Libya’da şiddetin sara nöbetleri
Josef Hasek KILÇIKSIZ
Kaddafi rejiminin NATO'nun yardımı ile devrilmesinden dokuz yıl sonra ülke, daha önce eşi görülmemiş bir dış müdahaleye sahne oldu. Libya değişik fay kırılmalarının yol açtığı ve pek çok yabancıyla birlikte kendi vatandaşlarını da sorunsuzca yutan devasa bir iktidar boşluğunun coğrafyası haline geldi.
Jamahiriya'nın çöküşü, Kaddafi döneminde zapturapt altında tutulan merkezkaç kuvvetlerini serbest bıraktı. Merkezkaç kuvvetlerinin serbest kalmasından kastım, Misrata, Zintan gibi uyuklayan şehir devletleri ütopyalarının güçlü bir lider eksikliği nedeniyle uyanması durumudur. Bu uyanışı, zengin hidrokarbon ve petrol yatakları ile Orta Doğu'dan ithal edilen ideolojik çatışmalar bağlamında düşünmek gerektiği kanısındayım.
Kaddafi’nin ardından ülke sessiz ve "düşük profilli" bir çatışma ortamının içine düştü. Görece daha az gürültü çıkaran bu düşük profilli çatışma yılları boyunca, Avrupalılar ve Amerikalılar sadece üç konuyla ilgilendiler: Petrol, terörizm ve göç. Avrupalılar ile Amerikalıların sadece petrol, terörizm ve göç sorunu üzerine odaklanan bu üçlü saplantısı vizyonlarının bulanıklaşmasına yol açtı. Zira bu üç alanda durum yıllar içinde görece düzeldi.
Mesela Mareşal Haftar, Eylül 2016'da Petrol Hilali denen bölgeyi ele geçirdiğinde petrol uluslararası pazara yeniden akmaya başladı. Terörizm, 2016'da Haftar tarafından sadece Bingazi'de değil, İşid’in beşiği sayılan Sirte'de de Sarraj'a sadık olan Misrata milisleri tarafından, Africom’un da yardımıyla, büyük bir yenilgiye uğratıldı. Trablusgarp'taki Sabratha milisleri ile İtalyanlar arasında 2017'de yapılan gizli anlaşmalar sayesinde, daha önce Lampedusa'ya yoğun bir şekilde olan göçmen ve mülteci akışı büyük oranda durduruldu.
Fakat bu göreli düzelme, alttan alta giderek derinleşen yeni kriz algısını tamamen yok etmiştir.
Bu üç cephede durumun görece normalleşmesi Avrupalılar ile Amerikalıları biraz olsun rahatlattı ve onları ülkede olup bitene karşı kayıtsız hale getirdi. Ancak bu dış kayıtsızlık içinde sessizce kuluçkalanan şey, Mareşal Haftar’ın tüm ülkeyi fethetme projesiydi.
Haftar ismi neyle ilintilidir? 2011'de Bingazi devrimine katılmak için ülkeye dönmeden önce ABD'de yirmi yıl sürgün hayatı süren Kaddafi’nin bu eski yakın arkadaşının serüvenini büyüteç altına almadan Libya’daki iç savaşın dinamiklerini anlamak mümkün değildir.
Haftar, Bingazi'de anti-cihatçı mücadele ve Petrol Hilali’nin yeniden üretime açılması olmak üzere siyasi kariyerini iki büyük kolon üzerine inşa etti. Sarraj ona göre terörist milisler tarafından rehin alınmış biriydi ve bu nedenle onunla iş birliği yapmak anlamsız ve gereksizdi. Haftar yürüyüşünü BM arabuluculuğuyla taçlandırmış olsaydı muhtemelen şimdi ülkenin tümünün lideri olarak tarih yazmış olurdu. Oysa Batılı güçler ona siyasi bir çözümü salık verirken o, BM’in silahlanma ile ilgili ambargosunu hiçe sayarak, savaş makinesini Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır'ın da aktif desteğiyle ağır silahlarla donattı. Silahlanma sayesinde özgüveni artmış biri olarak, Nisan 2019'daki Trablus'a saldırısı bu bağlamda bir sürpriz olarak değerlendirilemez. Bu arada Nisan 2019'daki Trablusgarp saldırısı mevcut krizin kurucu eylemi niteliğindedir.
Haftar aslında, 2011’den beri "İhvancılar" sayesinde uzun bir yol kat etmiş olan "Arap Baharı" denen siyasi parantezi kapatacak bir eylemsellik peşindedir. Bölgesel otokratların ve aşiret reislerinin hibrit koalisyonu tarafından cesaretlendirilen Haftar’ın, Müslüman Kardeşler karşıtlığı dışında, aslında siyasal bir projesi bulunmamaktadır. Haftar'ın köktenci İslam karşıtı söylemi, güçlü bir lider arayışı içinde olan ve terörizmden mustarip bölge ülkelerini baştan çıkarmaya yetti. Bu diskur sayesindedir ki, Haftar’ın köktendinci Selefi Suudi ekolü ile perde arkasındaki flörtü dikkatlerden kaçmıştır.
Baş aktörleri Türk-Rus ikilisi olan dış müdahalenin tırmanması ülkeyi giderek Suriye uçurumuna benzer bir noktaya yaklaştırdı. Arka planda paralı milislerin giderek artan sayısı ile somutluk kazanan dış müdahale ülkeyi tehlikeli bir uçurumun kıyısına sürükledi. Dış müdahalenin aktörleri şu anki uluslararası güç boşluğu ikliminden yararlanma arzusu ile yanıp tutuşuyorlar.
Libya’nın artan dış müdahalelerle birlikte ülkenin "Suriyeleşmesinden" korkuluyor. Suriye ile kurulan paralellikler Paris'te ve başka yerlerde giderek daha kaygı verici olmaya başladı. Suriyeleşme denen bu yeni kavram Libya’daki savaş ile birlikte anıldığında korkutucu boyutlar kazanıyor. Doğu Akdeniz'de yeni bir kriz ateşinin alevlenmesi, Libya’nın Kuzey Afrika'daki komşuları ve hatta daha güneye inildikçe Sahel denen bölgeye kadar bir istikrarsızlık unsuru taşıması açısından Suriyeleşme kavramının çağrıştırdıkları şeyler siyaseten ve içtimai olarak hacimlidir.
Ancak paralelliklere rağmen bu iki sahneyi (Libya ve Suriye) birbirinden ayıran farklar da mevcut. Mesela İran’ın yokluğu nedeniyle Sünni-Şii mezhepsel çatışması da büyük resmin içinde bulunmuyor. Bu şiddet tiyatrosunda Kürtler de yoktur. İşid de şimdilik bu sahnenin bir figüranı değildir. Libya’nın yüzölçümü Suriye'ninkiyle neredeyse hiç kıyaslanamazken, zayıflıklarına rağmen Şam’ın, Trablusgarp’ın kaybolan otoritesine oranla daha fazla "erk dikeyliğini" koruduğu gözleniyor. Ayrıca Suriye’dekine kıyasla Libya'da daha çok zamana yayılan ve yavaş ilerleyen bir kriz ritminden söz etmek mümkün.
Ancak bu farklılıkların ötesinde, Suriye krizi ile önemli benzerlikler endişe vericidir. Suriye’de olduğu gibi Türklerin ve Rusların ağır askeri müdahalesi bu benzerliklerden sadece bir tanesidir. Türkler gün ışığında müdahale ederken, Ruslar Wagner grubu paralı askerlerinin arkasına gizlenerek ülkeye müdahale ediyor.
Uluslararası kamuoyu tarafından yalnız bırakıldığını düşünen Trablus'taki Sarraj kendisini Türkiye’nin kollarına attı. Ancak bu yardım talebinin ihvancı proje ve Osmanlı nostaljisi etrafında somutluk kazanan siyasi bir boyutu var. Bu iş birliğinin ekonomik boyutu ise Akdeniz'de, özellikle son zamanlarda, keşfedilen gaz sahaları ile, Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Mutabakatı etrafında somutluk kazanıyor.
Son zamanlarda silah ambargosunun izlenmesinden sorumlu olan Fransız gemileriyle "Çirkin" arasındaki sürtüşme bu gerilim ışığında okunmalıdır. Gerilimin Rus kısmına gelince, Amerikalılara göre Ruslar, Haftar'ın pozisyonlarını korumak için bu yılın mayıs ayında birçok Mig-29 ve Sukhoi-24'ü Jufra hava üssüne konuşlandırdı.
Haziran başlarında Haftar’ın Trablusgarp kapıları önündeki yenilgisi ile birlikte Sirte şehri, Türkiye tarafından alenen desteklenen Sarraj yönetiminin artık hedefinde bulunuyor. Öte yandan Haftar yönetimindeki doğu Syrenaica bölgesinde apaçık bir "Ruslaşma" sürecinden söz etmek mümkün. Ülke Türkler ile Ruslar arasında bir nüfuz çekişmesi arenasına döndü.
Sirte on yıllık siyasal ve etnik kramplar ile "şiddetin sara nöbetlerinin" sembolik şehri olarak ön plana çıktı.
Acı bir ironi olarak bir zamanlar hem Muammer Kaddafi yönetiminin sadık beşiği hem de İşid’in eski kalesi olan Sirte şehri ülkenin ikiye bölünmesinin de sembolü haline geldi. Sirte iki yabancı hükümranlığı altında kalan bölgenin varoluşsal sınırını temsil ediyor.
Şehrin stratejik konumu ve yüklendiği sembolizm, Haftar'ı destekleyen Mısır Cumhurbaşkanı Mareşal Abdel Fattah Al-Sissi'nin 20 Haziran Cumartesi günü yaptığı açıklamayla daha da bir somutluk kazandı.
Al-Sissi, Sirte'yi daha güneyde bulunan Jufra üssüne bağlayan 250 km alanı "kırmızı hat" olarak nitelendirdi ve bu hattın Sarraj kuvvetleri tarafından geçilmesi durumunda, Mısır ordusunun savaşa resen müdahale edeceğini belirtti.
Görüldüğü üzere tırmanış ilkbahardan beri artarak sürüyor. Bu tehlikeli tırmanışın tam ortasında kalan Libyalılar için asıl sorun, barışta olduğu gibi savaşta da egemenliklerinden geriye kalanları kaybetmek tehlikesidir. Zira Ankara ve Moskova, daha önce Suriye’de denenmiş olan, askeri rekabete eşlik eden diplomatik arabuluculuk türünden hibrit ve bulanık bir ilişkiyi Libya’da yeniden üretiyorlar. Bu ilişki türünün ülkenin toprak bütünlüğü ve egemenliğine hizmet etmediği Suriye örneğinde deneyimlenmiş bir şeydir.
Zira Rus ve Türk nüfuz alanı rekabeti söz konusu olduğunda Suriye’nin ve Libya’nın toprak bütünlüğü ve egemenlikleri sadece söylemsel düzeyde kalmaya mahkûm olgulardır.
Türkiye’nin Boğazları ile NATO üyeliği, Rusların ise gazları ve askeri üstünlükleri, bu rekabette her bir ülkenin diğeri üzerinde kullanabileceği önemli kozlar olarak öne çıkıyor.
Ancak Avrupa'nın güney kapılarında bir Türk-Rus zımni ortaklığı ya da rekabeti Libya’daki iç savaşı çığırından çıkaracak etkilere sahiptir.
Türk-Rus iş birliği/rekabeti, aynı apartmanda kat mülkiyeti olan komşuların birbirlerine katlanmasına benzetilebilir. Bu ucube "kat mülkiyeti iş birliği" nedeniyle Libya, özellikle Suriye ile bağlantılı olarak, küresel bir pazarlığın piyonu derecesine indirgenmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Mesela Erdoğan ile Putin arasında, Türkiye'nin, Suriye’nin İdlib cebini bırakmasına karşılık, Rusya’nın Haftar'ın sonsuza kadar ülkenin doğusunda kalmasını sağlayan bir anlaşma olabilir.
Kısacası Suriyeleşme, iktidarsız bir Avrupa'nın güney kapılarında ateşkes ve cephe savaşları döngüsünde somutluk kazanan fatal bir olgudur.
Yıllar önce yolum Libya’ya düşmüştü. Libya’da güneye doğru gezdiğim küçük yerleşim yerleri, Yüzyıllık Yalnızlık’taki Macondo kasabasını andıran özellikte yerlerdi. Sonsuz göçün, çingenenin, tütsünün, zurna etrafında dans eden yılanın, elinizdeki yiyeceği kapan maymunun ve soluk benizli çocukların kol gezdiği kafkaesk bir mikro evreni andırıyordu.
Ülkenin Akdeniz kıyısındaki Sirte’de ve Mısrata’da ise, neredeyse "Barok" varlıkların Avrupa hayalleri kurduğu ve bu hayallerin dağılması için tamamen Faulkner’yan bir kronolojik ayırma yöntemiyle zamanı böldükleri insanlar yaşıyordu.
Kaddafi’nin devrilmesi ve iç savaş, milislerin puslu geçit törenleri, unutulmaya ayrılan zamanlar, şiddet ve hayal kırıklığı labirentlerinde kaybolan insanlar bırakmış.
Tunus basınında (Es-Sahafa ve Al-Horria) Libya’daki Osmanlı bakiyesi Türklerin Erdoğan’ın Truva atı olduğuna dair haberler çıktı. Bazı gazeteler, Erdoğan’ın Libya’da yaşayan yaklaşık bir milyon Türk kökenli insanın çıkarlarını savunmak bahanesiyle Libya’ya müdahale etmek istediğini yazdı. Asıl gerekçelerin petrol yatakları ve kıta sahanlığı anlaşmasında aranması gerektiğinin altı çizildi.
Libya'daki Türkler Kuloğlu (ya da Köleoğlu) adıyla anılıyorlar. Haberlerde, Kuloğullarının, Osmanlı'nın leventleri ile Akdeniz’de korsanlık yapan akıncılarını yerel halktan kadınlarla evliliğe zorlamasından oluşan bir ırk olduğu savlandı.
Bu tezlerin izinin Panosmanlıcılık hayallerinde aranması gerektiğini söyleyen Acharaâ Al Magharibi gazetesi, Tunus’un da bir zamanlar Osmanlı’nın bir parçası olduğunun unutulmaması gerektiğinin altını çizdi.
Libya'nın Mısrata şehri, Türklerin ağırlıklı olarak toplu halde yaşadıkları bir yer. Acharaâ Al Magharibi gazetesi, Kaddafi’nin Mısratalılara güvenmemesinde bu etnik faktörün rol oynamış olabileceğini belirti.
Osmanlı döneminde Libya'nın güneyindeki Fizan bölgesi, gitmesi zor, dönmesi ise imkansıza yakın bir sürgün yeriydi. Saraya pek çok muhalif buraya sürgüne gönderilmiş ve geriye kalan hayatlarını burada tamamlamak zorunda bırakılmıştı.
Gazete "Arap baharı yaşandığında Mısır Türklerini gerekçe göstererek Mısır’ın iç işlerine niye müdahale edilmedi?" diye soruyor. Ardından, "Bu sorunun en gerçekçi yanıtı, o tarihte orada ihvancı Mursi’nin seçimleri kazanmış olmasıdır" diye ekliyor.
Bu parantezi kapatmadan önce, Türkiye’nin etnik argümanlarının bölge aşiretlerinin Hafter’in arkasında toplanmasına neden olduğunu belirtelim. Hafter sömürgecilik karşıtı damar üzerinden Arap milliyetçiliği propagandası yapıyor. Bu propagandanın, kısmen de olsa, tuttuğu söylenebilir.
Bu parantezi kapattıktan sonra değerli dostum Conakrili Alphonso’nun (gerçek ismi bende saklıdır) trajik hikayesine gelelim.
Ülkesi Gine’den kaçmak zorunda kalan ve Fransa'da iltica başvurusu reddedildikten sonra Rusya üzerinden Finlandiya’ya gelen Alphonso’yu kastediyorum.
Onunla ilk defa, tercüman olarak çalıştığım Fin yabancılar dairesinde (MIGRI) tanıştım. İltica başvurusunda tercümanlığını yaptım. Batı Afrika'ya özgü geleneksel bir giysi olan "Daşiki" giyinmiş bu genç adam, yüzünde ve vücudunda cehennemin içinden geçen bir yolculuğun izlerini taşıyordu. Bilirsiniz, derin yaralar her zaman görülmez.
Bir ilticacı olarak köleliğe mahkûm edildiği Libya cehenneminden kaçışını anlattı.
Önce Cezayir’in başkenti Cezayir’e gelir. İzbe bir kampta bir grup genç Afrikalı ile birlikte arkadaş olur ve orada bir ay kalır. Ardından Avrupa’ya geçmek için Libya cehennemine girer.
"Libyalılar için talebi yüksek ama kıt bulunan bir metaayız." diye lafa giriyor. "Sokakta yürüyen siyahi bir adam ender bir fenomendir ve köle olarak satılmak için hemen yakalanır."
Alphonso orada arkadaşlarından zorla koparılır. "Patronları", (siyahileri alıp satan köle tüccarları için kullanılan terim) onu hurma plantasyonlarında ve şantiyelerde zorla çalıştırır. İşkence görür. Hayatta kalmak ve gün boyunca sadece bir öğün yiyebilmek umuduyla çalışır.
Kaldıkları yer eski bir Kaddafi kışlasından bozma bir yerdir. "Atmosfer çok nemliydi. Bir balık kapılardan içeri girip pencerelerden dışarı çıkana kadar odaların havasında adeta yüzebilirdi." diye tanımlıyor kampın rutubetli durumunu.
Cehennem yaşantısı iki yıl sürer. İşini kötü yapması durumunda, kafada kırılan sopaların veya ayaklara sıkılan kurşunların haddi hesabı yoktur. Alphonso bu işkencelerin izlerini hâlâ vücudunda taşımakta.
Biraz duraksayıp derin derin soluklanarak, diğer köleler arasında yirmili yaşlarında bir Malili olan İsmael’den söz ediyor. "Bize iki gündür yemek verilmemişti. Kamptaki gardiyanlarla, İsmael’in de karıştığı, bir ağız dalaşı meydana geldi. Gardiyanlar birden gelişigüzel ateş etmeye başladılar. Anlaşılan, kampta aramızda kalan biri bu konuşulanları gardiyanlara bildiriyordu. Birine güvenip teslim olduğunuzda, içinizi döktüğünüzde eğer ihanete uğrarsanız, bedeniniz kadar ruhunuz da kan içinde kalır" diyor.
Kurşunun biri İsmael'in boğazını delip geçmiş. Alphonso’nun kendisi İsmail'i gömmek zorunda kalmış.
Anlatırken gözleri yaşarıyor. "İsyan etmek istedim ama yapamadım. Kendilerine İslami milis diyen bu milislerin çoğu zamanında Sarraj’ı destekliyordu. Sırf aynı renkten olmadığımız için bize bu insanlık dışı muameleyi reva gördüler. Belirli bir kişiden nefret etmiyorum ama kendime o insanların kalpsiz olduklarını ve çağımızda yaşamayı hak etmediklerini söylüyorum." diyor.
Alphonso daha sonra Sabratha'da yaşayan yeni bir "patron" a satıldı. İkinci patron, onu "iyi çalışırsa" Akdeniz'e götürmeyi vaat ediyor. Ve bu vaadini tutuyor. 2 Ekim 2016'da hamile kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere yaklaşık 150 kişi GPS’siz, pusulasız derme çatma bir bota bindiriliyor. Avrupa'ya ulaşmaları için gösterilen tek doğrultu Kuzey Yıldızı'nı takip etmektir. Tekne yavaş yavaş su almaya başlıyor. Zifiri karanlık, yolcular panik içinde.
Akdeniz, Alphonso gibilerinin birbiri ardına yutulduğu nokta çevresindeki, konjonktürel, dinî, siyasal, sosyal ve ekonomik eş merkezli dalgaları tanımlayan derin ölümcül gölün adıdır.
"Korkudan tükürüğüm kurumuştu. Teknedeki herkes ‘Allahuekber’ diye bağırmaya başladı."
İtalya'ya yaklaştıklarında tekneleri batar. Alphonso kendini denizde bulur ve can yeleğine asılan düdük sayesinde onları kurtarmaya gelen Aquaris gemisini uyarmayı başarır.
"Yaşadıklarımın düşmanımın başına bile gelmesini istemezdim." diye ekleyip bir sigara daha yakıyor.
Hayatta kalma serüveninin Fransa kısmını atlıyorum.
"Ben havada çırpınan yorgun bir kuşum, nerede bir dal bulursam konuyorum." diye bitiriyor sözlerini.
Bunları niye anlattım? Beyaz tenli Araplar arasında din kardeşliğini hiçe sayan bir zenci ırkçılığı var. "Karası aksa da bembeyaz olsa" şeklinde karikatürize edilen bu ırkçılığa Tunus’ta, Suriye’de ve görece daha modern bir ülke olan Lübnan’da da rastladım.
Bu ırkçılığın sosyolojik nedenleri üzerinde bir ton şey yazılabilir. Ancak bu başka bir yazının konusu. Hayat, eski mazlumların yeni zalimlere dönüştüğünün (ve vice versa) sayısız örnekleriyle dolu. Sürüp giden bir çeşit dönel ahmaklık işte, elden ne gelir!