlerine uzanmak istiyorum. Önceliğim ise Güney ve Kuzey Kutuplarına varmak, soğuk sularına dalmak ve orada bir gece dışarıda uyumak.
Bugüne kadar kaç fotoğraf sergisi açtınız? İsimleri nelerdir?
Türkiye’de iki defa fotoğraf sergim oldu, sergim ile ilgili ulusal basında haberler çıktı. Türkiye’deki sergimin konusu; Hollanda’daki göçmenlerin yaşamı üzerine idi. Bir gün dönmek umudu ile Hollanda’ya gelen, ama geldikleri ülkeye dönemeyen 1’nci, 2’nci, 3’ncü kuşağın hikayelerini fotoğraflarla anlatmaya çalıştım.
Hollanda’da 6’sı karma olmak üzere, 50’ye yakın kişisel sergim oldu. Hasankeyf sular altında kalmadan, tarihe bir not düşmek için iki kere Hasankeyf’e gittim. Hasankeyf üzerine "Bir kültür sular altında mı kalıyor" adlı projem Hollanda kamuoyunda bayağı ses getirdi ve Hollanda basını konuya geniş yer verdi. Tabii benim bu bireysel çalışmam, tek başına fazla işe yaramadı. Maalesef Hasankeyf tarihi kaderine terkedildi ve şu an Hasankeyf sular altında kaldı. Oranın son halini görünce içim acır hep.
Hollanda’lı bir kadın arkadaşla beraber yabancı kadınlar üzerine "Senin kültürün benim kültürümdür" adlı bir başka projemiz oldu. Bu fotoğrafları Hollanda’nın değişik şehirlerinde sergiledik.
Türkiye ‘de değişik zamanlarda çektiğim fotoğrafları "Ülkemin renkleri" adlı sergilerle halka açtım.
On iki yıl bir Hollanda sanat kurumunda fotoğrafçı olarak çalıştım. Kurum için çektiğim fotoğrafları kütüphanelerde, okullarda ve mahalle evlerinde sergiledim.
12 Eylül 1980 döneminin senin sanat hayatındaki yeri, etkisi nedir?
Ben 12 Eylül’ü yurtdışında karşılayanlardanım. Bunun için kendimi şanslı mı hissetmeliyim, yoksa davasını yarım bırakan insan olarak mı görmeliyim, bilemiyorum.
Ülkede askeri darbe olunca, bunu yürüyüşlerle, panellerle protesto etmeye başladık. Olabildiğince Hollanda kamuoyuna ulaşmaya çalıştık. İçinde Hollandalıların da olduğu antifaşist komiteler oluşturduk. Hollandalı sosyologların, avukatların, gazetecilerin, politikacıların bulunduğu bu komite, Türkiye cezaevlerini ziyaret ederek bunu bir rapor halinde hem Hollanda kamuoyuna, hem de Avrupa Parlamentosu’na sundular. Buradaki politik partilere Türkiye’deki insan hakları ihlalelerini anlatmaya çalıştık. Türkiye cezaevlerinde yoğun bir baskının ve işkencelerin olduğunu biliyorduk. İdamlar başlamıştı. Bunları kamuoyuna duyurmak için dergiler çıkardık, paneller, mitingler düzenledik. Uluslarlarası Af Örgütü ile ilişkiler kurduk. Bugün hala gündemde olan 12 Eylül Anayasası’nı protesto eylemleri düzenledik. Bununla ilgili düzenlediğimiz bir eylem tüm Hollanda basınında birinci haber olmuştu. Bütün bu çabalarımız amacına ulaştı mı, bilemiyorum. Bunu kamuoyunun takdirine bırakıyorum. Gerek ülke içinde, gerek ülke dışında 12 Eylül’e hazırlıksız yakalandığımızı düşünüyorum. Sol dağınıktı, çok parçaya bölünmüştü. Sol fraksiyonlar, dönem dönem egemenlerden çok, birbirleriyle uğraştı. Deyim yerinde ise amip gibi bölünüp bölünüp çoğaldık. Ne yazık ki şimdi bölünecek bir sol bile kalmadı. Maalesef enerjimizi doğru alanlara kanalize edemedik. Gelinen noktada durum ortada. Bir bakkalı bile idare edemeyecek olanlar, koskoca bir ülkeyi adete teslim almış durumda. Demokrasiyi burjuva partilerinden bekler hale geldik.
Nasıl fotoğraf çekiyorsun? Fotoğrafı göz mü çeker, makine mi?
Benimle çok söyleşiler yapıldı. En çok hoşuma giden soru bu oldu. Sağolsun, bazı dostlarım bana değer verdikleri için sorarlar: "Hocam, bir makine alacağım, hangi makineyi önerirsin?" Fotoğrafı makineden ziyade senin beynin, gözlerin çekiyor. Eğer o göz, yani fotoğrafçı gözü sende yoksa, en iyi ve en pahalı makineyi alsan da boş. O dostlarıma şu örneği veririm hep: Büyük Usta Neşet Ertaş’ın elindeki bağlama, belki çok ucuz bir bağlamadır, ama Neşet Baba o bağlamayı konuşturur.
Fotoğraf çekmeden önce kafamda hiçbir kurgu yapmam. Fotoğrafın da diğer sanat dallarından ayrılan yanı budur herhalde. Nereye gitsem, mutlaka fotoğraf makinemi yanımda götürürüm. Makinem olmadığı zaman kendimi bir boşlukta hissederim. Abartısız, gece yatağa girdiğimde, uykuya dalmadan hayalimde fotoğraf çekerim hep. Kompozisyonlar, açılar, ışıklar vardır hep beynimde. Sabahleyin yataktan kalktığımda önce perdeyi aralar ve dışarıya, ışığa bakarım. Işık gözümü okşuyorsa, hemen giyinir kendimi dışarı atarım. Her zaman çekecek bir şeyler bulursun. Hikayeci için hani şöyle derler: İyi bir hikayeci bir kül tablasından bile müthiş hikayeler çıkarabilir. İyi bir fotoğrafçı da burnunun dibini çekse, çok iyi açılar yakalayabilir. Benim için fotoğraf demek ışığın peşinde koşmak, uygun açılar aramak demek. Dönem dönem dostlarım beni evden telefonda aradıklarında oğlum Cevahir onlara şu yanıtı verir: "Babam açı aramaya gitti."
Konu fotoğraf olunca insanın söyleyeceklerinin sonu gelmiyor. Fotoğrafa tutkulu olursanız, sevdalı olursanız, isteseniz de fotoğraf çekmekten vazgeçemezsiniz.
Sokaklarda fotoğraflar çekmeyi daha çok severim. O zaman çok özgürüsünüzdür, sadece makinen ve objelerin vardır. Tabii sokak fotoğrafçılığının dezavantajları da yok değil. Küfüre, hakarete, hatta dayağa hazır olacaksınız.
Sürgün ya da göç hayatı ne zaman başladı? Sürgünde ya da göçmenlikte bir fotoğrafçı olmak ne demektir?
1978 yılında Hollanda’ya "aile birleşimi" çerçevesinde geldim. Oturduğum Doesburg şehrinde 65 yıllık bir fotoğraf kulübü var, ben de oraya 21 yıldır üyeyim. Bu kulüp benim fotoğrafçılığıma çok şeyler kattı. Her ay toplantılarımıza kendi alanında uzman fotoğrafçılar gelirler, kendi yapıtlarından sunumlar yaparlar. Her yıl fotoğrafçılık alanında konular belirleriz, gruplar halinde fotoğraflar çekeriz. Hollandalılar bizim Türkiyeli insanlar gibi birbirleriyle didişmezler, orada sadece fotoğraf konuşulur, sen o’cusun, bu’cusun diye bakmazlar. Senin yaptığın işe değer verirler, herkes birbirine saygılıdır. 75 üyemiz var, tek yabancı üye benim. Toplantılarda ilk başlarda bana "Türk Beyefendi", "Beyefendi Varan" diyorlardı, şimdi herkes bana "Sabri" diye hitap ediyor.
Bir not daha: Şimdiye değin Hollanda’da değişik fotoğraf projeleri yaptım. Bunun için kurumlardan, belediyelerden maddi destekler gördüm. Bir güne bir gün yaptığım işe müdahele etmediler, karışmadılar. Sanatçının özgürlüğüne saygılılar. Diyelim bir yerde fotoğraf sergisi yaptığın zaman usuldendir, sana destek olan kurumların adını afişlerde, duyurularda belirtirsin. Onlar hep şunu derler: "Burada önemli olan sanatçıdır, mümkünse bizim adımızı en küçük puntolarla yaz."
Türkiye’de fotoğraf sergisi açtınız mı? Türkiye’de sanatçı olmak ile Avrupa’da sanatçı olmak farklı mı? Nasıl?
Türkiye’de iki defa fotoğraf sergisi açtım. Bu da ayrı bir dert. Türkiye’de yurt dışındaki benim gibi muhalif olan insanlar aynı dertten müzdarip. Ancak kişisel çabalarla bu konuda bir şeyler yapabilirsin, bu hem yorucu hem de zor.
Yurt dışında büyükelçilikler aracılığı oluşturulmuş bir kaynak var. 30 milyon gibi bir meblağ olduğu söyleniyor. Ertuğrul Günay’ın Kültür Bakanı olduğu dönemde bu olanaktan yararlanan bazı muhalif arkadaşlarımızın olduğunu duyardık. Maalesef bizim gibi insanlar bu olanaklardan yararlanamıyorlar.
Yaşadığın ülkeye alışabildin mi? Nasıl bir ülke ve dünya istiyorsun?
Bu soruyu nasıl yanıt verebiliriz ki? İki arada, bir derede. Bir ara ülkeye dönme fikrim vardı. Artık bunun giderek mümkün olmadığını görüyorum. Neredeyse nefes alıp vermenin bile suç sayıldığı bir memlekette, bizim mücadele edecek, gücümüz ve cesaretimiz kaldı mı ki?
Herkesin istediğini giyebildiği, sokaklarında şarkıların söylendiği, herkesin birbirini kucakladığı, dans edildiği, isteyenin kırıp dökmeden istediğini söyleyebildiği, ekmeğin ortaklaşa bölüşüldüğü, çocuklarımızın aç karnına yatağa gitmediği, kurdun, kuşun da biz insanlar kadar doğada hakları olduğu bir dünya istiyorum.
Hollanda’da bazı ufak tefek olumsuzluklar yaşasam da, bu ülke beni kucakladı. Son durağım da bu topraklar olur herhalde. İlle de ülke topraklarına gidecek olursam bir Rum veya bir Ermeni mezarlığına gömülmek isterim. Millet olarak o insanlara çok acılar yaşattık. Ve hala o acılarımızla yüzleşmedik. Kürt kardeşlerimizi de elbette unutamam. Kürtlere her türlü kötülüğü yapsak da, onlar bizimle beraber yaşamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Kürt haklı özgür olursa, biz de özgür oluruz.
Unutmayalım, bugün üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarının gerçek sahipleri Rumlar, Ermeniler, Kürtlerdir. Biz sonradan geldik. Bu lafıma çok itiraz edecek olanlar çıkacaktır. Olsun. Ne yazık ki ben de bunu 60 yıl sonra öğrendim.
Sevgili Sabri Varan bu söyleşi için sana çok teşekkür ederim.
Ben de sana çok teşekkür ederim Kemal Hocam.