HDP’nin eleştirilmesi ile suçlanması arasındaki ince çizgi ve Murat Aksoy yazıları
AHMET YILDIRIM (*)
Artı Gerçek yazarı Murat Aksoy tarafından HDP’li 3 Büyükşehir Belediyesine kayyım atandıktan sonra 19-23-25-29 Ağustos 2019 tarihlerinde konuyla ilgili olduğunu düşündüğü, ancak konuyu aşan ve Türkiye’nin 3. büyük siyasi partisi HDP’yi eleştiri ötesinde sorgulayan, ispat edilmesi çok güç suçlamalarla kriminalize eden dört yazı kaleme alındı. Toplumsal hassasiyetler ve yayın ilkeleri açısından sorunlar barındırdığı düşüncesiyle son yazısı yayın organı ile yaşadığı ciddi tartışmalar sonrasında gecikmeli olarak yayınlandı. Bu süre içerisinde gündeme gelen sansür ve bir gazetecinin yazıları sebebiyle işine son verilmesi olayına ilkesel olarak karşı olduğumu ifade etmek isterim.
Bu düşüncelerimi ve yaklaşımımı, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Üyeliği yaptığım 2011-2015 arasındaki 4 yıllık sürede bütün yayıncı kuruluşlara aynı özgürlük düşüncesiyle yaklaşarak pratikte de göstermiş olmanın rahatlığıyla yazıyorum.
Bu yazıyı ne yayın organı olarak Artı Gerçek ne de kurumsal olarak HDP adına yazmadığımı sanırım belirtmeme gerek yok. Artı Gerçek durumu kendi editoryal bağımsızlığı ve sorumluluğu çerçevesinde eğerlendirecektir. PM ve MYK üyeliği, milletvekilliği ve Grup Başkanvekilliğini onurla yapmış olmama rağmen, aşağıda bir kısmı belirtilecek olan sebeplerle siyasi yasaklı hale getirildiğimden ötürü şu anda HDP’nin herhangi bir organında bulunamadığım için kurumsal olarak partim adına konuşma/yazma hakkına da sahip değilim. Partim ile sahip olduğumuz sarsılmaz güçlü bağları hiçbir resmî kararın kopartamayacağı ise ayrı bir mevzuudur.
Yukarıda belirttiğim üzere bu yazının amacı, Sn. Aksoy’un yazısının gecikmeli ve tartışmalı da olsa yayınlandığı yayın kurumunu savunmak rolünü üstlenmek değildir. Ne benim böyle rol çalma gibi bir derdim var, ne de Aksoy’un yazarı olduğu Artı Gerçek’in böyle bir şeye ihtiyacı var. Muradım partimi algı operasyonlarıyla hedef haline getiren ve bu operasyonlara hizmet eden söz konusu yazının/yazıların içeriğiyle ilgilidir. Yeri gelmişken ifade etmeliyim ki, basın özgürlüğü ile toplumsal saygı üzerinden şekillenmiş olan basın ilkeleri arasında hassas bir denge ve ince bir sınır vardır. Biz bir yandan sonuna kadar basın özgürlüğü kapsamında sansüre karşı duruş sergilerken, diğer yandan basın özgürlüğü adı altında bin bir emekle ve bedelle toplumsallaşmış ülkenin 3. büyük siyasi partisine yönelik mesnetsiz suçlamalara ve toplumsal hassasiyetleri çiğnemeye karşı durmalıyız.
Yazılar HDP’yi bazı, kabul edilemez, ispatı çok güç iddialarla suçlamaktadır. Bunlardan bazıları, HDP’nin şiddetle arasına mesafe koymaması, sivil ölümlerine tavır almaması ve sivil siyaset yapmaması gibi, ülkeyi son 4 yılda kan gölüne çeviren, toplumu kamplaştırmanın da ötesinde düşmanlaştıran, sivil siyaset alanını kapatmaya çalışan, sistemin deyim yerindeyse ezberletilmiş ve yerleşik diline denk düşen iddialardır. Yani yazar farkında olmadan, ya ben ya da öteki, ya devlet ya da düşman, ya vatansever ya da bölücü, ya beyaz ya da siyah cenderesine düşmektedir. Ünlü Fransız antropolog/filozof Lévi-Strauss, insani düşünce süreçlerinin ham ve pişmiş, doğa ve kültür, iyi ve kötü, büyük ve küçük, aydınlık ve karanlık gibi zıt kutup çiftlerinin üzerine inşa edildiğini hazin örneklerle kuramsallaştırır. En önemli zıt kutup çifti ise ‘ben’ ve ‘öteki’dir. Ben hep iyi, öteki hep kötü ya da ben hep haklı öteki hep suçlu ucuzluğu. Ben yani ikili karşıtlıkların meşru hali, güçlünün düşüncesinin ön koşulu olarak yüzyıllardır topluma sunulur. İnanç değerleri üzerinden bakacak olursak, Hz. Âdem ve Hz. Hava’nın cennetten atılma gerekçelerini oluşturan günah, oluşturulmuş yanlış sayesinde sevap ile anlam kazanmamış mıdır? İnsanlığın anası ve babası kabul edilen ilk insanlardan itibaren cennetin varlığı cehennemin de var olduğu karşıtlık/kamplaşması üzerinden oluşturulmamış mıdır? Hülasa siyaset felsefesinin günümüz kavramsallaştırmaları üzerinden ele alırsak "negatif meşruiyet" yaklaşımı ne kadar ahlaki/vicdani bir sorgulamaya muhtaç ise, "pozitif meşruiyet" yani başkalarının yanlışı üzerinden değil de, kendi doğruları üzerinden düşünce geliştirmek de o kadar büyük bir erdeme tekabül eder. Türkiye’de önce haklı/haksız üretilmiş günahlardan arınmanın, sonra da sistem içinde muteber olmanın Kürt siyasetini lanetleme/suçlamaya boca edilmesinin yeterince alıcısı var zaten. Bu durum, Hannah Arendt’in kavramsallaştırmasıyla "kötülüğün sıradanlığı" sebebiyle Türkiye’de çoğu kez maalesef fark edilmeden icra edilen bir gerçekliğe sahiptir.
Murat Aksoy’un HDP’ye yönelttiği suçlamaların anlaşılabilmesi için aslında her şey bu ülkenin kadim meselesi olan Kürt sorununa, onun nedenlerine, tarihsel gelişim seyrine nasıl baktığınızla başlar ve ilerler. Bu konuda fikir ve yazı sahibi ilgili kimselerin 100 yıllık bu sosyolojik yaraya sadece nasıl baktığını ve tutumunu belirlemez. Yanı sıra 100 yıllık tekçi/gerici/asimilasyoncu sistemle kurduğu bağı da, yazarlık ve aydın olma pozisyonunu da belirler. Kürt meselesinin 100 yıllık tarihini, geçtiği aşamaları, Demirel’in deyimi ile yaşanmış 26 isyandan sonra sorun çözülemediği için PKK’nin 27. isyan olarak ortaya çıktığını ve en uzun süreli olduğunu ayrıntısıyla burada anlatmaya imkân da gerek de yok.
Söz konusu yazılardaki tespitlerde görülen mantık hatalarının çok daha geniş bir tartışmayı hak ettiğini de saklı tutarak devam etmek zorundayım. Aksi takdirde konu ile az biraz ilgili hiç kimsenin şimdiye kadar iddia etmediği, Kürt meselesi ile çözüm süreci ve PKK olgularının birbiriyle hiç ilgisi olmadığını söyleyecek kadar bütün siyasi ve sosyolojik kuramlara meydan okuyan mantık hatasını nereye oturtabiliriz ki!
HDP’nin şiddetle mesafesi
Aksoy’un kabul edilemez en önemli suçlamalarından biri HDP ile şiddet arasındaki ilişkidir. Bu vesileyle 2 yıl önce TBMM’de milliyetçi partilerin benzer suçlamalarına karşın verdiğim bir cevaptan alıntı yapmak isterim; HDP ve mirasını devraldığı siyasi partiler 100 yıllık Kürt meselesini, ortaya çıkış sebeplerini, tarihsel gelişim seyrini, hiç tasvip etmediğimiz halde bu sürece silahın hak arama yöntemi olarak girmiş olmasını, PKK’nin ortaya çıkışını, kaybedilen 50 bine yakın canın sebeplerini, silahın hak arama yöntemi olmaktan nasıl çıkarılacağını, bu meselenin kalıcı ve onurlu bir barışla nasıl çözüleceğini diğer bütün siyasi parti ve çevrelerden farklı görmek ve ele almak bizi PKK ile organik bağ sahibi yapmayacağı gibi, şiddet yanlısı olduğumuza karine de teşkil etmez. Sadece bu ülkenin en eski, en derin meselesine sizden farklı bakıyoruz ve farklı çözüm yöntemleri öneriyoruz, bu kadar. Egemen sistem anlayışı karşısındaki yapının son ferdi imha edilinceye kadar, çok da vicdani/ahlaki olmayan askeri/güvenlikçi bir yöntemi önceliyorken, HDP ve siyasi geleneği ise açığa çıkmış ve başarılı olmuş dünya deneyimlerinin, yerel özgünlük ve hassasiyetlerimizle birlikte uygulanacağı diyaloğu, uzlaşıyı yani siyasi çözüm yöntemini esas alıyor. Şüphesiz şiddet sonlanmalı, hak arama yöntemi olmaktan çıkmalı, ama burada can alıcı soru nasıl olacağıdır. Ödediğimiz bedellerin temel sebebinin bu olduğu göz önünde bulundurulduğunda, kimin barış ve siyasi çözümden, kimin ise savaştan, kandan, ölümden, çözümsüzlükten yana olduğu çok kolay anlaşılır.
Yeri gelmişken ifade etmeliyim ki, uluslararası kurumların teyidiyle yüzlerce sivilin öldüğü Afrin ve Rojava operasyonlarında şiddet ve kaos politikalarının sahibi iktidarın arkasındaki yerini her defasında alan ve Sn. Aksoy’un aidiyet bağının olduğu siyasi partiye bu sebeplerden ötürü şiddet ile arasına mesafe koymayı hatırlatmamış olması ayrı bir hazin durumu ifade ediyor. Bunu bir suçlama olarak algılamamasını dilerim. Açıkçası Aksoy dahil konuyla ilginenlerden yana böyle bir beklentiye girmenin çok zorlayıcı olduğunun farkındayım. Böyle bir tavır almanın çok zor olduğu ve ağır bir fatura istediği ülke koşullarına sahip olduğumuz için, vicdani hatırlatma ötesinde hiç kimse için zorlayıcı olamam.
Çünkü Kürt siyasetini eleştirmenin ötesinde suçlama, ona karşı haysiyet cellatlığı yapmanın hiçbir faturası yokken ve hatta bunun siyasi/maddi rant kapısı olduğu onca örneğe sahipken, despotik rejimleri en basitinden eleştirmenin çok ağır faturalara sahip olduğu bir zaman aralığından geçmekteyiz. Sn. Aksoy bilmelidir ki, bu ülkede eleştiri ile suçlama arasında çok ince bir çizgi vardır .
HDP’nin sivil ölümlerine dair tavır almasına ilişkin beyhude beklenti kime ait?
Sn. Aksoy’un kabul edilemez suçlamalarından biri de, "Sonuçta, siviller ölürken, öldürülürken şiddete mesafe alınmasını hatırlatmanın nesi yanlış?" cümlesi ile HDP’nin yaşanan sivil ölümlerine tavır almadığıdır. Cümlenin ilkesel olarak hiçbir tarafı yanlış değil, yanlış olan olmayan bir şeyi gündemleştirilerek, partimizin daha fazla kriminalize edilmesine ve hedef haline getirilmesine hizmet ediliyor olduğunun görülemiyor olmasıdır. Üzülerek ifade etmeliyim ki, tek bir örneği verilemeyecek bu suçlama, şiddetten ve toplumsal kamplaşmadan beslenen egemen iktidar aklının HDP’yi kriminalize etmek, yalnızlaştırmak, demokratik siyasetin dışına itmek için ürettiği bir suçlamadır. HDP’nin yaşanan sivil ölümlerine tavır almadığına dair gösterebilecek bir tek örnek var mıdır? Eren Bülbül, Ankara Kumrular, Beşiktaş vs. sivil ölümlerine sebep olan olaylara ilişkin HDP’nin tavır almadığı sadece tek bir örneği, deneyimli bir gazeteci olarak Murat Aksoy’dan bekleyeceğim. Ayrıca HDP’nin despotik tek adam rejiminin zulmüne ve etikten/vicdandan yoksun yönelimine karşı sivil/meşru direnişi nasıl şiddet olarak değerlendirilebilir?.
Foucault’nun Disiplin ve Ceza (1975) kitabında beden üzerinden anlattığı direnme ve çatışma diyalektiğini, AKP ve Erdoğan da halkın direnme dinamiğine karşı koyma pozisyonunu yok etmenin araçlarını elinde bulundurduğu meclis çoğunluğu ile hayata geçirmeye çalışmıştır. Direnişe karşılık toplumda bir çatışma denklemi yaratarak muhalefetin, ama özellikle Kürt muhalefetinin direncini test eden ve buna yönelik iktidarın sürekli yeniden konumlanmasını oluşturarak hak temelli arayışlarını yok etmeye çalışan bir anti eylem hali yaratmıştır. Elbette bu gücü elinde bulundurduğu bürokratik araçları baskı unsuruna dönüştürerek yapabilmiştir.
HDP’ye akıl vermenin üstenciliği ve buyurganlığı
Aksoy’un söz konusu yazılarının birçok bölümünde -melidir, -malıdır ile biten cümlelerle eleştiri değil, akıl verme üstencilik ve buyurganlık hatasına düşülmesi de gözlerden kaçmamaktadır. Sn. Aksoy zinhar bizim gibi düşünmek zorunda değildir. Hatta partimizi eleştirmek onun en doğal hakkıdır. Hz Ali’nin "Birinin yaptığı haksızlığa susan da ve rıza gösteren de suçludur" cümlesine rağmen, haksızlığa karşı direnenlerin yanında yer alıp almamak da kişisel takdirleridir. Bu yüzden Aksoy’u suçlayamayız. Ancak dayatma anlamına gelecek bu gibi akıl vermeler de Aksoy dahil kimsenin hakkı değildir. Kaldı ki, HDP’nin daha fazla akıl verilmeye değil, mevcut yetersiz kaldığı noktalardan ötürü eleştirilebilir bütün yanlarına rağmen, bu ülke demokrasisine karşılıksız sunduğu katkılar ve bu uğurda ödediği/ödemeye devam ettiği bedeller sebebiyle saygı duyulmayı hakkettiği gözlerden kaçırılmaktadır.
Yazarın içine katılmaktan imtina etmediği bu ezberletilmiş senfoni sebebiyle artık kişilere değil, Türkiye’nin 3. büyük partisine değil, kalıcı ve onurlu barışını arayan bir halka bedel ödetiliyor. Olaya buradan bakılırsa, daha sağlıklı değerlendirmelere varılabilir. Düşünün Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve binlerce arkadaşları tam da ahlak, vicdan ve gerçeklikten yoksun oluşturulmuş bu siyasi algı operasyonları sebebiyle, yıllardır birer siyasi rehine olarak tutulmaktadır. Bu senfoniye katılmış olması için yazarın taammüden karar vermiş olması gerekmiyor. Bunun ayırdında olmak için deneyimli bir gazeteci olmanın yanı sıra, toplumsal hassasiyet ve saygısı yüksek biri de olmak gerekir.
Deneyimli gazetecilik basın özgürlüğü ilkelerine bağlı kalmayı sağlayabilir, ancak toplumsal ahlak ve hassasiyetler ise, basın özgürlüğü istendiği gibi kullanacak diye, ülkedeki 3. büyük siyasi partisinin kriminalize edilmesine ve binlerce üyesinin mağdur edilmesine göz yummamayı önceler. Yazarın kullanmış olduğu, "Devlet ağzı ile konuşmak" hali her zaman bilinçli bir tercihin ürünü olmayacağı gibi, geçmiş dönemde devlet mağduru olmak da hiç kimseyi böyle bir hataya düşmekten azade kılmaz.
Türkiye gibi propaganda ve ikna enstrümanlarının (medya) tek merkezde toplandığı ülkelerde, kahramanlıktan hainliğe, hainlikten kahramanlığa transferin çok kolay olduğu, ayrıca toplumun edilgen olduğu göz önünde bulundurulduğunda, buna inanışın da çok kolay sağlandığı bir gerçekliğe sahibiz. Hal böyle olunca dünün mazlumunun bugünün mağruru, dünün mağrurunun bugünün mazlumu olduğu bir tomar yakın geçmiş örneğe sahibiz. Sn Aksoy ile kıyaslamak/özdeşleşmek için yazmıyorum, ama Nedim Şener gibi yakın geçmişte kısmen mağdur olmuş, ancak kısa sürede yeni mağdurlar yaratan pozisyonlar alan karakterlere yakın geçmişimizde sayısız örnek verilebilir. Bu konuda diyeceğim o ki, bir dönem devletin mağduru olmak kimseye ilanihaye hatasızlık/yanlışsızlık bahşetmez.
Hiç bedel ödenmeden de herkes HDP’yi eleştirme hakkına sahiptir, ancak bir dönem devlet mağduru olundu diye de HDP’yi kriminalize etme ve suçlama hakkı hiç kimseye verilmez. HDP sadece devlet mağduru olmuş olanların değil, herkesin iyi niyetli ve yapıcı eleştirisine açık, hatta ihtiyaç duyan bir ferasete sahiptir. Yani HDP bu despotik sistemin gadrine en çok uğradığı için eleştiriden muaf olmadığı gibi, Aksoy da bir dönem bu sistemin mağduru olduğu için hiç kimseyi ispat edemeyeceği iddialarla suçlama hakkına sahip değildir. Bu sebeple, Türkiye’de Kürt siyasetine vicdansızca vurmanın ve mesnetten yoksun suçlamanın bedelsiz, hatta mükafat sebebi olması yaygın kolaycılığına farkında olmadan düşülmemesini iyi niyetle öneririm.
Siyasi sorumluluk ve sorumlu gazetecilik
Bu sistemin en iyi yaptığı işlerden biri, kişi ve kurumları lanetleme veya kutsama ikilemi içerisinde bir tercihe zorlama ve bu alana hapsetmedir. Buna karşılık toplumsal ahlak sorumluluğuyla hareket eden kurumlar ve siyasetçiler kendilerini ne lanetleme ne de kutsama alanı içerisine hapsetme zorunluluğunda hissetmezler. HDP siyaset yaparken kurumsal varlığını PKK dahil bir başka siyasi organizasyonun varlığı veya yok olması üzerine değil, toplumsal gerçeklik üzerinden şekillenen kendi doğruları üzerine kurgular. Tarihsel/toplumsal süreç içerisinde şekillenmiş kurumların durumunu, kabul/ret ya da kınama/kutsama gibi bayatlamış egemen güç dayatmalarının dışında bir rasyonaliteyi önceler. Bir toplumsal sorunun tüm aktörlerinin gerçekliğini kabul ederek hareket eder. Bu gerçekliği ister diyalektik üzerinden ister zıtlıkların varlığı gibi yapısalcı bir yerden, isterseniz de yaratılışta var olan sevap-günah ikiliği üzerinden inceleyin. Birbirinden farklı olan düşünce akımlarının neredeyse hepsi bir şekilde karşıtlıkların varlığının gerekliliğinde meşru bir ortaklaşma ile yaşamaya çalışırlar. "Aynı ırmakta iki kez yıkanmaz" sözü ile diyalektik düşüncenin başlangıç halini kuran ve diyalektik düşüncenin babası sayılan Heraklitos’tan, bir yöntem olarak diyalektik düşünceyi formüle etmeye çalışan Hegel’e, tez ve antitezin ortaya konulmasıyla belli bir konu üzerinden ortak değerlerin inşasının mümkün olacağı; senteze gelen yolun başlangıcının bir karşıtlık üzerinden geçtiği savı kabul edilir. Bunun ayırdında olabilmek için, karşıtların ve farklılıkların birbirini yok etmek istemesi ile bir arada yaşaması istemek arasındaki farkı özümsemek gerekir.
Toplumsal sorunları kendine dert etmiş olan siyasi partilerin amaçları sadece seçimlere girmek olamaz. Girdikleri seçimlerde de sadece iktidarı değil, onun ötesinde toplumsal değişim/dönüşümü, denklem bozmayı ve yeni toplumsal denklemler yaratmayı esas alırlar. Mütevaziliği bir yana bırakarak cesaretle ifade etmeliyim ki; Sn. Aksoy’un "aidiyet" ilişkisi içerisinde olduğu siyasi parti dahil, Türkiye’deki bütün siyasi partilerde kadın, Alevi ve Türk/Müslüman olmayan toplulukların parlamento ve yerel yönetimler ile toplumsal/siyasal yaşamdaki temsiliyetinin artmasını sağlayan, dünya/ülke koşulları ile önemli ölçüde HDP ve onun bu yönlü paradigmasıdır. Bu gerçekliği 2015 sonrasındaki seçimlerde hala istenen düzeyden uzak olmakla birlikte başta kadın olmak üzere bütün ötekileştirmiş sosyolojik kesimlerin siyasi temsiliyetindeki ciddi artışlarda görmek zor değildir.
Başta Sn. Aksoy olmak üzere toplumsal sorumluluk taşıyan gazetecilerin, Türkiye tarihinde uzun bir aradan sonra toplumsal muhalefetin bir araya gelişine zarar verecek dil ve yöntemden uzak durması gerekir. Bir gazetecinin siyasi aidiyetlerinin olması oldukça doğaldır. Aksoy’un özellikle siyasi aidiyetten imtina ettiğini vurgulamaya çalışması çok da anlaşılır değildir. Hatta gelecek tahayyüllerinde belli siyasi planlamaları da pekâlâ olabilir. Aksoy’un yazdıklarının siyasi aidiyet ve kişiliğinden "önemli" ("ayrı"demek istemiş olmalı) olduğu söylemini nereye koymalı peki.?Yazıda insanın kendi kişiliği ve siyasi aidiyetlerinden azade yazalabileceğinin ne kadar "ütopik" olduğu gerçeği de feci şekilde ıskalamış maalesef.
Yazılacak elbette çok konu var, ancak bir köşe yazısının uzunluğunu çok geçmesi ve zamanın ruhuna aykırı hareket edip toplumsal muhalefetin farklılıklarını kaşımak suretiyle, güç bela bir araya gelme hallerine zarar vermemek gibi bir hassasiyetim var. HDP’ye şimdiye kadar çok ağır suçlamalar yöneltilmesine ve bu yönlü yazılar yazılmasına rağmen, despotik bir iktidara karşı direnmek ve mücadele etmek yerine muhalefette konumlandığını söyleyenler ile uğraşmamak adına sessiz kalındığı gerçeği de göz ardı edilmemelidir.
(*) Ahmet Yıldırım, Doç. Dr., HDP 25 ve 26. Dönem Milletvekili