Kurtuluş yok tek başına
Tacim ÇİÇEK
İtalyan film yönetmeni Francesko Rossi’nin dediği gibi, "gerçek her zaman devrimcidir." Gerçek aynı zamanda da inatçıdır. Gerçekleri kişileştirmenin, sulandırmanın ve yerelleştirmenin yanında algılayamayanların siyasal ya da sanatsal perspektifleri ne olursa olsun durumları, yaklaşımları aymazlıktır, sahtekârlıktır, teslimiyettir. Bencilliğinden, çıkarcılığından ve gemisini yürütmek isteyen kaptanlığından dolayı da uzlaşmacılıktır. Yetiştiği, yani içine doğduğu ortamın görünmeyen (yazısız) ama görünenlerden (yazılı) daha etkili ve yaptırımcı değerlerini boynunda ağır zincir gibi taşıyanların gerçeklere kucak açması beklenemez.
Emek verdiği yazıya yanlış, yersiz ve ilgisiz sözcükler koyanların, imla kılavuzu kullanmayanların, okumadan yazanların dil konusunda şair Süleyman Nazif’in (Edebî mahareti kadar, hazırcevaplığı ve nükteleri açısındandır örneklemem) kemiklerini sızlattıklarını düşünüyorum. Kendisine yarattığı dar dünyanın dışına çıkamayan bu yaratı yoksunlarının kendileri olamadıkları gün gibi açıktır. Yaşadıklarımız karşısında uzaydan ülkemize ışınlanmış varlıklar gibi ilgisiz, tepkisiz ve sessiz olmaları başka türlü nasıl açıklanabilir, bilmiyorum. Düşünen insanın çevresindeki ateşten çemberleri görmemesi için ya rüyada olması ya da kör veya yontu olması gerekir. Yaygın algıların pençesinde olup sanata sevdalanmak için bulunulan renksiz, sevimsiz, duygu ve düşünceden yoksun bir yaşamın sanatını aktarmaya çalışmak boşa kürek çekmektir en azından. Dünyada ve ülkemizde ateşten bir değil yüzlerce, binlerce çember kuşatırken çevremizi fırtınadan ve yangınlardan korunmak için başlarını kuma sokanların tüm olumsuzluklardan kurtulmaları olası değildir. Fırtına ve yangınlar imgedir. Günümüzün koşullarını ve gerçeklerini açıklamak için kullandığımı bilmelisiniz. Çünkü hiçbir şeyi gözetmez yangın ve fırtına. İlki kapıp götürür öteki yakar cayır cayır. Sonuçta herkese zarar verir. Bunun içindir ki siyasal ve sanatsal yönden başlarını kuma sokanların yaptıkları hem teslimiyettir hem de uzlaşmadır. Fırtına uzlaşmadır yangın da teslimiyettir. İnsanlığı ilgilendiren her şey karşısında tarafsız olunamaz, olunmamalı da. Bu iddia yalnızca karşı olmamayı örten, bir bakıma görüntüyü kurtaran tuhaf bir örtüdür. Çıplak denilen kralın giysisi gibidir anlayacağınız. Bu içten içe istenmese de, savunulmasa da karşı olunması gerekene taraf olmaktır. Bu uzlaşma ve teslimiyettir. Tepkisiz insan, sanatçı, toplum direnmeden teslim olmuş demektir. Tepkisini yerinde ve zamanında göstermeyenin yaşam alanı yok olduktan sonra sırasını beklemekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktur.
ya hep beraber ya hiç birimiz
kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden
B. Brecht
Bir an için ülkemizdeki insanların ekonomik ve etnik vb. bakımdan durumlarını hesaba katarak toplumsal yaşamımızı bir gökdelene benzetelim. Biliyorum her benzetme hatalıdır ama yine de bu benzetme üzerinden düşünelim, derim. Bu binanın her hangi bir katında bir yangın çıkmış olsun. Yangının söndürülmesi gerekemez mi? Yangının çıktığı katın dışındaki kattakilerin bu yangına kayıtsız kalması olası mı peki? Kent yaşamında toplu konutların yarattığı bireycilik ve kendini düşünme göz önüne alındığında toplu hâlde yalnızlaşanların duyarsızlıkları, nemelazımcılıkları toplu biçimde çözüm/ler üretmelerine engeldir. Buna katlanmak ve duyarsız kalmak zordur. Her üretim kolektif birlikteliği de zorluyor, dayatıyor. Bu çelişki kınsız kılıç gibi. Bu çıplak kılıcı yutmaya çalışmak eşyanın doğasına da aykırı üstelik. Bugün yaşadıklarımız, görmezden geldiklerimiz ne yazık ki hem yangındır hem de fırtınadır. Buna duyarsız kalanlar hiçbir gerekçenin arkasına saklanamaz. Devekuşu olmaları da yetmez böylelerine. Brecht’in dediği gibi, "bugün dünle beslenerek yarına varır." Yaşadıklarını ve kendini sorgulamayan her insanın yaşamdan ve gelecekten karşılık beklemesi yanlıştır. Yok öyle armut piş ağzıma düş… Şu anda yaşadıklarımız 12 Eylül’le beslendi. Bugün kendi yarınını oluşturuyor. Çünkü 12 Eylül yalnızca militarizmi değil bilincini, eğitimini, kurumlarını, sanatını, sanatçılarını, kısacasını "altyapı"sını değil "üstyapı"sını da yarattı. Boşuna mı Marks’ın "insanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa, ortam da aynı düzeyde insanlar yaratır" saptaması…
12 Eylül asıl gençleri ve gençlik örgütlerini hedef aldı. Bu örgütleri tahrip etmekle yetinmedi. Örgütlü insanları ele geçirmeye, değiştirip dönüştürmeye de çalıştı. Kaleyi içten ele geçirmenin bin bir tür Truva Atı ile beyinlere ulaştı. Yarattığı ortamla oto kontrolcü insanlar yetiştirdi. Böylece ihtiyaç duyduğu her türden, her yaştan topluluğu oluşturdu.
İşte, yarına ulaşmak isteyen bugün böyle bir dünle besleniyor. Ama unutmayalım ki; Mao’dan ödünçle, gölün buz tutması nasıl ki birkaç günün işi değilse, buzun çözülmesi de birkaç günün işi olmayacak. Bilinçli, donanımlı ve örgütlü olmayanın karşılık bulamayacağını hiç mi hiç unutmamalıyız. Bu anlayışın ışığında ayakta kalabilmenin yaşamı güzelleştirmenin ve karşılık bulacak güzellikleri üretmenin mutlaka güneşle göz göze geleceğini bilmeliyiz. Bu zorlu, özverili ve de uzun koşucu olmayı gerektiren yola sevdalananlar eninde sonunda başarılı olur. Bunlar fırtınalara ve yangınlara karşı hazırlıklıdır. Her alanda aşılmaz barikatlar oluştururlar.
Bu yüzden şiarları da: Ne teslimiyet ne de uzlaşmadır. Gerisi de ‘tuhaftan da tuhaf’ bence. ‘Tuhaf’ dedim de bu konuda söz Hasan Hüseyin Korkmazgil’e verip kenara çekileyim. Bakalım üstat ne diyor (Haziranda Ölmek Zor adlı şiir kitabında) ‘tuhaf’ adlı şiirinin son bölümünde:
(…)
bana bir de tuhaf gelen
neron’ların hitler’lerin sandıklardan çıkması
seçenlerin seçilenlerden korkması
rüşvetlerin papaz gibi girip çıkması
suçun ülke yönetmesi örneğin
ve zincire vurulması suçların
bana hep tuhaf gelir nedense
tuhaf da değil hattâ
bana hep komik gelir
demokrasi oynaması bir diktatörün
ve sırtlanın / ağzında zeytin dalı tutması
çok tuhaf
bir tozlu kasabada bir tozlu tuhafiye
sakızlar durur rafta
üstünde besmelelerin