Kırmızılı Kadın demokratik bir yumruk
Kerem GÖRKEM
Üniversite yıllarım hayatımın hiçbir döneminde olmadığı kadar düşünce emeği içinde, fikir yürütme ve tartışmayla geçti.
Güzel tartışmalardı bunlar: Yirmi birinci yüzyıl Türkiye'sinin anti demokratik ve bilimsellikten uzak halinin bir izdüşümü olarak yozlaşmış, birer "ücretli çalışan fabrikasına" dönüşmüş üniversitelerde hala bu zemini keşfetme imkanının olması büyük şanstı. Bir mimarlık okulunda teknikten, peyzajdan, kentsel tasarımdan kafasını kaldırıp sürdürülebilir, erişilebilir ve hakça kentleri yaratmak için düşünmeye (ve düşündürmeye) zaman ayıran hocalarımız vardı. Sayıları azdı belki ama, esasen, bir kentteki sağlık tesisi, okul, park gibi donatı alanlarının optimum büyüklüklerini ya da artan nüfus için kentin hangi bölgelerinin hangi şartlarda "imara açılması" gerektiğine dair literatürü aktardıktan sonra bizim düşüncelerimizi öğrenmeye çalışıyorlardı. Taşradan ayrılıp büyükkente gelmiş, on dokuz-yirmisindeki bir kadın ya da erkek için iki sebeple önemliydi bu: İlkin, kendisini daha önce içerisinde hiç bulmadığı kadar demokratik bir ortamda görüyordu. Daha önce hiç rastlamadığı "türde" insanlarla bir amfide oturmuş, sırayla ve sabırla sözün kendisine gelmesini bekliyordu. İkincisi ve önemlisi, gözünü mevcut siyasi iktidarın baskıcı ve gerici rejimine açmış bir nesil için, kendisine bir şeyler öğretmekten sorumlu, bunun için devletten maaş alan kerli ferli bir üniversite profesörünün herhangi bir konuda fikrini sorması ve buna kıymet vermesi şaşırtıcı derecede ütopikti.
O gün sınıfta kente yapılması planlanan üçüncü boğaz köprüsü, bağlantı otoyolları ve bütün bu fiziksel yükün kentsel mekan üzerindeki olası etkileri konuşuluyordu. İki sebepten, tartışmanın konusu dönüp dolaşıp "yapılmalı-yapılmamalıya" geliyordu: Bir, apaçık magazinsel ve heyecanlı tarafı bunu tartışmaktı. İki, kendisini artık büyük yatırım projelerinin bizatihi müteahhiti gibi konumlandıran siyasi iktidarın bu cüreti çoğu kişiyi kızdırıyordu; haliyle bunun imkanlarını deşmek, konunun her şeyden önce bir yetki meselesi olduğunu hatırlatmak istiyorduk. Böyle bir anda, öğrencilerden biri şunu önerdi: Halk oylaması. Basitti: "Kente yapılacak böylesi büyük bir müdahaleye halk karar versin. Halk isterse yapılsın, istemezse yapılmasın. Demokratik mi, evet. E, daha ne? İstediğimiz bu değil mi?" Dersin asistanı söz aldı sonra, şiddetle karşı çıktı bu düşünceye. Kente inşa edilecek üçüncü köprü tartışması bilimsel bir meseleydi. Sonuçları, etkileri ve diğer tüm teknik kararlar halkın iradesine bırakılamayacak kadar önemliydi. Katiyen mümkün olamazdı bu, hakça görünen ama özünde çok tehlikeli bir fikir olduğunu söylüyordu.
Asistanın tavrını garipsediğimi, son derece demokratik bir yöntem önerisine neden bu kadar mesafeli yaklaştığını anlayamamıştım o zaman. Özellikle, "halkın iradesine bırakılamayacak kadar önemli" lafına çok takılmıştım. Ne demek yani, halk kendisi için iyiyi kötü ayırt edecek akla fikre sahip değil mi? Asistanın bakış açısının son derece üstenci olduğuna kanaat getirip karşı pozisyon almıştım. Apaçık yanılıyordu, haksızdı bana göre.
Şimdi dönüp, o günden bugüne yaşananlara şöyle bir bakalım: Halk oylamasına gidilmedi belki ama üçüncü boğaz köprüsü ve bağlantı yolları inşa edildi, şehrin akciğerlerine, Kuzey Ormanları'na bir bıçak gibi saplandı o altı şeritli otoyollar. Günden güne fakirleşen halkın kullanmadığı, kullanmak istese dahi pahalılığından çekindiği ama sözleşmelerde yer alan geçiş garantileri yüzünden o paranın yine kendi cebinden çıktığı bir gün bugün. Sadece bu da değil: Yaban hayatı, ekosistem, o tahribatlar... Ve tabii yeni havalimanıyla birlikte düşünüldüğünde, zaten dolup taşmış bir kentin üzerine yüklenen daha ağır koliler. Kolilerin altında ezilen bir İstanbul.
Ölçeği biraz daha küçültelim, resme daha uzaktan bakalım... Bir ülke görürüz o zaman, adı Türkiye. Yukarıda sözünü ettiğim, üniversitede geçen o tartışmadan sonra seçimler, halk oylamaları geçirmiş. Siyasi iktidar güçlenmeyi sürdürmüş ama en sert yumruğu halk oylaması sonunda, deyim yerinde "demokratik biçimde" vurmuş. Demokratik bir yumruk atmış yani: Sistemi değiştirmiş. Halka sormuş, halk "en doğru" kararı kendi iradesiyle vermiş: Bütün ülkeyi bir kişi, kendi inisiyatifiyle yönetmelekle yetkilidir demiş. Bu sonsuz yetkiyi vermek için kalkmış sandığa gitmiş, mührü vurmuş, "evet" demiş.
Bugün o iktidar, halk oylaması sonucunda meşruiyet kazandırdığı yeni sistemiyle canının istediği kararı alıp uyguluyor. Dün bunlardan birini duyduk ve kızdık: Gece 24:00'ten sonra müzikleri susturacaklarmış. Sonuçta, kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yokmuş. Kararı kim almış? Halk tarafından demokratik yollarla seçilen ve halk oylamasıyla sonsuz yetkilerle donatılan hürmetlimiz. Hakkı var mı, var. Kim verdi bu hakkı, halk! O zaman mesele yok...
Dönelim üniversitedeki tartışmaya... "Halkın iradesine bırakılamayacak kadar önemli" deyip beni kızdıran o asistan, Gezi direnişinin simgelerinden biri haline gelmiş Kırmızılı Kadın'dan başkası değildi.
Savunduğu bilimsellikti, akıldan yanaydı, hakça bir yöntem öneriyordu aslında. Demokratik bir yumruk yeme ihtimaline karşın, kavgasız bir toplumun hayalini kuruyordu. Ve haklıydı.