Umudun zayıf düştüğü bir iklim
Mehmet YEŞİLTEPE
KAFKA'DAN CAMUS'A, LEFEBVRE'DEN FICHER'E YALNIZLIK VE MUTSUZLUKTAN ÇIKIŞ
Bedenin zihin üzerinden tutsak alınmasıdır
Yabancılaşmanın bir başka tarifi.
İçselleşmiş bir olgu haline getirir kulluğu ve esareti.
Ne denli büyümüşse kapsam ve etkisi
O denli büyütmeli itiraz ve direnişi
Yani özgürleşmeyi...
Öyle ki
Aynı kavganın yoldaş bileşenleri haline getirmeli
Yüreği, bilinci ve bileği.
"Sapından tutup küçücük bir çiçeği salla,
yıldızların dayandığı temel sallanır" der Sufiler.
Kum tanesinde evreni görür parçayı bütünle ilişkilendirenler
İşte böyle bir kapsayıcılık içinde olmalı
Diyalektiğin tek bacağı ile yetinemeyenler.
YÖNTEMSEL CİDDİYET
Bir süredir insanların en çok tartıştığı, kafa yorduğu, dert ettiği konuların başında mutluluk (ve buna bağlı olarak moral ve umut) geliyor. Gerçekte bu, yaşamda anlam arayışıyla örtüşüyor. Madem öyle, artık sadece pandemi nedeniyle değil, umudu, ışığı ve güzelliği yani mutluluk sebeplerini ciddiye almak (hafife almamak) için; düşünürken de üretirken de uygularken de kendimizi ve işimizi (yaşam denilen eylemimizi) ciddiye alacağız. Çünkü kolay yoldan çıkılacak bir yokuş, hazıra konulacak türden dolu/anlamlı bir yaşam ve mutluluk yoktur.
Yazımıza konu olan bu alan, bu uğraş ve arayış, insanın var oluşu kadar eskidir. Yaşamda anlam arayışı insanın tüm dönemlerinde vardır. Hatta Antik Yunan felsefecilerinin temel konusudur. O günden bugüne mutluluk; felsefecilerin, psikologların, sosyologların uğraş ve ilgi alanları içinde olmuştur.
Mutluluk, genel boyutuyla söylersek insanın kendini ruhsal olarak iyi hissetmesi halidir. Bu tanım tüm insanlar için geçerlidir. Bunu kendimiz için de bir Alman, Fransız vb. için de söyleyebiliriz. Hatta sözlü kullanımda insanlar dışındaki canlılar için de "bugün çok mutlu" vb. demek mümkün. Belki daha sınırlı aralıklarda gerçekleşen söz konusu canlıların mutluluk-mutsuzluk grafiği ile insanın mutluluk-mutsuzluk grafiğini ayıran bilinçli eylem ve kültür gibi büyük bir fark var. Bu fark dönemsel olarak da öznel ve mekansal olarak da mutluluğun nedenlerini, biçim ve derinliklerini farklılaştırır.
Nasıl ki yabancılaşma ikliminden etkilenme oranı kişinin dirençlerine ve dışsal olgular karşısında geçirgenliklerine bağlı ise mutluluk-mutsuzluk grafiği de aynı tarihsel kesitte ve aynı toplumsal ortamda olunsa da tüm insanlar için aynı olmaz. "Öğretmenlik mesleğimin başından sonuna kadar şaşmaz bir ilke olarak kabul ettiğim şey, kişinin ne olduğunun, mutluluk hakkındaki kişisel görüşünden kaynaklandığına olan sarsılmaz inancımdır." (abç) diyor Suhomlinski.
Daha önce bir başka değerlendirmede Goethe'den aktararak dikkat çektiğim gibi mutluluk, gündelik basit düzenlemelerle kazanılamayan, kazanıldımı da sonsuza dek kalıcılaşmayan dolayısıyla da mücadelede süreklilik gerektiren bir olgudur. Tam da bu bağlamda yöntem kadar, emek ve ısrar kadar başvurulan kaynaklar da yani olgunun kendisinin nasıl anlaşıldığı da çok önemlidir.
Eğer "6 dakikada mutlu olma sanatı" hafifliğinde ele almayacak isek; kimde ve nerede ne bulacağımız kadar kimi nasıl yorumlayacağımız, neyi nasıl değerlendireceğimiz de önemlidir. Bu alanla/konuyla ilintili olarak, eğilim belirten, deneyim aktaran veya ipucu veren kaynaklar vardır. Burada hazıra konma şansınız yoktur. Örneğin Kafka mı okunuyor? Bu okumadan "Gerçek hayatında silik bir tip olan ve çaresizlikle malul Kafka için dünya absürttür, absürt olduğu için de kabustur." sonucunu da çıkarabilirsiniz veya tersine, aynı yaşam kesitinden, dışa dönük olan sosyal bir kişilik, hayatını yüzmeden yürüyüşe ve hatta kürek çekmeye kadar planlayan bir insan da çıkarabilirsiniz.
Özellikle kaynaklar ve kişiler arasında kalın çizgiler çekip ya hep ya hiç noktasından bakanlar için Kafka'da olduğu gibi bir kişinin aynı anda hem Nietzche'den, hem Darwin'den hem de sosyalizmden etkilenmesi olası gelmeyebilir; gerçekte ise bir kişiden, kaynaktan yararlanmak için bütünüyle kabul veya bütünüyle red gerekmez. İşte bu, Kafka için de böyledir; onun aşk yaşamına dair de kim nereye bakarsa veya ne görmek istiyorsa onu görüyor denilse abartılı olmaz. Örneğin fahişelere düşkünlükten evliliğe karşı olmaya, nişanlanmaktan mektupla aşk yürütmeye kadar çeşitli ve karmaşık bir tablo söz konusu.
Kendi istemediği halde ölümünden sonra Max Brood tarafından yayına hazırlanan eserleri, özellikle 1950'lere gelindiğinde yaygın bir ilgiyle karşılandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin düşünsel ve ruhsal atmosferi içinde; yalnızlık, anlam yitimi, boşluk, amaçsızlık, yabancılaşma vb. temalarına bağlı olarak gelişen bir ilgiydi bu.
Bir şatoyu, bir davayı veya böceğe dönüşmüş bir bedeni bir metafor olarak kullanıp o olağanüstü hikayeleri yaşamın gerçek kesitleriyle ilişkilendiren Kafka'yı etkili kılan, öğretici metinlerden farklı olarak çözüm üretmesi/önermesi değil anlatım tarzı ve ipucu vermesidir. Bu niteliğiyle de birbirinden çok farklı noktalarda duran insanlara, yaşamda mutluluk ve anlam arayışına dair malzeme/veri taşır. 1950'li yıllarda (Adorno, Brecht, Lukacs gibi) Marksist yazarların da Camus gibi Varoluşçuların da tartışmalarında Kafka'nın önemli bir yer tutması ve 20. yüzyılın ikinci yarısında da aynı etkiyi sağlaması bu nitelikleri sebebiyledir.
UMUDUN ZAYIF DÜŞTÜĞÜ BİR İKLİM
Koşullar dağıttıkça
Toplumsal ve kolektif dokuyu;
Hızla çoğaltıyor
Kişinin sığ ve dar olsa da
Öznelleşmiş limanlara yolculuğunu.
Umut gibi mutluluk da tek başına yaşanamayacağı için
Tükendikçe insanların yaşamlarındaki günlük devrim
Tersine işlemeye başlıyor
Bireyi toplumsallaştıran çevrim...
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir süredir, umudun zayıf düşmüşlüğü veya umutsuzluğun şakak zonklatan etkisi, toplumsal anlamda öne çıkmış durumda. Yine de saf mutluluk veya saf mutsuzluk keskinliğinde görmemek gerek süreci. Olgunun niteliği, zıtların birliğini de gerektirir. Albert Camus "Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur." der. Ama "Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır." diye devam eder.
"Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığına dair bir yargıda bulunmak, felsefenin temel sorusunu yanıtlamak demektir." diyen Albert Camus'tan da isteyen umutsuzluk, anlamsızlık hatta hiçlik damıtır. Ama Kafka gibi Camus'u da anlamak gerekiyor. Yaşamda insanın ruhunu aşağı çeken, yoran ve hatta hırpalayan boyutlar varsa, bunlar da gerek sanatın gerekse edebiyatın veya değiştirici iradenin konusu olmalı. Böyle bir uğraşın güçlüğü ve özgünlüğü, sorunun güçlüğü ve çapı ile ilintilidir.
Kötülüğün, hiç olmadığı denli örgütlü boyutlar aldığı ve kapsam büyüttüğü günümüzde, buna karşı mücadeleyi hafife almak, peşinen kaybetmektir. Bu konudaki mücadeleyi hafife almak gibi günü kurtarmaktan ibaret bireysel çabalarla sonuç alınabileceğine inanmak da kişiyi hayal ve umut kırıklıklarının ötesine götürmez.
"Ölümle biten yaşam saçmadır, evet. Bunda kuşku yok ama yaşam ölümle bitiyor diye, kapatacak mıyız gözümüzü, yüreğimizin kapılarına bu yaşanası dünyanın güzelliklerine, bunlar yanında insanların acılarına, çaresizliklerine? Mademki yaşıyoruz, yaşadığımız sürece mutlu olmaya, sağımızda solumuzda mutluluk yaratmaya bakmalıyız. Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir" diyor Camus. Aynı Camus söz konusu olanın, bir şeyin kötü yanını görmek değil, "önlem almak" olduğunu söyler Veba adlı eserinde. Gerçi kötü yanlarını görmek, önlemin doğru alınmasını sağlar. "Sistem" büyük başlığında toplanabilirse, kötü yanların yabancılaşma olduğu görülür. Yabancılaşmanın panzehiri ise özgürleşmektir. Özgürleşme de tutsaklığın, daha ayrıntılı bir ifadeyle kelepçe ve zincir sayısının bileği ve ruhu hatta zihni sıkma oranının bilinmesini gerektirir.
Dikkatli yapılan okumalarda görülecektir ki Lefebvre'nin de ifade ettiği gibi Marx yabancılaşmanın alanını asla kapitalizmle sınırlamadı; sosyalizmi ya da proletarya devrimini, yabancılaşmanın mutlak ve dolaysız sonu olarak görmedi. Lefebvre, 1947'de yayınlanan Gündelik Hayatın Eleştirisi'nde yabancılaşmanın sayısız biçimine, süreç içinde yaygınlaşıp çeşitlenmesine dikkat çeker. Ve yabancılaşma mefhumunu toplumsal bilimlerde ve özel olarak gündelik hayatın eleştirel incelenmesinde kullanılabilir kılmak için birkaç önermede bulunur.
Lefebvre yabancılaşma kavramının nispileşerek diyalektikleştiğini söyler. Geliştirdiği önermeye göre, "Yabancılaşma–yabancılaşmadan kurtulma–yeni yabancılaşma" şeklindeki diyalektik hep vardır. Önceki faaliyete kıyasla yabancılaşmadan kurtarıcı ve yabancılaşmadan kurtulmuş bir faaliyet, daha büyük bir yabancılaşmaya yöneltebilir. Örneğin, bir topluluğa katılım, yalnızlığa kıyasla "yabancılaşmadan kurtarır", fakat topluluğun mevcut halinden kaynaklı yeni yabancılaşmaları dışlamaz. Boş vakitler, parçalı çalışmaya kıyasla "yabancılaşmadan kurtarır", fakat eğlenmenin ve oyalanmanın da kendine özgü yabancılaşmaları vardır.
Lefebvre'nin tanımlarına ek olarak söylersek: İnsanın yabancılaşması, köklerini yitirmesidir. Bir ağacın köklerini veya toprağını yitirdiğini düşünün. O artık başka bir ağaçtır. Yapraklarını döker. Meyve vermez veya çok cılız verir veya bütünüyle ölür. İnsan, kendisini insan kılan kültürü, değerleri ve ilişkileri kaybettiğinde belki ölmüyor ama başka biri oluyor.
Yabancılaşma aynı zamanda toplumsallığın yitimidir. Belki bir paradokstur bu; kapitalizm koşullarında her birey, toplum olmanın gerekleri üzerinden biçimlendirilir yönlendirilir ve teslim alınır. Ama buna rağmen dirençten, teslim olmamaktan toplumla bağ koparmak anlaşılmamalıdır. Bu bağlamda Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği'nde "Hiçbir topluma bağlı olmayan bir insan bütün kimliğini yitirir, hiçlik içinde sürünen bir yaratık olur. Böylece gerçek gerçeklikten, insan da insanlıktan uzaklaşır" der.
Umuttan ve sanattan söz etmişken, iyimserliğin filozofu olarak bilinen ve sanatçının tekniklerini de kullanan bir filozof olarak Ernst Bloch'a söz vermemek olmaz. Üç ciltlik Umut İlkesi"ni yazan Bloch'un değerlendirdiği gibi umut etmek, "korkmanın üzerindedir"; çünkü umut etmek etkendir ve hiçbir şey onu tutamaz. Umut etme duygusu, "özünden dışarı çıkar" ve insanı "daraltmak yerine, genişletir." Bloch'a göre sanat da öte dünya yerine bu dünyayı "sonsuz" görmeyi sağlayan bir perspektif açar; sonsuzluk ise "mümkün"ü genişleten bir ufuk sunar. Tüm bu veri ve nedenlerle yaşamında etken olabilen, Bloch'un deyimiyle "gündüz düşleri" görebilen ve genişleyebilen insan için tıkanma ve çıkışsızlık yoktur; olmamalıdır.
YALNIZLAŞTIRMANIN PANZEHİRİ ÖRGÜTLÜLÜKTÜR
"Umudunu kaybeden her şeyini kaybeder"
diyen Çinli bilgelerden aldım
yolgösterici ışığı arama ısrarını.
Bu bilinçle seçtim
bana ömür boyu eşlik edecek pusulayı.
Hayatta günlük tutar gibi yazdım mutluluğu
Ve hep en başa yerleştirdim
değerlerimin örgütlü varlığını...
İktidar, 12 Eylül'de dahi uygulanamamış bir abluka, yalnızlaştırma ve teslim alma hamlesi başlatmış durumda. Pandemi bahanesiyle yasaklasa da engelleyemediği itiraz ve direnişlere, İkizdere'de olduğu gibi devletin tüm imkanlarıyla müdahale etmekte, sermayenin sömürü, rant ve yağma hesaplarında bir düşüşe izin vermemektedir. İkizdere'deki direnişin kırılması ve yol açma (yağma) çalışmalarının tekrar başlaması sonrasında basına düşen haberler, bölge insanının çaresizliğini yansıtmaktadır. Salt bu örnek bile sorunların yalnızca birinci derecedeki mağdurlarıyla çözülemeyeceğini, nedenler aynı olmasa da mücadele birliğinin/birleşikliğinin sağlanması gerektiğini gösteriyor. Öyle ki umudu büyütmesi, maya ve pusula rolü oynaması gereken örgütlü kesimlerin kendi kapsama alanlarında dahi umutsuzluk iklimini kıramıyor olması, çözümün nerede ve nasıl aranması gerektiğine dair ipucu vermektedir.
Toplumsal bağlar çözüldükçe birey kendi dar sınırları içine sıkışıyor, yalnızlaşıp çaresizlik hissini daha yoğun biçimde yaşıyor. Bırakalım gelecek düşünü, ütopya oluşturmayı vb. günü kurtarmak bile giderek olanaksızlaşıyor. Buna iktidarın pandemiyi hemen her konuda gerekçe edip insanları teslim alma ve etkisizleştirme yönünde attığı adımları da eklediğimizde ortaya bir paradoks çıkıyor. Mevcut hemen tüm sorunlar kolektif bir çaba, bir dayanışma gerektirirken, insanlar büyük ölçüde bireysel veya (çok dar anlamda) çevresel sınırlarının dışına çıkmıyor. Elbette sistemi bir anda değiştiremeyiz ama kendimizi değiştirip büyük devrime giden basamaklar niteliğinde küçük devrimler yapabiliriz. Kısacası sorunların büyüklüğü, teslimiyet ve içe kapanma duygusunu tetiklememelidir. En zor anlarda, "Dert dermana çağrıdır" diyerek, umutsuzluktan umut üretmeyi öneren Mevlana’yı akla getirebiliriz; ancak bu tür telkinler tek başına yetmez.
Sabahattin Ali'nin "herkese umuttan bahsediyorum, içimde zerre kadar umut kalmamışken" dediği duruma düşmemek için, umudu da çözümü de çıkışı da doğru yerde aramak gerekiyor. Doğru anlarsak, yanlış/kötü örneklerden çıkıp bütünü mahkum etme kolaycılığına kapılmazsak anahtarın yoldaşça kurulmuş maddi ve ruhsal ağlar bütününde yani örgütlülükte olduğunu görürüz.
Sartre, İnsanın özgürlüğünün kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizli olduğunu söyler. "Sanatçı olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma, gereçleri biçime dönüştürmek gerekir" diyor Ernst Fischer. İşte böyle bir ufuk ve yaratıcılıkla bugün kavganın gerektirdiği araç ve yöntemleri geliştirmek, tıkananın önünü açmak gerekiyor.
Mutlaka yeniye, yenileyici ufka ihtiyaç vardır. Ama unutmamak gerekir ki biz, binlerce yıllık insani birikimin meyvelerine sahibiz. Değerler ve insanca yaşam için kavganın sevdayla özdeş olduğu bir gelenekteniz. Yüreği avcunda bir itiraz bayrağı gibi dalgalanmaktır bu gelenekte sevda. Bu nedenle gönlü kelepçe tutmaz kuşaklarla bağımızın, birbirine değen köklerimizin farkına varmak; yalnızlaştırıcı ablukayı, çoğaltıcı fikrî ve örgütsel dirençlerle kırmak, tam kapanma vb. dönemlerde olduğu gibi fiziken yalnız olunsa da derin soluklar alabilme, çoğalma ve çoğaltma hissini yaşama dolayısıyla da mutlanma imkanı verecektir.