İbrahim Gökçek, Annemin papatyası, Mazu, Engels...(*)
Ergün ÖZÜTEMİZ
Annemin Papatyası
Şu gördüğünüz papatya demeti bir zamanlar bir tek papatyaydı. Yalnızca bir tane… Annemin mezarından gelen, açmış tek bir papatya... O bir tek papatyayla iyi anlaştık. Ben onun suyunu verecek, güneşle ilişkisine dikkat edecektim. Balkona koysam aşırı ısıdan ölecekti, zira güneşi çok açıktan alan bir balkon… Güneş görmeyen bir yere koysam ışıksızlıktan ölecek ya da eksik büyüyecekti.
Ben sözümü tuttum. Kitaplığımda, pencerenin odaya bakan yüzüne koydum ilk papatyayı. Sürekli suladım. Papatya suyu çok seviyor sanırım… Sulamak, güneşle ilişkisine dikkat etmek yeter mi? Benim evde yetmiyor ne yazık ki… Evimde çok yaramaz, karakteri kendine özgü bir arkadaşım var. Adı Mazu. Tekir bir kedi. Mazu ve ailesinin benim ailemle çok uzun süreli bir ilişkisi var. Arada küçük küçük kesintiler de olsa, yaklaşık yirmi yıldır ailecek parçası olduğumuz bir mahallede yaşıyorum. Peki, Mazu’nun ailesi? Evet, onun ailesi de benim ailemle birlikte yaşıyor yıllardır. Demem o ki, Mazu’nun sekiz, dokuz belki on kuşaktır ailesi ya ailemin evinde ya da çevremizde yaşadı. Yani, demem o ki, Mazu’nun nenesinin nenesinin de nenesi… Bizim içimizde ya da çevremizdeydi.
Hay Allah şimdi durduk yerde neden Mazu’dan söz ettim? Çiçek… Papatya… Evet, evet papatyadan geldik buraya. Kedilerin olduğu evde çiçek büyütmek çok mu zor? Hem kedisi hem de çiçekleri olan birçok arkadaşım var. Onlarda bir sorun yokmuş. Peki, ben neden bu uyumu yakalayamıyorum? Bunun nedeni Mazu. Canı sıkılınca, tak, bir vuruşla saksı devirdiği oldu. Ben de sürekli evdeki çiçekleri korumak zorunda kaldım. Özellikle de papatyayı… Çünkü papatya demek annem demek. Bu tek papatyayı, evime geldiğinden beri annemin bir parçası sayıyorum. Ne diyordu Eşkıya: "Korkma sadece toprağa gideceksin... Sonra toprak olacaksın... Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin... Oradan özüne ulaşacaksın... Çiçeğin özüne bir arı konacak... Belki... Belki o arı ben olacağım."
Antikçağ filozofu Pythagoras köpeğe işkence eden birine "dur, vurma, o köpekte bir dostumun ruhunu görüyorum" demiş. Ben de Antikçağ’da yaşıyor olsaydım, üstelik bir Pythagorasçı olsaydım… Evdeki saksıları devirmeye çalışan Mazu’ya, "dur, o papatyaya dokunma, o papatyada annemin ruhu var" derdim.
Mazu’nun türlü suikast girişimlerine karşın o tek papatya, deyim yerindeyse, bir papatya ormanına dönüştü. Papatyanın ormanı olur mu? Bir saksıda bu kadar çok papatyayı görünce dilim "bir papatya ormanı" demekten daha uygun bir şey bulamıyor. Tek bir papatyadan, tek bir kökten çoğalan bir papatya ormanı…
Birkaç ay önce, o saksıda, aynı anda yirmi-otuz tomurcuk gördüğümde ne kadar çok mutlu olmuştum bir bilseniz… Benim sözümü tutmama karşılık, o tek papatya da sözünü tutmuştu. Gel zaman git zaman bütün tomurcuklar çiçeğe döndü. Açan o kadar papatyanın yanında bir o kadar da yeni tomurcuklar vardı. Zamanı gelince o tomurcuklar da çiçeğe dönecekti…
Metafizik/Diyalektik Düşünme
Geçenlerde şöyle bir soru sordum kendime. Bu papatya ormanının ilk papatyası ne zaman açtı? Yani, mezardan gelen o ilk papatya onlarca papatya tomurcuğuna dönüştükten sonra… İşte o tomurcukların ilki ne zaman açtı? Uzun uzun düşündüm. Bu soruya yanıt veremeyeceğimi anladım. Çünkü ormanın ilk papatyasının çiçek açması çok uzun bir zamana yayılmıştı. Yani bir anda açmadı o papatya. Günlerce süren bir bekleyişle, suyla, güneşle ve toprakla beslenerek yavaş yavaş açtı. Bütün taç yapraklarını açması uzun zaman aldı…
Sonra birkaç soru daha sordum kendime: Neden papatyanın bir anda açtığını düşündüm? Tomurcuk durumundan tam anlamıyla açma durumuna gelmesi çok zaman aldı oysa. Metafizik düşünme yönteminin etkisini hala kıramadım mı acaba? Metafizik düşünme… Ya hep ya hiç, her şeyin bir anda olması, şeyleri birbirinden kopuk şeyler gibi düşünmek… Engels şimdi benim bu durumumu görse ne derdi? Sevecen gözlerle bana bakarak, şöyle derdi belki: "Sana kızmayacağım merak etme. Seni çok iyi anlıyorum. Metafizik düşünme yönteminin etkisini kırıp diyalektik düşünme yöntemini benimsemek o kadar kolay değil. Üstelik gündelik yaşamda, metafizik düşünme yöntemi gereklidir de… Gelgelelim şeylerin derinlerdeki nedenini düşündüğümüzde diyalektik bakmamız gerekecektir." Ben onu coşkuyla dinlerken sözlerini şöyle bitirecekti sanırım: "Sen hep diyorsun ya arkadaşlarına ‘Engels’e göre diyalektiğin en yalın tanımı, iç bağıntıların bilimi olmasıdır’ diye. Aynen böyle işte. Şeyler arasındaki ilişkiyi görmeye çalış. Kimi zaman bu ilişkileri biz kendimiz yakalarız; kimi zaman da, özellikle sanat yoluyla, bu ilişkiyi kendimiz yaratırız.’"
Engels’le bu düşsel konuşma, saniyenin binde biri kadar kısa bir sürede başlayıp bitti. Ne var ki, benim zihnimde yeni sorular uyandırdı: İnsanlık tarihinin ilk papatyaları kimlerdi? Bir tek papatya iken kendini ormana dönüştüren papatyalar kimlerdi?
Tarih Neye Yarar?
Sınıflı toplumlar tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir diyordu, aksakallı dervişler. Bu durumda, insanlık tarihin ilk papatyalarının en az altı-yedi bin yıllık bir geçmişi olmalı. Peki, ilk papatyası kim bu tarihin? Zulmü karşı isyanın ilk papatyası kimdi? Ahh, yine aynı yanlışı yaptım. İlk olan’ı arıyorum, yine metafizik düşünmenin etkisindeyim…
Yine de ısrarla diretiyorum… İlk olan olmasa bile ilk olanlar kimlerdi? Bu sorunu yanıtını binlerce yıl öncesinde aramalıyım. Peki, binlerce yıl öncesinin yeryüzünde mi yoksa gökyüzünde mi bu sorunu yanıtı. Yeryüzünden başlarsam bilebildiğim ilk örnek Spartaküs… Öyle ya, Ahmed Arif onun için "cihanın ilk umudu" demiyor muydu? Çok da haksız sayılmam demek ki.
Kuşkusuz Spartaküs öncesinde de üç-dört bin yıllık bir "uygarlık tarihi" var. Uygarlık tarihi: Artık ürün sömürüsü, devlet, sınıflar, sınıf mücadelesi, katliamlar…
Sorumun yanıtını gökyüzünde bulabilir miyim? Gökyüzüne bakıyorum… Spartaküs’ten daha da geriye gittiğimde Prometheus’u görüyorum. Belki daha da öncesi vardır. Belki değil, kuşkusuz… Gelgelelim, gökyüzüne baktığımda ilk onu görüyorum. Gülümsüyor bana. Binlerce yıldır orada duruyor, bir kayaya zincirlenmiş. Ciğerini yiyen kartalla da göz göze geliyorum. Bu gözleri o kadar iyi tanıyorum ki… Bu gözlerde binlerce yıllık insanlık tarihinde kimleri görüyorum, bunları az çok öngörebilirsiniz.
Arkadaş Zekai Özger’in sesini duyuyorum birden. "Tarihle avutma beni" diyor. Duruyorum. Hem kendime hem de bu yazıyı okuyacak olanlara iyi gelsin diye yazdığım bu yazı bir avutmaca mı? Kendimi, sizi tarihle mi avutuyorum, tarihle mi kandırıyorum?
Sorular soruları doğuruyor yine zihnimde…
Yeni sorular, özellikle içimizin kahrolduğu bugünlerde çoklu anlamlar, çoklu boyutlar, zenginlikler kazanıyor. İbrahim’i Helin’i kaybetmenin acısını nasıl anlamlandırabiliriz? İbrahim’i istediği ve hak ettiği gibi gömemedik… Burjuvazinin vahşette sınır tanımadığını bir kez daha gösterdiği bu zalimliklere ne diyebiliriz, nasıl direnebiliriz?
Özger, bana kızacaksın, biliyorum. Ne var ki bir şeylerden güç alabilmeli, kendimizi yeniden toparlamak, güçlenmek, tazelenmek için onlarla konuşmalı, tartışmalıyız.
Tarihe nasıl bakmalı, bir şeyler olmuş bitmiş işte, kime ne? Ya onların içinde evrensel olanlar, canlılıklarını bugün bile koruyanlar. Onlar neden hala yaşıyor? Onlar nasıl oldu da yaşamayı hala sürdürebiliyor? Sırtımızı dayayacağımız o kadar şey var ki… Yaralarımıza merhem olma olanakları çok yüksek olan şeyler. Bunların yanında, karşısında olduğumuz şeyler de var. Birilerine sırtımızı dayamışken, karşısında olduğumuz diğer şeyler…
İbrahim’i, Helin’i, Mustafa’yı, Dilek Özçelik’i, Rabia Naz’ı… Daha yüzlercesini düşününce tarihten güç alma gereksinimim artıyor. Kendimi yenilemek, yeniden yaratabilmek için başka bir yol bulamadım henüz. Sırtımı dayayabileceğim kişileri düşünüyorum: Prometheus, Sokrates, Spartaküs, Thomas Münzer, Beethoven, Paris Komünü, Sovyet Devrimi, Lenin, Troçki, Şostakoviç… Liste uzayıp gidiyor. Ne ilginç, diyorum kendi kendime. Kimlere sırtımı dayayabileceğimi bir çırpıda sayabilirken, kimlere karşı olduğumu bir çırpıda sayamıyorum… Prometheus’u o kayaya kim zincirledi? Sokrates’i idama mahkum edenlerin adları neydi? Spartaküs’ü ve binlerce mücadele arkadaşlarını çarmıha gerip öldürenlerin adları neydi? Münzer’in boynunu kimler vurdu? Bedrettin’i ve ortaklarını kim öldürdü? Pir Sultan’ı öldürenler kimlerdi? Paris Komünü’nde son barikat düşene kadar mücadele edip düşenleri katledenlerin adları neydi? Rosa Luksemburg’u ve Karl Liebknecht’i katledip ırmağa atanlar kimlerdi? Bolşevik Partisi merkez komitesindeki onlarca devrimciyi kimler yok etti…
Zulüm ile Abad Olanlar…
Bu soruların yalnızca birkaçına hemen yanıt verebiliyorum. Zeus’u, Hızır Paşa’yı hemen anımsayabiliyorum. Ya diğerleri, onların adını neden anımsayamıyorum? Zulmün, sömürünün parçaları, uygulayıcıları olan insanları neden unutturuyor tarih bize? Bu bir tarih yasası mı? Bilemiyorum…
Geçmiş neden o kadar önemli?
Tarihin, geçmişin avuntularında, küçük burjuvaca yetinmelerinde kaybolmak için değil. Anlamak, anlatmak, direnmek, düş kurmaktan vazgeçmemek, mücadeleyi büyütmek ve ileriye doğru yürümek için. Yaralarımızla, umudumuzla, başkaları adına duyduğumuz utançlarımızla, başımızı dik alnımızı açık tutabilmek için…
Yine Papatya Ormanı
Bu yazının taslağı yazılırken açmış olan papatyaların bir bölümü soldu, bir bölümü daha da serpildi. Yine aynı günlerde tomurcuk durumunda olanlar çiçeğe durdu.
Bu yazı tamamlandığında, çiçeğe durmuş olan birçok papatya soldu, henüz tam açmamış birçok papatya iyice serpilip açıldı. Serpilip gelişenlerin yanında tomurcuk veren birçok papatya, henüz tomurcuk bile olamamış ama uç veren en gençleri de vardı.
Biliyorum sonbaharda, kışta bütün çiçekler solmuş olacak. Yine biliyorum ki ilkyazda yeniden tomurcuklanıp çiçeğe duracaklar… Ben, belki, o zaman, yine aynı yanlışı yapacağım. İlk açan çiçek hangisiydi diye günlerce düşüneceğim.
İbrahim… Helin… Birer papatyaydılar… Ne ilk… Ne de son…
* Montaigne okurken, okuduklarını bugünle yoğurmaya çalışan bir okur-yazarın, zihninde İbrahim ve Helin’i canlı tutarak tuttuğu notlar.