Kadınları kim öldürüyor ya da İstanbul Sözleşmesi üzerine
Dr. Fatma Karakaş Doğan*
Son yıllarda Türkiye’de kadınların ve kız cocuklarının değerden düşürüldüğü, gerici uygulamaların tarafı veya nesnesi yapıldığını görmek üzüntü vericidir. Türkiye’nin, hiç de küçümsenmeyecek bir kadın hakları mücadele geleneği var ve bu gelenek şimdilik, hükümet politikalarının daha da kadınlar aleyhine oluşturulmasını engelliyor diye düşünmekteyim.
Kadınların eşit haklar ve fırsatlar mücadelesi sadece Türkiye’de değil dünyada da temel bir mesele olarak görülmektedir. Örneğin Avrupa blokunun en acil işler sıralamasında, cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması ilk sıralarda yer almaktadır. Bu durumu Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği adına üretilen politikalarda açıkça görmek mümkündür.
Geçtimiz ay Avrupa Parlementosu tarafından, Avrupa Birliği Komisyonu başkanlığına seçilen ve eylül ayında görevine başlayacak olan Ursula von der Leyen, bu göreve gelen ilk kadındır. Kendisi Almanya Savunma Bakanlığı görevini de yürüttü. Avrupa Parlamentosu'nda yapılan seçimin ardından yaptığı konuşmada, cinsiyet eşitliğine ve kadına yönelik şiddetin vehametine etkili bir vurgu yaptı. Kendi döneminde, kadına yönelik şiddetin en ağır suçlar listesine eklenmesini önereceğini söyledi. Devamında Kadına Yönelik Şiddet ile Mücadeleye Dair kısa adı ile İstanbul Sözleşmesi’ne Avrupa Birliği'nin taraf olması icin çalışacağını ve güçlü Avrupa’nın yolunun cinsiyet eşitliğinden geçtiğini söyledi.
Yapılan önermeler oldukça etkili ve temel politika gerektiren adımlar. Avrupa Birliği günümüzde 500 milyonun üzerinde nüfusu olan bir yapı ve Ursula von der Leyen konuşmasında, biz bu sayının yarısıyız, hakkımız olanı istiyoruz dedi ve kadına yönelik şiddet sadece kadınların meselesi olarak görülemez diye ekledi.
Yaşamın her alanında kız coçuklarla erkek çocuklara eşit haklar ve fırsatlar verilmesi, kadınların önünde duran, gözle görünmeyen ama adım attıklarında sadece kadınların suratına çarpan camdan duvarların yıkılması için kıyasıya bir mücadele veriliyor.
Buradan Türkiye’ye yüzümüzü çevirdiğimizde yalnızca sorunların değil çözümlerin de hayli farklı olduğunu görmekteyiz. Ekonomik, psikolojik ve cinsel şiddet gören yahut cinsiyet temelli ayrımcılığa maruz kalan kadınlar haber değeri dahi taşımıyor, zira öldürülen kadınların ve onların "cani" kocalarının veya "cani" eski kocalarının haberleri gündemi dolduruyor.
Öldürülen kadınların ardından söylenen sözler, kadınların yaşam ve bireysel kendi kaderini tayin etme hakkı üzerinden oluşturulmalıdır. Özellikle siyasi iktidarı elinde tutanların omuzlarındaki sorumluluk yurttaşların yaşam hakkının korunmasıdır. Kadınların yaşam hakkı, evli, boşanmış, çocuklu, çocuksuz, sevgili veya boşanmak üzere olmaları sebebiyle daha az korunamaz, yaşam biçimine ilişkin tercihleri sebebiyle daha önemsiz hale gelemez. Bu gerçeği bireysel olarak kabullenememiş bir ülkenin yöneticilerinin, Ursula von der Leyer gibi konuşmasını bekleyemiyoruz. Nitekim Türkiye Cumhurbaşkanı, boşandığı adam tarafından bir kadının öldürülmesi üzerine "Bu adiliktir, çözüm idam cezasının geri getirilmesidir" dedi. Çağın gerisinde kalmış bir grup insanın koskoca bir ülkeyi yönetmesi talihsizliktir. Oysa yaşam hakkı mutlak bir haktır, bireyler gibi devletler de ihlal edemez. Cumhurbaşkanı'nın görevi suç işleyenlerin öldürülmesini arzulamak değil, onlara yaşam hakkına ve bireysel tercihlere saygılı olmayı sağlayacak doğru politikalar sunabilmektir. Kaldı ki kendisi suç işleyen yurttaşların da Cumhurbaşkanı'dır ve bu insanlar suç işlemeyi Cumhurbaşkanı'nın yönettiği ülkede öğrenmekteler.
Kısa adı ile İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddeti önleyici politikaları yaşamın her alanında işlevsel kılmayı taraf devletlere yüklemiştir. Emine Bulut’un yahut diğer kadınların, boşandığı kişi tarafından öldürülmesinin tek sanığı olarak eski, güncel veya aday "cani" kocalar olduğunu ileri sürmek, sadece sorumluluktan sıyrılma çabasıdır. Kadınlara, eş veya anne rolü üzerinden iyi kabul eden ve yasam hakkı tanıyan ve bunu da sürekli tekrarlayan Cumhurbaşkanı ve ekibinin, çözümü katillerin öldürülmesi şeklindeki ikinci bir suçta aramasına şaşırmamak gerekiyor.
Şiddet gören kadınlar ile öldürülen kadınların yakınları kadar, öldürme ve diğer şiddet suçlarını işleyen sanıklar da, bu suçların işlenmesinde, toplumsal ve politik atmosferin ve ülke yöneticilerinin suça azmettirici söylemlerinin rolüne işaret etmelidir. Zira yaratılan toplumsal ortam ve öğretilen değer yargıları, erkeklere kadınları kontrol edebildikleri ölçüde saygı duyulmasına izin veriyor. Bu bağlamda devletlerin sorumluluğuna gitmekte ve Sözleşmelerin ihlali iddiası ile AİHM’e başvurarak, Avrupa Konseyi'nin siyasi yaptırımlarını gündeme getirmekte yarar olduğu kanısındayım.
Avrupa Birligi’nin, bir organ olarak İstanbul Sözleşmesi'ne taraf olmayı planladığının dile getirildiği bu günlerde, Sözleşmeyi 2011 yılında imzalayan Türkiye'de ise Sözleşmenin feshi dile getirilmektedir. Şimdiki Cumhurbaşkanının, Başbakan olarak altında imzası olan uygun bulma kanunu ve ekindeki Sözleşme metni ortada, aradan geçen zamanda değişen tek şey her geçen gün toplumu gerileten, kadınların insan haklarını cinsiyet temelinde inkâr eden kötü politikalar ve kötü yönetim biçimidir. Nitekim Sözleşmenin adı mevcut yönetim ve çevresi tarafından "yuva yıkan sözleşmeye" çıkarılmıstır. Kadınları basmakalıp rollerle "yuvaya" hapseden ve dışarı çıkanları da kıvama getirdikleri erkeklerin sırtını sıvazlamak suretiyle öldürten politikalar ile karşı karşıyayız. Düşüncem odur ki, İstanbul Sözleşmesi‘ne Avrupa Birliği'nin taraf olması, Sözleşmenin feshi tartışmalarını sona erdirecek ve gücünü olduğu kadar uygulama birliğini de arttıracaktır. Bu gelişme, Türkiyeli kadınların mücadelesine de katkı sunacaktır.
*Bremen Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ceza Hukuku Doçenti