Hayatın anlamı* ve evde kalmak üzerine
Burcu TOKAT
Bundan birkaç hafta öncesine kadar her ülkenin televizyonu o ülkeye özgü gündemlerle kamuya sesleniyor, gazetesi o ülke için önemli haberleri manşetlerine taşıyordu. Koronavirüsü, öneminde uzlaşamadığımız onca farklı konunun üstüne bir meteor gibi düştü ve onları açtığı büyük çukura itti. Artık her şeyi bu virüsü de hesaba katarak konuşuyoruz; ekonomi ve Koronavirüsü, sağlık sistemi ve Koronavirüsü, AB ve Koronavirüsü, mülteciler ve Koronavirüsü...
Şu ana kadar virüsle başa çıkmak için bulunabilen en etkili yöntem herkesin mümkün mertebe evde kalması. Medya kanallarından görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla evde kal tebliğine uyma lüksü olanlar çoğunlukla evlerinde, ya da ben öyle düşünüyorum.
"Evde kalmak"la ilgili sosyal medyada pek çok paylaşım yapılıyor. Kimileri ekmek mayalıyor, kimileri çocuğunu sırtına almış spor yapıyor, kimileri uzun süre ara verdikleri hobilerine geri dönüyor…. Bu paylaşımların çoğu aynı zamanda hem bunlara zaman ayırmaktan alınan tadı hem de evde "sıkışmış kalma"nın sıkıntısını içeriyor. Hashtaglere baktığımda veya birkaç ülkeden arkadaşımla konuştuğumda tıpkı bütün manşetleri işgal eden evrensel konu Koronavirüsü gibi bu hislerin ve aktivitelerin de ortak/evrensel olduğunu düşünmeye başladım.
Günlük işe gidip gelme, şikayet etme, hayaller kurma, sonra "neyse" fazına geçip yine de şükretme ve kapanış rutininden çıkıp aslında aynı hayatın içinde başka bir gerçekliğe dahil olduğumuz şu sıralar benim ve belki pek çok kimsenin aklında aynı soru iyice gün yüzüne çıktı: Hayatın anlamı nedir? Sonuçta neden evde kalıyoruz ki, yaşamak ve yaşatmak için değil mi? Peki, bu hayatın anlamı nedir ki biz ona bu kadar tutunuyoruz? Hep beraber hem de.
Tabii ki bu soruyu sormuş, bu soruya cevap aramış/arayan tarihte ve günümüzde pek çok filozof/düşünür olmuş ve olacak. Niyetim bütün o tartışmaları buraya getirmek değil, zaten yapamam da. "Hayatın anlamı nedir?" sorusu ne zaman uzun süreler boyu aklımda takılı kalsa, bu kitaba başvurmayı çok severim: The Meaning of Life, Terry Eagleton.
Kitapta Eagleton hayatın anlamını ararken pek çok düşünüre ve konuya değiniyor, Aristo’nun well-being kavramından Wittgenstein’ın dil hakkındaki aforizmalarına, Heideger’ın varoluş ve zaman’ına, Freud’un arzusundan Derrida’dan yapı bozumuna; modernlere, postmodernlere…
Kitaptaki özellikle birkaç tema, "Evde Kal" sloganı ve hayatın anlamı arasında köprü kurma çabasıyla yürüdüğüm bu yolda -anlayabildiğim kadarıyla- bana ışık tuttu diyebilirim.
Hayatın anlamını keşfetme macerasında pek çok konuya ve düşünüre değinen Eagleton bir noktada elbette mutluluk ve "well-being" konusunu da kurcalıyor. Hepimizin hayatta aradığı mutluluk değil midir? Peki, nerede bulunur? Ondan da önce belki şunu sormak gerekir: Mutluluk nedir? Burada Aristo’nun öğretisi devreye giriyor ve Eagleton, Aristo’nun -bütün cinsiyetçi ve sınıfçı yorumlarına şerh düşerek- "well-being" tanımını önümüze getiriyor, özetle mutluluk bizim kendi düşüncelerimizle, ruh halimizle kendi kendimize belirleyebileceğimiz bir şey değildir, toplumsal koşulların buna uygun olması gerekir, ayrıca "well-being" mutluluğun önemli bir parçasıdır diyor. Mutlu olmak için beden ve ruhun birlikte hareket etmesi gerekir, "well-being" sosyal bir durumdur, sadece düşüncede yer alamaz, aynı zamanda pratiklere geçmeli, kendisini erdemli ve iyi davranışlar olarak toplumda göstermelidir. Bu davranışlar insanı mutluluğa taşıyan davranışlardır çünkü insan tek başına ve erdem ve mutluluk hakkında sadece düşünerek mutluluğu elde edemez, zihin düşünürken beden de eş zamanlı olarak üretmelidir.
Elbette pek çok yönden eleştirilebilecek bu görüşte beni en çok etkileyen nokta pratiğe/üretime ve sosyalliğe yapılan vurgu oldu. Evlerinde kalan bireyler şu an oldukça üretkenler; bir kısmı hem çalışıyor hem ev işleriyle meşgul, bazıları çocuklarıyla da ilgileniyor, bazıları her akşam bir film izliyor, her hafta bir kitap bitiriyor, gitarlarını çalıyor... sevdikleri aktivitelere vakit yaratıyor. Yani kesinlikle bir üretim söz konusu hatta bir birey başına düşen üretim miktarı -aktiviteler üzerinden düşünürsek- eskisine göre çok daha fazla. Bu aktiviteler genellikle sosyal medya üzerinden arkadaşlarla ya da herkesle paylaşılıyor, üstelikle hashtaglerle süslenerek daha fazla kişiye ulaşması sağlanıyor. Yani aslında hem üretim hem de bir çeşit sosyallik söz konusu, peki bu bize mutluluğu getirdi mi? Zannetmiyorum. Belki de aradığımız üretim ve sosyallik tam da böyle bir şey değildi.
Yapılan üretimler ve onları paylaşma metodu hayatı her şeyiyle kavrayıp kucaklamaktan öte ona tutunmaya çalışan bir nitelikte; uçurumdan düşmekte olan bir elmayı sapından yakalamak gibi. Sapından yakalanmış ama meyvesi boşluğa değmiş bir elma elbette düşecektir ve bizler de elbette öleceğiz. İnsanın öleceğinin farkında olarak yaşaması pek çok düşünür tarafından sosyal bilimlerin pek çok dalında konu edilmiştir. Eagleton da Nietzche’den Spinoza’ya oradan Freud’a doğru uzanarak kısa bir özet yapıyor bu konuda, ve şu sonuca ulaşır: Aslında sonunda ölüm olması hayatı daha kıymetli yapar. Peki, kıymetli olan bu hayatın her gününü bayram mı etmeliyiz; carpe diem mi demeliyiz? Eagleton’a göre "carpe diem anlayışı" sadece günlük hazlara (Jouissance) odaklanarak ölümü çaresizce aldatmaya çalışır ve aslında onu yok saymaya çalışırken varlığını çok daha güçlü bir biçimde teyit etmiş olur. Oysaki hayatın değerini bilmek sadece günlük hazlardan ibaret değildir. Başkaları için bir şeyler yapmak, onların kendilerini gerçekleştirmesi için yardımcı olmak, yaratıcı alanlar açmaktır. Eagleton, burada çok güzel bir oyun oynuyor ve soruyor: Bu tanım size kendinizi feda etmenizin gerektiği bir senaryo mu çağrıştırıyor? Eğer öyleyse başkalarının da sizin için aynı şeyi yapacağını unutuyorsunuz. Bu ilişkiyi "sevgi" olarak tanımlıyor; birbiri için kendilerini gerçektirmeleri adına yaratıcı alanlar açmak ve birbirini desteklemek, ilham vermek, ilham almak.
"Carpe diem"le hayatta kalmaya çalışırken, hayatı tamamıyla kucakladığımızda aslında ona tüm gücümüzle sarılıp şekil vermeye çalışırız. Yaşadığımız bu yeni durumun hepimizde öncelikle "carpe diem" şalterlerini açması belki de normal. En az aylarca sürdüreceğimiz bu yeni düzene (Evde kalma) alışmak elbette zaman alıyor ve normalden fazla bir çaba gerektiriyor, bu aşamada günlük hazlardan destek almak elbette anlaşılır. Fakat unutmamak gerekir ki bu günlük hazlar, yaşamakta olduğumuz yeni düzen tarafından yaratılmış taze hazlar değildir, bu paylaşımların ve hayata tutunmak için yaptığımız tercihlerin kökleri önceki alışkanlıklarımıza dayanıyor. Bu bireysel paylaşımlar bizi birbirimizi düşünmekten, birbirimize özen göstermekten (Care) uzaklaştırıyor. Yaratıcı alanlar oluşturup ilham vermek yerine bir yarışma kültürünü pohpohluyor, dayanışmacı bir birlikteliğe işaret etmiyor.
Eagleton kitap boyunca hayatın anlamının bir kutuda gizli olmadığını vurgular yani hayat anlamıyla beraber var olmamıştır. Ama bu demek değildir ki biz bir anlam üretemeyiz. Herkes hayatın anlamını başka şeylerde bulduğunu söyleyebilir; çocuk yetiştirmekte, tanrıya inanmakta, çalışmakta, başarılı olmakta, para kazanmakta, sanatta… Bunların hepsi aslında mutluluğa -ve sevgiye- ulaşmakta bir araçtır. Ve eğer Eagleton’ın sevgi tanımını kabul edersek (Birbirimizi yeşertmek için yaratıcı alanlar açmak, birbirimizi desteklemek, ilham almak, ilham vermek…), belki de birbirimizi ve kendimizi yaşatmak için mümkün olduğunca sokağa çıkmıyor olma durumu, beraber bir hayatı birlikte tasarlamak için bir başlangıç adımıdır, kim bilir. "Bundan sonrası öncesi gibi olmayacak" dediğimiz şu günlerde, uzun vadeli geleceği tasarlarken hayatı her yönüyle kavramak, içinde bulunduğumuz paylaşım ağlarını birbirimiz için yaratıcı alanlar oluşturabilecek şekilde tasarlamak belki de en büyük yardımız olacaktır. Elmayı sapından tuttuğumuz değil, elma ağaçları yetiştirdiğimiz günlerimiz olsun.
* Terry Eagleton, The Meaning of Life A Very Short Introduction, Oxford University Press, 2008. Yazıda yer alan Eagleton referanslarının hepsi bu kitaptan alınmıştır.