Maskelerde saklı yüzler, yüzlerde saklı maskeler
Ahmet İLHAN
Maske sözcüğü, son dört ayda Covid-19 salgınıyla birlikte, bütün dünyada düşünce fiillerimizin baş nesnesiydi, demek abartı olmaz, sanırım. Aynı süreçte, maskeli cümlelerimizin içinde kaçınılmaz olarak yer alan meşhur virüsün; çoğu otoriter hükümetlerce yönetilen yoksul ve yarı yoksul ülkelerin yanı sıra, burnundan kıl aldırmayan zengin Batılı ülkelerin de gerçek bir felaket karşısında takındıkları tüm ayartıcı maskelerinin düşmesine, gerçek yüzlerinin ortaya çıkmasına vesile olduğu türündeki tartışmalar da gündemi meşgul etti. Bütün bu zaman zarfında maskeler, hem maddi bir ihtiyacın hem siyasi, psikolojik ve felsefi alanın bir imgesi olarak birçok makaleye de konu olarak zihinsel faaliyeti zenginleştiren bir işlev gördü.
Geçmişi bin yıllar öncesine dayanan maskelerin bulunduğu, bunların özellikle şamanlar, büyücüler ve din adamları tarafından kâh Tanrı kâh Şeytan rolünü yerine getirmek için ritüellerde kullanıldığı söylenir. Maske sadece din adamlarının, savaşçıların taktığı bir araç olmaz, eğlence sektöründe de örneğin Rio Karnavalı gibi bazı toplu gösterilerde, balolarda bir süs ve eğlence aracı olarak sıkça kullanıldığı olur. Sanatın çeşitli dallarının da ilgi gösterdiği bir imge olmuştur, maske. 16.yüzyıl trajedi oyuncularının taktığı maskelerden yakın zamanın maskelerine geldiğimizde, aklımıza ilk elden Alexandre Dumas'ın Demir Maskeli Adam’ı, bir film karakteri olan Zorro, The Mask, çizgi film karakteri olarak doğan Kızıl Maske (Fantom), çağdaş film endüstrisinin fantastik karakteri Batman, Kedi Kız, Örümcek Adam karakteri ve bir korku nesnesi olarak kullanıldığı Hannibal Lector örneği gibi örnekler gelir. Bir de buna Hristiyan dünyasında düzenlenen Cadılar Bayramı’nda takılan maskeleri de eklemek gerek. Bu arada dikkatimizi, maskelerin, hem bir imge olarak hem de gerçek bir aksesuar olarak daha çok Batılı kültürde kullanıldığı çekiyor. Belki de bu, Doğu toplumlarının maskeye ihtiyaç duymayacak denli kapalı, metaforik anlam dünyasının ve çoğunlukla hile ve desiselerle inşa ettiği toplumsal ve siyasal yapısının neden olduğu bir durumdur. Kim bilir!..
Son aylarda bir virüs salgını üzerinden gündemimize gelen maskeler, sadece sağlık ihtiyacımızın, dini ritüellerin, törenlerin, sanat dallarının maddi bir aracı, imgesi değildir elbette. İnsanlara " Ben kimim? sorusunun hem maddi-görsel hem de manevi bir cevabı olarak daha fazlasını anlatır maskeler. Bu anlamda yüzümüz bizim geçek maskemizdir ve onu her zaman takıp kullanmak için hazırda tutarız. Duygularımız da çok kullanışlı maskelere dönüşebilirler, bizim için. Örneğin yenildiğimizi, aşağılandığımızı düşündüğümüz bir anda gurur; sevilmeyi talep ettiğimiz birinden sevgi görmediğimizde öfke; gücümüzün yettiğini düşündüğümüz biri karşında zorbalık; anlayamadığımız bir şey karşısında korku; güvensiz hissediyorsak bunu kapatmak için abartılı ben gösterisi maskelerinin arkasına kolayca saklanabiliriz. Bu duygu maskelerinin çoğu, karşılayamadığımız, üstesinden gelemediğimiz yaşam çağrılarının sahte ödemelerle karşılanmaya çalışıldığı çabalarımıza denk gelir. Her şeyin yolunda gittiğine kendimizi ve yakınımızdakileri ikna etmenin araçlarıdır maskelerimiz. Örneğin iş hayatımız, arkadaşlık ilişkilerimiz yolunda gitmiyorsa bunu tamir etmenin, buna tahammül etmenin en kolay yoludur duygu maskeleri. Ya da Adorno’nun evlilik konusunda söylediği gibi: " İnsanca gerekçelerini yitirmiş olduğu bir çağda yine de yaşamaya devam eden evlilik kurumu, bugün genellikle bir sağ kalma hilesi olarak kullanılıyor." Bu hilenin, evlilikte iki suç ortağına da kullanabileceği çok sayıda maske sağladığı yadsınamaz, değil mi? Bu hileyi bütün yaşam alanlarımıza taşıyabiliriz, elbette. Duruma uygun birini takar ve ilerlemeye çalışırız.
Filozof Agamben’in hükümetlerin, virüsü, toplum üzerinde daha fazla kontrol sağlama ve denetim mekanizmalarını bireylerin aleyhine işletmek için bir bahaneye dönüştürdüğü düşüncesi, virüsün topluma karşı bir maske olarak kullanılıp kullanılmayacağı tartışmasına dönüşerek meselenin kavramsal olarak farklı çağrışımlarla ele alınmasına olanak sağladı. Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, "Her derin zihnin bir maskeye ihtiyacı vardır" demişti. Upuzun yorumların konusu olabilecek bu sözü, birbirine zıt iki farklı yönden ele almak mümkündür: Birincisi, derin zihnin-düşüncenin, çevresini kuşatan şeytani sığlığın şerrinden ancak maskeler yardımıyla kendini koruyabileceği; ikincisi de sığ cehaletin kendini derin düşüncelerden korumak için maskelerin ardına sığınacağıdır. Nietzsche bunu söylerken belki de filozofların derin düşüncelerinin, düşünce kaçağı zevatın yanlı, yanlış ve bilgisizce yorumlarıyla tahrif edilmesi endişesini, dile getirmek istemiştir. Düşüncenin otantikliğinin, yorumlayıcı tahribatın cebrine maruz kalmamak için maskeler kullanması ve diğer taraftan bunun karşıtı olacak biçimde düşüncenin gücünden korkan cehaletin de kendini maskelerin ardına saklaması bir paradoks alanı yaratıyor. Bu paradoks, bize, ne yaparsa yapsın insanların maskelenmekten kaçınamayacağını da anlatır. Belki de bu bilinçle Bachelard, maskelenmekten kaçınamayan yüzün kimyasını tanımlamak için: "Yüz bileşik bir mozaiktir" demiştir. Yüzde beliren herhangi bir ifadenin, ortaya çıkar çıkmaz değişip gizlenmesinin ve bu değişimin sürekliğinin ürünüdür mozaik. Bu durum bir çeşit keyfilikten çok, mecburiyet fiiline işaret ediyor. Yalan ve doğruluk, samimiyet ve sahtelik diyalektiği arasında bunalan yüzün gizlenme arzusu, bu zorlanmaya karşı bir direniş fenomeni olarak ortaya çıkıyor. Fakat bu maskeler, imzasız bir uzlaşının, ortak fikrin ürünü olarak kullanıma sokulur ve her zaman daha fazlasını ifade eder. Çünkü yüzümüzün bileşiğinde saklı maskeleri istemsizce kullanırız ve bu da maskelerin ardında saklı birçok değişkeni olan duygusal hazinenin sınırsız ifade alanıyla karşı karşıya bırakır bizi. Bu alanın, işaretleri-şifreleri bizi, maskeyi taşıyanın mağduriyetlerden oluşmuş saklı gezegenine götürür. Birey bu maskelenmeyi, Jung’un arketipler dediği bilinçaltına saklı ben’likler yardımıyla yapar. Arketipler, görünen ben’in korumaları gibidir ve ihtiyaç duyduğu her anda yardıma koşarlar. Maske takmak, bir başka açıdan bakıldığında anlam ödünç almak gibidir. Çünkü hayatımızı dizayn eden, gücümüzün çok üstündeki dış dünyanın sorunlarıyla baş etmek ve ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için bu maskeleri kullanmaya mecbur bırakılırız.
Maskeler takarız, çünkü "dünyaya yakalanma korkusu" içinde yaşarız. Bizi bulacakları korkusu, sahte görünüşler arkasına saklanmaya ve maske kullanmaya iter bizi. Gerçek benliğimizin bir yetersizliğe, dünya düzeninin yeter şartlarını yerine getirmemeye işaret ettiği zamanlarda "sadece kendimiz olmak" suçüstü yakalanmak gibi gelir bize ve kişiliğimizi maskelerle destekleriz. Yani özünde maskelerimizi, kendimizi başkalarından korumak için takarız, fakat bu çaresizce bir çabadır çünkü ne zaman bir maskeyle ortaya çıksak bu bizi, bir diğerinin eksikliğini yaşayacağımız süreklileşmiş bir korku durumuna sabitler. Bu süreklileşmiş panik-endişe durumu da bizi kendimiz gibi davranamayacağımız bir anomali, anksiyete hali içinde tutarak kendimizi ancak maskelerin ardında güvende hissedeceğimiz bir ruh durumuna sabitler.
Kimliğimizi mahremiyet dairesi içine almanın bir aracı olarak kullandığımız maske, başka bir tehlikeye de alan açar, çünkü onun ardında gizlenirken gerçekte kim olduğumuzu da unutup maskeyle temsil ettiğimiz kişilere dönüşebiliriz. Özgürce davranmak, açık kimliğimizle ifade edemediğimiz şeyleri ifade etmek maskenin arkasına saklanarak mümkün olsa da maske yüzümüzü saklayan ama gerçek benliğimizi saklayamayan bir şey olarak karakterimizin en tehlikeli, karanlık yönünü de ortaya çıkarabilir. Maske takmanın bu işlevsel yönü zamanla taşıdığımız maskelerin derimize yapışarak üstümüzde kalıcılaşmasına dönüşebilirler ve onları çıkarmak için derimizi soymak da yetmeyebilir. Dünyanın mevcut işleyişinin, bireyi maskeli davranışa ittiği ve sistemin kendince en makbul maskeleri ödüllendirdiği bir dünya düzeninde, birey sürekli taklitlerle varlığını sürdürebiliyor. Bazen taklit ettiği gerçek kendisi de olabiliyor ama bu, artık hangisinin taklit olduğu kavranamaz boyutta oluyor. Tam bu arada modern psikoloji havarileri, yaşam koçları ve deneyim tüccarları devreye girerek bireye sürekli fısıldamaya başlarlar: "Kendin ol, kendin ol!.." diye.
Kendi olmak da öğrenilmiş ve belli standartları oluşmuş bir öğreti ve deneyim aktarma alanına dönüştüğünden "kendin ol" artık kişinin özgün benini, içsel bir yolculuk yaparak bulabileceği bir kimliksel alan değildir. Kendi olma oyununda çıkılan içsel yolculuğun hazır kurulu dili, istese de bireyi kendi olmaya ulaştıramayacaktır. Bilincimizde ve bilinçaltımızda saklı birçok maskenin arasına bir de profesyonel "ben " pazarlayıcılarının, psikologların ve tabi cebrine maruz kaldığımız siyasal ve ekonomik sistemin bizi kullanmaya zorladığı maskeler katılır. Bu arada oynayarak ve maske takarak içinde yer almaya çalıştığımız çok yüzlü yalan düzeninde gerçekte en çok kandırdığımız kişi de kendimiz oluruz. İş ve özel hayatımızda basamakları hızla çıkmak, başarılı ve mutlu olmak için hazırda bekleyen maskelerimiz vardır ve bunları çekincesiz, rahatça kullanmanın meşruiyetini sistemin işleyiş biçimini bahane ederek elde ederiz. Kimsenin kendisi olamadığı, otantik-özgün halinin arayışı içinde olmadığı bir toplumsal düzende maske takmak hicap duyulacak bir şey değildir ama maskelerini yerli yerince ve ustalıkla kullanamamak utanç, başarısızlık duygusu ve aşağılanmayla sonuçlanabilir. Kendisi olma çabasının hiç durmadan büyük bir mücadele gerektirdiği sahteleşmiş bir toplumda, bireyin bu arayışı dervişane bir sabır ve çaba gerektirecektir.
İçinde olduğumuz sibernetik çağda teknolojinin marifetiyle de yüzlerimizi, değiştirip maskeleyebiliriz, çağın teknolojik imkânları benliğimizi, yüzlerimizi maskelemek için bize yeni olanaklar da sunar. Twitter, facebook, instagram gibi sosyal medya mecralarında binlerce maskeli yüz, açık veya gizli hesaplaşmaların tetikçiliğini yapar. Siyasal, ideolojik, politik ve ekonomik savaşların silahına dönüşmüş cümleler, bu maskeli yüzlerin klavyelerinden fırlayarak etrafa saçılır. Dijital dünyanın seçili maskeleri arkasında, kendimize ve ötekine yabancılaşmaların benzer biçimlerini de yaşarız. Sanal dünya karşılaşmalarının hemen her türü maskelerin ardında gerçekleşir. O sahte dünyada kimse kendisi değildir, sığ ve seçili bir imajın maskelediği biridir. Teknoloji marifetiyle sağlanan bu yeni tür sahtelik, geleneksel yapımızın üretegeldiği maskelenmelerle birleşir ve tam olarak bir yalan toplumu oluşur. Toplum, bütün kadim ahlaki, insani değerlerin tersinden kurulduğu, okunduğu bir mücadele alanı olur. Böylece takiye sadece politik figürlerin siyasal mücadele aracı olmaz, genel olarak toplumun ve her bireyin meşru bir aracı haline gelir ve toplum kendini bu gerçeküstü, gayrı hakiki zemin üzerinden üretmeye başlar. Bu bataklık zemin, geri ve gelişmekte olan birçok toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda da siyaset, politika, hukuk, moral değerler ile bilimsel ve kültürel alanda öznel olarak yaratılan bütün çarpıklıkların, haksızlıkların öznelerini birbirlerine karşı sayısız maskeyle donatır. Oysa bilinir ki açık, şeffaf, hak ve hukuka uygun çağdaş bir toplum olmanın en temel yolu herkesin kendisi olmaktan çekinmediği, maskelerin ardına saklanmadığı bir durumun yaratılmasıyla mümkündür.
Meseleye bir başka açıdan baktığımızda da yaşamın bir mübadele alanı olarak tanzim edildiği kapitalist dünyada, insan da bu mübadelenin bir nesnesi olmaktan kurtulamaz. Doğaya ve kendi yaşamına bütünüyle egemen olmanın, her şeyi kendi iştahının arzu nesnesi yapmanın ucu bizzat insanın da bu arzunun mübadil nesnesine dönüşmesine yol açar. Çağımız psikolojisinin ve kapitalist ekonomi sisteminin anlatısı içinde büyüyen bireyin hem bastırıldığı hem de çözülüşe sürüklendiği bu çizginin seyrinde birey, her şeyin ölçüsü kılınarak, kendi bilgisinin ve kendine ait verinin nesnesi olur. Çevresini saran diğer nesnelerin mübadele değeri ne ise bireyin de değeri aynı dil ve mantık içinde şekillenir, daha fazlası değil. Bu mübadele dinamiği içinde bireyin sağlıklı bir "ben" in inşasına girişmesi mümkün olmaz. Hume ve Adorno gibi bazı düşünürlerce, "ben"in bir önyargı ürünü olarak soyut tahakküm merkezlerinin ideolojik hipostazlaştırılması olduğu düşünülse de bu hipostazlaştırılmanın eleştirisinin kişiliğin yıkılmasına neden olduğu, egemen sistemler için bu yıkımın kalıntıları üzerinde tahakküm kurmanın daha da kolaylaştığını söylemek mümkün, olur. Bu tür post-modern söylemlerin "ben"in yapısında gedikler açtığı, ben’i tekinsiz bir alanın muğlaklığına sürgün ettiği de bir hakikat olarak işaretlenir. Ben oluşumunun sistemli olarak yıkıldığı bir düzende, günümüz bireyinin, yaşamak için öz-benliğinden feragat etmesi, onu hatırlatan, kuran her şeyi geçersiz kılması ve kendini bir yalan olarak sisteme katması dışında bir seçeneği yok gibidir. Öz-benliğin yıkımı demek, bireyin sahteleşmesi, sentetikleşmesi ve yalanla örülü bir dünyada maskelerle yaşamaya mecbur edilmesi demektir.
Yalanlar içinde yaşayıp gidiyor oluşumuzun en kötü yanı, yalanlarımızın gündelik ve tarihsel hakikatin düzenini bozan yönü değildir; ondan daha kötü olan, yalanın, yaşamak adına yaygın hakikate dönüşmesi ve insana, insanı bu yalana icbar eden dünyanın alçaltıcılığını kanıksatması ve ona alıştırmasıdır. Post-modern kapitalist dünyanın doğasından neşet eden tümel hakikatsizliğinin, tikel hakikatlerimiz ve hakikatsizliklerimiz üzerindeki cebri müdahalesi, bizi, daha sinsi, gizli, incelmiş ve hayâ duyulmayan yalanlar söylediğimiz küresel bir sahteliğe mahkûm ediyor ve bu da karşılaşmalarımızın kanıksanmış maskeli gösteriler içinde gerçekleşmesine yol açıyor. Bugün biraz olsun kendimize ilişkin hakikatli değerler üretmek için gösterebileceğimiz en küçük çabanın da altından kalkamayacak takatsizlikteyiz. Birey ve toplum için zihinsel öz-disiplinin, onarım aparatlarını da yitirerek hızla bozulmaya/çözülmeye başladığı günümüzde, tek çabamızın, niteliği ne olursa olsun, mevcutla uyumlu olmak olduğu bir savruluşun içindeyiz. Bu uyumluluk sürecinin ruhlarımıza kendi özgül ağırlığından daha fazlasını yüklemesi ve bu ağırlığın altında perte çıkmanın kaçınılmazlığı, kişinin öz değerlerini, ilkelerini yok saymasına yol açmakta. İyiliğe, doğruluğa, erdeme, hakikate dair inancımızın büyük oranda kaybolduğu mevcut dünya düzeninde, bu bizi, ne yazık ki insan zihninin ve karakterinin kontrolsüzce alçalma eğiliminin keyfiyetine terk etmekte.
Sona gelirken öznel olarak siyasi-politik ve kültürel genlerimizin maskelenmeyi teşvik ve taltif eden karakteri ve toplumumuzun içinde debelendiği; yarı eğitilmişlik, sığ keyfilik, ilkesizlik ve fütursuzca cahillik halinin de insanların maskelerini, birbirilerine karşı hayâ etmeden rahatlıkla kullanabileceği habitatı yarattığı düşüncesini de üstte ifade edilen düşüncelerin yanına eklemek gerekiyor. Geçmişte kendimizi, içinde olmakla bir şekilde güvende hissettiğimiz muhkem, garantili kategorilerin kaybedildiği ve günlük yaşantımızın harala gürelesinin ürettiği yapay taleplerin de üzerimize başka bir şekilde çöktüğü günümüzde, güvenlikçi iktidar teknolojilerinin ve post-kapitalizmin sistematik saldırıları altında zihinsel yoğunlaşmamızı yaşamanın pek mümkünü kalmamıştır. Bu mümkünsüzlük, insanın kendi değeri ve varoluşu üzerinde samimi ve derin bir tefekküre dalmasına izin vermemekte ve hemen herkes bu akışın girdabına kapılmamak için maskeleriyle dolaşmakta. Boyutsuz, sınırsız bir maskelenmenin yarattığı irrasyonel bir toplumsal yapı, distopyaların verimli toprağına dönüşmekte. Bu durumun yarattığı çamurlaşma kontrol edilemez boyutlara geldiğinde ki geldiğimizi düşündürecek birçok veri var, dönülmez akşamın ufkuna iyice yaklaşılmış olunur. Fakat yine de her şartta umutlu olmak en başta kendi yaşamımıza karşı bir görevdir ve bütünüyle maskesiz dolaşmak mümkün değilse de olabildiğince özgün, otantik kimliğimizi korumak ve sürdürmek için, öz-farkındalığımızı arttırmak; neyden, neden-kimden korktuğumuzun bilincine vararak güvenlik açığımızı kapamak; başkalarına karşı doğal ve açık davranarak onların da öyle olmalarına imkân vermek gibi yol ve yöntemlerden bazılarını deneyebiliriz. Son olarak, bilinmeli ki bugünün kültürel, siyasal, etik kirini reddetmek, ondan kurtulmaya çalışmak için hem o kirin rahatsızlığını fark edecek kadar ona bulaşmış olmak hem de ondan kurtulmayı isteyecek kadar bilincinin, vicdanının öz-denetimini, erdemli mayasını korumuş olmak gerekir.
Maskesiz bir yaşam umuduyla…