Kamuran ya da sürgün günlerinde aşk
Halim ŞAFAK
Hannah Arendt sürgünlere, mültecilere, tehcir edilenlere, göç edenlere/ettirilenlere ve yerinden yurdun olanlara, oldurulanlara bakarak çağdaş tarihin yeni bir insan türü yarattığını ve bunların birer model olduğunun bilinmek istenmediğini belirtirken Yahudilerin yaşadıklarını önceliyor gibi görünse de yerinden edilmenin canlıların ve tabii insanın tarihi boyunca söz konusu olduğunu göz önünde bulundurduğu gibi bir yandan bu insanların kimliklerini korudukları takdirde halklarının da öncüleri olabileceğinin altını da çiziyor. Barbara Cassin de bu sürekli gidip gelme ve yerinden edilmeye bakarak hepimizin zaten sürgün olduğu düşüncesine vararak tartışmayı bitiriyor. Dünyanın tarihi boyunca yaşanan canlı hareketlerine bakarak yerleşikliğin kalıcı yaşama kültürünü hala tam olarak oluşturamadığı düşüncesine varmamız mümkün olduğunu göre canlıların/ hepimizin sürgünlüğü konusunda Barbara Cassin’i haklı bulabiliriz.
Yaşadığımız coğrafyadaki yerinden edilmeler, tarihteki ve şimdideki otoriter ulusçuluk pratikleri, yoksulların özellikle yurtdışına dönük ekonomik göçleri, Çorum, Maraş, Sivas katliamları, 12 Mart, 12 Eylül ve günümüzün gittikçe otoriterleşen dünyası gitmeyi, başka bir ülkeye sığınmayı ciddi boyutlara getirmiştir. Otoriter devletlerden kaçışın dünyanın kapılarında büyük bir yığılmaya neden olduğunu da bildiğimize göre burada biraz daha ileri gidip bunun dünya tarihi boyunca katlanarak çoğalan ve her bir şeyi belirleyen bir durum ve sorun haline geldiğini ya da böyle algılandığını da söyleyebiliriz.
Bizim sürgünlük ve mültecilik tartışmamız ve bunun edebiyattaki karşılığı 12 Eylül’den sonra dikkate değer bir yoğunluk göstermişse de yetersizdir ve bu tür kitaplarda bakış açısı genelde sorunludur. Çünkü çoğunda tuhaf bir ulusçuluk her nasılsa gezinmeyi sürdürür. Bugün dünya genelinde bunları kat be kat aşan bir yerinden edilme ile karşı karşıya olduğumuz için sürgün, mültecilik, göç gibi izleklerin ve Hannah Arendt’in sözünü ettiği yeni insan tipinin hem sosyal bilimler hem de kültür edebiyat sanat üzerinde daha fazla etkili hale gelmesi beklenmelidir.
Sevim Korkmaz Dinç’in sorun olarak aşkı ve ayrılığı merkezine almış romanı Kamuran’ı (Sürgün Günlerinde Aşk) bu temelde değerlendirmek mümkündür. (Kanguru, 2020). Sevim Korkmaz Dinç baştan beri sürekli yaşamak zorunda kaldığı/mız otoriter süreçlerden dolayı özellikle 12 Eylül ve sonrasını tartışan romanlar yazdı. Hatta bu dediğimiz onu kadın edebiyatçılar ekseninde 12 Eylül’ü kitap boyutunda tartışmaya kadar götürdü.
Romancı, Kamuran’da Maraş katliamı sonrası Ahmet’ın sığınmacı olarak aniden İngiltere’ye yani Londra’ya gitmesi ve sevgilisi Kamuran’ın hem ayrılık hem de ölüm acısıyla geride kalması ve ikisinin uzun yıllar ve mektuplaşmalardan sonra bir toplantı nedeniyle tekrar yan yana gelmesi temelli bir geçmiş ve bugün tartışması yapıyor. Tartışma aynı zamanda kendilerine yönelik nerdeyse kavgalı ayrıldıkları günden beri süren bir aşk ilişkisi değerlendirmesi özelliği de taşıyor. Tekrar buluşmaları ise bu tartışmayı daha da derinleştirirken, kendilerine ve dünyaya dönük sorgulamayı da farklı bağlam ve düzeylerde çoğaltıyor.
Ahmet’in birlikte yaşadığı sevgilisi Maria, Maraşlı Ali, Ayşe ve anneleri romanın ele aldığı aşk dâhil kişisel ve toplumsal bütün olgulara kendi hikâyeleri ve düşünceleri ile dâhil olurken bu durum bir yandan yetmişlerden bugüne ulaşanbir Türkiye’yi kimi zaman özlemle kimi zaman isyan ederek söz konusu etmelerini sağlıyor ama burada asıl belirginleşen yaşadıkları militarist şehirde (Londra) öteki kabul edilenlere dönük iki yanlı sonuçları olan genel tavırdır.Hatta bu durum çoğunlukla hem geçmiş hem bugün eksenli bir Türkiye İngiltere ve daha özelde memleket ve Londra karşılaştırmasına da dönüşüyor.
Söz konusu iki yanlılığı oluşturan şeylerden birincisi şehrin asıl ahalilerinin ötekilere karşı düşünce ve eylemleri ikincisi ise ötekilerin buna karşı daha çok geçmişin başta gelenekleri, şovenizmi ve dindarlığı koruma kollama, muhafaza etme biçimidir. Burada özellikle sağın üç hali ve gelenek üstünden oluşturulanlar oldukça baskınken bunun karşısında dayanışma ve yardımlaşma temelli yapı sığınmacılığın yaşattığı yalnızlık ve yol açtığı intiharlar karşısında etkili olmaktan uzaktır.
Yazar bütün bunları Kamuran’ın, Heathrow Havalimanı'nda uçaktan inmesinden itibaren özellikle Londra’ya Türkiye’den farklı nedenlerle gidenler başta olmak üzere, onların yaşayışlarına ve sorunlarına bakarak bir öteki/yabancı tartışmasına dönüştürürken bir yandan da onların yeni yaşama biçimlerini artık büyük ölçüde kendi coğrafyalarının yaşam biçimleriyle (bunun doğurduğu, dindarlık, muhafazakârlık, ekonomik sorunlar, yalnızlık, kadın sorunları, cinsellik, artan intiharlar dâhil) başka bir karşılaştırmaya da girişiyor. Bu karşılaştırma kendine hem iktidar alanı olarak Londra’ya ve İngiltere’ye ait epeyi bir politik ve kültürel öğeyi dâhil ederek geçmiş ve bugün eksenli bir değerlendirmeye dönüşürken bir yandan da krallık ve monarşiye karşı çıkıyor, reddediyor.
Romanın üstünde durduğu başka bir şey ise Maraş katliamına dönük tanıklık ve onun sürmekte olan travması ve yasıdır. Kamuran’la Ahmet’in ayrılığını da her ikisinin yaşadığı travmanın nedenleri içinde sayabilirsek de belirleyici olan katliamdır. Kamuran’ın kardeşi Gül’ün de aynı katliamda öldürülmesi ise travmayı kalıcı bir yasa dönüştürmüştür. Ahmet’in Gül’ün öldürülmesinden haberdar olması ve haber vermeden çekip gitmesi karşılıklı yazılan mektuplardan sonra karşılaşmada yaşanan uzaklık ve yabancılık ise onu daha da tartışmasının nedeni de olsa da orada her ikisi için asıl belirtilmesi gereken ve çıkarılması gereken sonuç kurtulanların hatırlamalarına ve buna çağırılmasına ihtiyaç olmadığıdır. (MarcAuge)
Kamuran hem Türkiye hem de İngiltere eksenli geçmişi ve bugünü hem sürgün izleğiyle hem de ayrılıkla sonuçlanmış ama vazgeçilmemiş bir aşk ekseninde değerlendiren fazlasıyla politik ve kültürel içerimleri olan bir roman olduğu kadar dünyanın kapılarına dayanmış artık milyonlarla ifade edilen yeni insan tipini (Hannah Arendt) ve onun sorunlu dünyasını anlamak, tartışmak ve dayanışma ve yardımlaşmayla (bütün canlılar) birlikte yaşamanın (Zygmunt Bauman) yollarını bulmak için iyi bir imkân olabilir.