Korona salgınının düşündürdükleri ve geleceğin dünyası

Korona salgınının düşündürdükleri ve geleceğin dünyası
Koronavirüs gibi küresel toplumun bilincinde yer edecek bir olayın birey-toplum ilişkilerinde büyük değişikliklere fırsat oluşturduğu da bir gerçek.

Çağrı TANYOL


Herkes gibi koronavirüs korkusuyla eve kapandığım bugünlerde telefona yüklediğim uygulamayla çocukken boyama kitaplarında yaptığımız gibi ana hatları siyah kalemle belirlenmiş resimleri renklendiriyorum. Zaman geçirmek için hoş olmasının yanı sıra Edward Münch’ün belki de bugünlerde birçok kişiye bir şeyler düşündürebilecek "Çığlık" tablolusunun renklerini de beş dakikada doldurabiliyorsunuz. Benim gibi düz çizgi bile çizemeyen birisi için gerçek bir zafer!

 

Aslında koronanın bize düşündürmesi gerekenler belki de bu ellerimizde tuttuğumuz mini bilgisayarlarla başlamalı. Modernitenin bizi getirdiği noktayla ilgili son dönemde çok şey yazıldı. Bilgisayarların karar vermede insandan daha iyi hale gelmesinin etkilerinin ne olduğunu ve yakın gelecekte ne olacağını tartışıyoruz. Beni evde "ressam"a çeviren teknoloji aynı zamanda kendiliğinden giden arabaların yaygınlaşmasıyla milyonlarca nakliyatçıyı işsiz bırakacak. Savaş bölgelerinde insanın karar verici rol oynamasına gerek bıraktırmayan savaş makinaları birçok durumda insanların ölüp ölmeyeceğine karar verecek. İşin gerçeği, makinaların daha iyi karar verme yetisine ulaşmasından kendini kurtarabilecek bir sektör de yok gibi gözüküyor. Yakın gelecekte sağlık sorunlarının bir kısmı da hastanın yapacağı basit bir veri girişine makinaların verdiği yanıtlarla çözülecek. Şu anda sistemler sadece teşhise yardımcı olma rolünde. Ameliyat odalarında robot kolları da cerrahların elleriyle yapabileceklerinden daha kusursuz iş çıkarmalarını sağlıyor.

 

Teknolojinin geldiği noktada insan olmanın nitelikleriyle ilgili tartışmaların toplumsal boyutta yapılması gerekiyor. Bu sadece üretim ilişkileriyle sınırlı bir mesele de değil üstelik. Örneğin, arabaların insanlardan daha hızlı karar verebildiği bir dünyada araba kullanmanın bir anlamı kalacak mı? İyimser olarak farklı tüketim alanlarında amatör ruhun geri gelebileceğini hayal edebileceğimiz kadar, modern insanın derin bir anlamsızlık hissi içine düşebileceği riskini de değerlendirmemiz gerekiyor.

 

Klasik anlamda sosyalizm üretim araçlarının işçi sınıfların eline geçmesini öneriyordu. Kapitalist sınıf işçinin emeğiyle üretilen değeri elinde toplayan bir parazit rolündeydi ve üstelik tekelleşme ile beraber üretim olabileceğinden daha da verimsiz hale gelebiliyordu. Ancak makineleşmenin etkisi toplumların büyük kesimlerini üretim sürecinin dışına iter duruma gelirse toplumların gelecekleri nasıl şekillenecek? Ve daha önemlisi üretimin büyük bir kısmı insan emeği dışına çıkıyorsa sömürü kavramının anlamı ne olacak? Belki daha da önemlisi ulusların yarattığı maddi kaynaklar hangi ilkelere göre paylaşılacak?

 

Korona’dan önce insanların akıllarını kurcalayan bu konular bu hastalıkla beraber bir hızlanma sürecine girebilir. Birçok kişi işlerinin rahatlıkla evden yapılabildiğini gördü. Uzun yıllardan beri giderek kısıtlanan sosyal etkileşim, hastalıkla beraber neredeyse sıfıra indi. Devletin kentlerde kamusal alanları sınırladığı, yasalarda temel haklardan biri olmasına rağmen toplu gösterilere farklı yöntemlerle engel olduğu ve gittikçe polis devletine dönüşen demokratik ülkelerde bile hükümetlerin mevcut kriz sırasında elde ettikleri yetkilerden ne şekilde vazgeçecekleri konuşuluyor. Otoriter toplumlardan demokrasilere geçişi tarihin üst anlatıları olarak gören bakışın Çin’in yükselişi ile tersine dönüp dönmediği de sorgulanıyor. Bu salgında bile konuşulan konulardan biri otoriter Çin’in krizi daha iyi yönetip yönetmediği oldu. Belki bununla ilgili bir karar vermek için çok erken olsa da, kameraların ucuzlaması ve teknolojinin bireyi gözetim altında tutar hale gelmesiyle, "yoksa hepimizin geleceğinde üzerimizde taşıdığımız bir devlet baba mı var" sorusu artık bilimkurgu olmaktan çıktı.

 

Eğer koronanın kalıcı etkileri olacağını düşünüyorsak belki de bunlardan en önemlisi toplumda güvensizliğin artışı ve birey- devlet arasında demokrasinin temellerini oluşturan kurumların zayıflaması olabilir. Bu bizi en endişelendiren konu olmalı.

 

İşin tabii bir de çevre yönü var. İnsan aktivitelerinin bu kadar düştüğü bir dönemde doğanın hızla insanların alanlarını kontrolü altına almaya başlaması herkeste hayret uyandırdı. Evet, farklı bir dünya mümkün ama nasıl bir dünya?

 

Japonya’da çok uzun zamandır sistem dışına çıkmış, 20’li yaşlarına gelmelerine rağmen toplumla etkileşimi reddeden gençlerin dünyası ülkede tartışılan bir konu. Japonlar bu bireylere "hikikomori" diyor. Dünya kaynakları kapitalist çerçevede paylaşılmaya devam edecek ve toplumların çoğunluğu mevcut üretim sistemi içinde işlevsiz hale gelecek ise, toplumlar üretebilenler ve üretme fırsatı olmayanlar olarak ikiye ayrılacağa benziyor. Üretemeyenlerin ne kadar tüketim hakkı olacağı da büyük olasılıkla ulusal sınırlarla belirlenecek. Nitekim, koronanın yaşama ara verdiği bu günlerde Türkler gibi fakir uluslar neredeyse hiç devlet yardımı almadan yaşam mücadelesini sürdürürken Amerikalılar, Kanadalılar, Almanlar gibi şanslı milletler devletin hızla refah devleti özelliğini güçlendirdiğini görmedi mi? İspanya "evrensel temel gelir"i kalıcı hale getirme çalışmalarını sürdürüyor. Ne kadar başarılı olabileceğini göreceğiz. Böyle bir dünyada ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının daha da artması büyük olasılık. Kapital zengini ülkeler nüfuslarına bazı temel yaşam standartlarını emek karşılığı olmadan verecekse o kitlelerin herhalde en büyük korkusu üretime dahil olmadan bu varlıklardan yararlanma hayalleri kuran mülteciler olacaktır.

İşin bireyle ilgili yönüne dönersek, teknolojik değişimin zamanla hepimizi çok az tüketen, sosyalleşmeyi reddeden "hikikomori"lere dönüştürüp dönüştürmeyeceğini hep beraber göreceğiz. Tekrar altını çizelim: toplumla iletişimi son derece sınırlı biçimde varlığını gösteren milyonlar küresel tüketimi düşürebilir ve böylece gittikçe içinden çıkılmaz hal alan küresel çevre sorunlarına bir çözüm olarak görülebilirler.

 

İşlerin bu yöne gidip gitmeyeceğini görmek şu anda zor. Şunu görmek ise zor değil: süren kriz mülkiyet ilişkilerini alt üst edecek kadar karmaşık ve ölümcül değil. Tarihte mülkiyetle ilgili büyük devrimlerin ya toplumsal buluşlarla (kapitalizmin ortaya çıkışı bir örnek olabilir) ya da büyük savaşlar veya hastalıklarla gerçekleştiğini biliyoruz. Örneğin 14’üncü yüzyılda veba salgınlarının Batı Avrupa’da yarattığı iş gücü eksikliğinin "serf"liğin (feodal toprak köleliği) yok oluşuna neden olduğunu biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılan Almanya’nın doğu topraklarını kaybetmesi ve Prusya’yı da içine alan bu bölgelerin Sovyetler’in yönetimine geçmesiyle eski toprak sahibi Junker’lerin yaşadığı kaybı da tahmin etmek zor değil. Tarihte kuşkusuz en büyük varlık değişimleri bizim "tarih" olarak adlandırdığımız olayların bir sonucudur.

 

Peki eğer bu kriz bu kadar büyük değilse bu ne anlama geliyor? Tahminimce, son dönemin politik söylemini kullanırsak, küresel yüzde 1 ya da küresel zenginler sınıfı henüz mevcut mülkiyet ilişkilerinin sürdürülemez olduğunu düşünmüyor. Ancak, sistemde ciddi kırılmalar olduğunun da farkındalar. Bu nedenle zenginler kulübünün buluştuğu Davos’a son yıllarda küresel eşitsizlik ve çevresel tehditler damga vurdu.

 

Quo Vadis?

 

Hiçbir sınıfın kendi isteğiyle gücü elinden bırakmayacağını düşünürsek kitleleri "hikikomori"lere çevirecek bir toplumsal dönüşümün zengin azınlığa ne kadar çekici gelebileceğini hayal etmek de sanırım ne bir komplo teorisi ne de bilimkurgu olarak görülmeli.

 

Küresel temelde mülkiyet ilişkilerini değiştirecek sosyal kalkışmaların yokluğunda, yukarıda bahsettiğim üretebilenler ve üretme fırsatı olmayanlar yeni bir küresel sınıflamaya dönüşecektir. Aslında yakın geçmişin ekonomik tarihine bakılırsa 1980’lerde ortaya çıkan ve öncelikle A.B.D ve İngiltere’de siyasi meyvesini veren neo-liberalizmin, bu ülkelerde ucuz üretim maliyeti/ düşük tüketimle yaşayan alt sınıfları oluşturduğunu görebiliriz.

 

Ronald Reagan döneminin Amerika’sı, İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan yıkımın üstesinden gelen ve Amerika’ya rakip hale gelen Avrupa ve Japonya ekonomilerine karşı rekabet gücünü arttırmak için yükselme umudu kalmayan bir alt sınıf yaratmayı seçmişti. Sanayinin işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydığı izleyen on yıllarda Amerika büyük ölçüde bir hizmet ekonomisine dönüşmüş ve düşük ücret skalalarında milyonlarca iş yaratmıştı. Ancak bugünlerde otomasyonla o işler de yok oluyor. Yani bir yandan yaratılan umutsuz alt sınıflara yeni milyonların katılması gerekirken diğer yandan da düşük eğitimli kesimlere verilen hizmet sektörü işlerin de tamamen ortadan kalktığını görüyoruz. Dünyanın en zengin insanı haline gelen Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un satın aldığı Whole Foods süpermarketlerinin bazılarında artık kasiyer çalışmıyor. Telefonlarınıza yüklediğiniz uygulama aldığınız ürünleri ücretini uygulama hesabınızdan otomatik olarak alıyor. "En son ne zaman bir turizm acentesini aradınız" ya da "bir kitapçıya girdiniz" gibi sorular ise Amerika’nın birçok şehri için anlamsız derecede geriye dönük sorulara dönüştü.

 

Bu durumda dünya ya yeni paylaşım ilkelerini tartışmak ya da nüfusun bir kısmını sistem dışına itmek zorunda. Peki bu nasıl olabilir?

 

Antik Çağ’da Yunanistan ya da Roma’da azınlıklar vatandaşken, büyük kitleler yaşamlarının bir kısmını ya da tamamını köle olarak geçiriyordu. O dönemde kuşkusuz iş gücünün önemli bir kısmını oluşturan köleler birçok alanda özgür insanlardan çok daha eğitimli ve yetenekli de olabiliyordu üstelik. Onları özgür kişilerden ayıran en önemli özelliklerden biri ise kamusal hayatta herhangi bir haklarının olmaması; siyaset dışı olmalarıydı. Değişmeyen bir gerçek ise, kölelerin kendileri köle olmaktan mutlu olmasa bile, köleliğin olmadığı bir dünya gibi bir hayalleri olmamasıydı.

 

Kapitalizmin ve kapitalist "demokrasi"nin en muhteşem tılsımı ise olası değişimin etkisinde kalacak kitleleri değişimin gerekliliğine inandırması ve hatta bazen onların etkin katılımıyla gerçekleştirmesi. Japonya’da terimleşmesine rağmen "hikikomori" olarak yaşayan münzevilerin sayısı birçok sanayi toplumunda artış gösteriyor. Bunun paralelinde "Internet Gaming Disorder" yani, yaşamlarını Internet üzerinden oyun oynayarak geçiren kişiler de psikolojik bozukluğa sahip bireyler olarak inceleniyor. Ancak, nadir olarak görülen davranış biçimleri psikolojide anormallik olarak görülse de toplumların geneline yayıldıklarında bu davranışlara bakış değişiyor. "Gamer" kültürünün içinden gelen kişileri her gün saatlerce karanlık odalara kapanıp Internet üzerinden tek başlarına oyun oynamaya elbette kimse zorlamıyor. Ancak hem "hikikomori"leri hem de "gamer"ları toplumsal ilişkiler dışında kalmaya iten sosyolojik nedenler olduğu kuşku götürmez.

 

Bu noktada koronavirüs gibi küresel toplumun bilincinde yer edecek bir olayın birey-toplum ilişkilerinde büyük değişikliklere fırsat oluşturduğu da bir gerçek.

 

Her ne kadar insan uygarlığının geldiği seviye sayesinde emek olmadan hayata fiziksel olarak tutunabilecek münzevilerle, eski çağların kölelerini karşılaştırmak ilk bakışta ters gelse de kimin siyasi ve kamusal anlamda "kişi" olduğu, kimlerin ise bu sistemin dışında kalan yığınlara dönüşeceği, geleceklerini yaratmaya çalışan toplumlar için önemli bir konu olacak.

 

Tüm bunlar vatandaşlık kavramının büyük değişime uğrayabileceği bir geleceğe işaret ediyor. Ne yazık ki neo-liberal sistemin bize sunduğu "demokratik" siyasi tercihler bu tür konuların halklar tarafından açıkça tartışılabileceği ve değerlendirebileceği ortamları sunmaktan son derece uzak. Bu nedenle toplum güvenliği vurgulu ve korku temelli önlem ve "reform"lara karşı gerekli durumda örgütlü direnç göstermek her zamanki gibi son derece önemli.

 

Öne Çıkanlar