Kapitalizm: Siyasi ve ekonomik görünümleri üzerine genel bir okuma
Can YILMAZ
Kapitalizmin ulusal olarak kompartmentalize edilebilecek bir sistem olmadığı, 19. yüzyıl Avrupası’na benzer barışçıl bir kapitalist gelişimin günümüzde tümüyle imkansız olduğu, bunun yerine -benim geri kapitalist ülkeler olarak tanımladığım- ülkelerde iç savaşların, baskıcı rejimlerin, darbelerin hakim olduğu, ilkel birikimin sürdüğü gibi iddialar çeşitli çevrelerce dile getirilmektedir. Ardından bütün bunların 3. Dünya ve 1. Dünya proleterleri arasında bir çıkar uyuşmazlığı olduğunu gösterip göstermeyeceği sorgulanmaktadır. Bence sübjektif olarak göstermez, ancak objektif olarak öyle mi, sorusunu burada sormak ihtiyacını hissediyorum. 3. Dünya ve batı proleteryasının koşullarındaki değişimin paralellik içinde olduğu da vurgulanan hususlar arasında yer alıyor.
Kapitalizmin genel üretkenlik krizi, savaşlar, kemer sıkma politikaları, elbette farklı yoğunluk düzeylerinde olsa da, hepsini aynı anda etkilemektedir. Bu tespit çok yerinde. Ancak bunların farklı yoğunluk düzeylerinde olduğunun yanı sıra her coğrafyaya özgü (Türkiye coğrafyası elbette Kürdistan coğrafyasını da barındırdığı için burada ülke yerine coğrafya kelimesini kullanıyorum) üretim rejimleri, dini sistemler, refah rejimleri vb. olduğu için bunların işçi sınıfı açısından ekonomik, siyasi vb. açılardan farklılaşan öncelikler doğurduğunu sanıyorum. Bu farklılaşan önceliklerin objektif olarak varlığı, bizatihi enternasyonal bir sınıf mücadelesinin ve bunu yürütecek siyasi partilerin bugün yokluğuyla kendini kanıtlıyor.
İşçi sınıfı mücadelesinin örüntülerinde, bu mücadelelerin izlediği biçimlerde coğrafyalara özgü durumların fazlasıyla belirleyici olduğunu sanıyorum.
Yoğunluk farkı ve coğrafyalara özgülükle ne kast ettiğimi tek bir örnek üzerinden örneklendirmek isterim. Bugün işçi sınıfının en yakıcı acil ihtiyacı ne diye sorduğumda, aklıma barınma ihtiyacı geliyor. İşçi sınıfı ev sahibi değilse kazancının neredeyse yüzde 50’sine yakın bir tutarını sadece barınma ihtiyacını karşılamak için harcıyor. Yine bugün İstanbul’da ortalama kira giderleri en az 1500 TL civarındadır diye düşünüyorum ve asgari ücret 2800’lerde... Bu bile oranın yüzde 50 olduğunu göstermeye yetiyor. Diğer yandan resmi istatistiklere bakıldığında, Türkiye’de ev sahipliği oranı nüfusun neredeyse yüzde 60’nı bulmaktadır. Bu oranın; toplumun en az yarısı için en azından barınma ihtiyacı anlamında ciddi bir refah kaynağı olarak okunması gerektiğini düşünüyorum. Ev sahipliği ayrıca hanehalklarına birikim yapma olanağı da sunan önemli bir insani gösterge…
Diğer istatistikler için bakılabilir: https://www.statista.com/statistics/246355/home-ownership-rate-in-europe/
Ülkeler arası karşılaştırmaya bakıldığında ev sahipliği oranlarının farklı ülkelerde farklı oranlarda olduğu da rahatlıkla görülebilir. Romanya örneği çok ilginç, çünkü ev sahipliği oranı yüzde 95’lerde. Bu oranla Romanya ev sahipliğinde birinci sırada. Bu rakamlarda bir sorun yoksa, en azından Romanya işçi sınıfı için barınmanın ciddi bir sorun olmadığı sonucuna varabiliriz. Diğer yandan Macaristan’da bu oran yüzde 92 iken, Bulgaristan’da yüzde 84. Oranların daha yüksek olmasını beklediğimiz Almanya yüzde 50’lerde. Özellikle oranların eski Sovyet bloğuna dahil olan ülkelerde çok yüksek olduğu göze çarpıyor. Bu da bizi şu soruya yöneltiyor. Sovyet sisteminin en azından bizim örneğimizde işçi sınıfının barınma ihtiyacına ilişkin sunduğu bu refah rejimi bu coğrafyalarda barınma sorununu (işçi sınıfının en önemli sorunu belki de) gündemden çıkarmış oluyor.
Diğer yandan barınma gibi, sağlık hakkı, sosyal güvenlik, emeklilik gibi konularda da ülkeler birbirleriyle çok farklılar. Türkiye refah rejimi olarak Güney Avrupa ülkeleriyle aynı kategoriye konuyor. Yani aile, enformal ilişkiler vs. burada önemli bir refah kaynağı sağlıyor, kurumsal refah sistemi yetersiz vb. Her ülkenin kendine has şu ya da bu şekilde bir refah rejimi var ve bu refah rejimleri işçi sınıfının kendini yeniden üretmesini sağlamaya belli ölçülerde yetebiliyor. Peki, kendini şu ya da bu şekilde (ailesel destekle, sosyal yardımla ya da başka şekilde) yeniden üretebilen - en azından dünyanın belli coğrafyalarında kendini bir şekilde yeniden üretebilen- bir işçi sınıfı var ise, bu bizi bir işçi aristokrasisi kavramına götürebilir mi? Bu önemli bir soru, ben bu kavramın tarihi dahil, kullanıldığı bağlamı çok bilmiyorum ancak ortada aristokrasiyle benzeştirilebilecek bir şeyin varlığından bahsedemeyiz bence. Olsa olsa belli ölçüde kendini yeniden üretebilen bir sınıftan bahsediyoruz. Bu da bize enternasyonal bir işçi sınıfı hareketinin yokluğuyla dönüyor bence. Zira ortada yine öncesinde de bahsettiğim gibi homojen bir işçi sınıfı yok. Karşımızda heterojen bir olgu var. Türkiye üzerine yapılan Kuvvet Lordoğlu’nun bir çalışması, Kürt işçi sınıfının Türk işçi sınıfından daha az kalifiye, daha az ücretli işlerde istihdam edildiğini gösteriyor ve Türkiye işçi sınıfında etnik bir bölünmenin olduğunu iddia ediyor. Lordoğlu haklıysa, bu gerçeklik HDP’nin siyasi arenadaki başarısını açıklayan önemli bir unsur olarak da okunabilir. Ancak HDP’nin varlığı, aynı zamanda, Kürt işçi sınıfının sömürünün kaynağı olarak Türk müesses nizamını göstermesine de yol açıyor.
19. yüzyıldan 1945’e kadar olan dönemde -komünist hareketin yükseliş çağında yani-, işçi sınıfı bu bahsettiğim yeniden üretim kaynaklarından çok ama çok yoksundu. Ve bu durum, bugüne nazaran çok daha evrensel bir olguydu. Amerikalı işçi ile İtalyan işçisi ya da Türk işçisi çok daha benzer koşullarda yaşıyordu. Oysa bugünkü durum böyle değil bence. Bu da bizi şu soruya götürüyor. Bugün işçiler, farklı düzeylerde sömürülüyorsa (ölümcül hastalıkla hayatını yitiren kot taşlama işçisi ile sendikalı bir belediye temizlik işçisini, iş güvencesi olan bir devlet memuru ile kendi bürosunda çalışan yabancı dil bilen bir mimarı karşılaştıralım mesela… Sırasıyla ilkinde sömürü ölümle sonuçlanırken, ikincisinde enflasyon oranı altında zam oranıyla, üçüncüsünde can sıkıntısıyla, dördüncüsünde iflas ve proleterleşme tehdidini ensede hissetmeyle), hatta her ülkede işçi sınıfı farklı öncelikleri olan katmanlardan oluşuyorsa ve bu durum bizatihi burjuvazinin yegane stratejisiyse- yani işçi sınıfı içinde ekonomik ayrımlar yaratarak kendini yeniden üretmesi ve siyasi iktidarını koruması- bu durumda enternasyonal bir işçi sınıfı hareketinin öznesi kim olacak? Hangi işçiler? Neredeki sosyalistler? Bugün adında enternasyonal ifadesi geçen örgütler, "bütün dünyanın demokratları, birleşin" söylemini gündeme getirmektedir.
Ayrıca işçi sınıfı mücadelesinin aldığı görünümlerde coğrafyalara özgü durumların da fazlasıyla belirleyici olduğunu söylemeye gerek yok. Biraz daha örneklendirmek adına; örneğin Latin Amerika’da global şirketlerin yağmacılığı karşısında doğal kaynakların korunması mücadelesi daha etnik kimlikli bir mücadeleyle sürmüş, yerliler siyasi arenada seslerini dile getirmeye başlamışlar, Bolivya’da bu mücadeleler başbakan bile çıkarabilmelerine yol açmış, ABD’de ilk defa siyah bir başkan seçilmiş, diğer yandan Türkiye’de Kemalist rejim tarafından iktidardan pay kapamadığını iddia eden ve Müslüman kesimlerin sözcüsü olduğunu söyleyen bir parti 20 yıldır iktidarda kalabilmeyi başarmış vs. İşçi sınıfına karşı ekonomik, siyasi her türlü saldırı şu ya da bu ideoloji adına yürütülebilmiş ancak işçi sınıfı ve onunla ilişki içerisindeki diğer sınıflar (orta sınıflar ve ya küçük burjuvazi, kimi entelektüeller) işçi sınıfının öfkesini şu ya da bu ideolojiye kanalize etmeyi başarmışlardır. Açık ki sosyalistlerin burada alması gereken dersler olduğu görülebilir.
Son olarak, işçi sınıfı mücadelesinin geldiği ve gelebileceği düzeyi kestirebilmek ve buna bağlı olarak sınıf mücadelesinin bir parçası olmayı, sınıf mücadelesiyle temas edebilmeyi ve buradan hareketle sınıfın organik bir unsuru olarak sınıfın mücadelesinin anlamını işçi sınıfına ifade edecek olan sosyalistlerin, yukarıda açıklamaya çalıştığım konular üzerinden hareketle perspektif(ler) geliştirmesini acil görüyorum.