Ne Zalim be, Ne Mazlum!
Başlıktaki Kürdçe aforizma, Hz. Muhammed’in meşhur Veda Hutbesi’nde geçer. Bu ölümsüz mesajın Türkçesi; "Ne zalim ol, ne de mazlum!" iken Arapçası ise bir ayettir; "La tezlimune we la tuzlemun!" (Bakara:279)
Vefat etmeden verdiği bu hukuk ve adalet manifestosunda Hz. Peygamber'in, kendisini dinleyenlerin şahsında tüm insanlardan ateist, Hıristiyan veya Yahudi olmamalarını değil de 'zalim ve mazlum' olmamalarını istemesi gerçekten ibretamizdir. Yâni; gönlü tüm insanlığın hidayetinden yana olsa da inananların önüne mesela tüm insanları Müslüman yapmak gibi mücbir bir görev koymuyor. Bilâkis; Müslümanların içerisinden de hayli hayli zalimlerin çıkabileceğine ve buna engel olmak gerektiğine dikkat çekiyor.
Üzülerek belirtmeliyiz ki bugünkü İslam coğrafyası bu evrensel mesajı taşıyabilecek bir olgunluğa sahip değil! Nereye bakarsak bakalım; zalim iktidarlar, mazlum halklar gerçeği ile karşı karşıyayız. Diğer bir tabirle; Müslümanların bireysel ibadetleri cemaat, örgüt, parti ve devletlerine adalet aşılamıyor...
Evet halklar dediğimiz ümmet; milliyetçilik, mezhepçilik ve dincilik üzerinden birbiriyle boğuşurken tarihî bir cehaletle kutsadığı devlet örgütü karşısında özgürlüğünü de kaybetmiştir . Gerçekte devleti ve iktidarı frenleyen, denetleyen olmadı değiştiren bir özne olması gereken dinamik toplum; aksiyoner olma ruhunu kaybederek reaya veya güdülen sürüler seviyesine düşmüştür.
Koca coğrafyayı; bir tarafta halkları doymak bilmez bir hırsla sömürüp haydutlaşan irili-ufaklı devletlerle diğer tarafta bu örgütlü cehalete karşı temel haklarını korumaktan aciz, isyan ahlâkını kaybetmiş, etrafında olup-biten baskı ve zulümlere ses çıkarmayan kitleler olarak kategorize edebiliriz. Buna yüzlerce tanık göstermek mümkünken; Küresel Barış Endeksi, Dünya Özgürlük Evi, Dünya mutluluk Endeksi başta olmak üzere uluslararası sosyal şahitlik müesseselerine bakmamız yeterlidir. Bu değerli tanıklık kurumlarının yaptıkları nitelikli istatistiklerin tümünde Türkiye dahil İslam ülkelerinin en kötü dereceleri kaparak barışı, özgürlüğü, kaliteli bir yaşam standardını bir türlü yakalayamadıklarını dahası; mutluluk ve huzurlarını kaybettiklerini görürüz.
Bir çok tartışmadan sonra meclisten geçirilerek yürürlüğe sokulan infaz yasasına da bu minvalden bakacak olursak; eşit olmadığı ve kamuoyunun beklentilerine cevap vermediği her halinden belli olan bu yasa;
AKPM’nin, BM, Af Örgütü, Dünya Müslüman Alimler Birliği, Avrupa Parlamentosu, Dünya İşkence Karşıtı Organizasyonu, İnsan Hakları İzleme Örgütü, basın örgütleri, sendikalar, STK'lar, barolar ve siyasi partilerin tüm uyarılarına rağmen adîl olmayan bir düzenleme olarak çıkmıştır. Şiddete bulaşmadığı halde sırf düşüncesinden veya siyasal tutumundan dolayı yıllarca cezaevlerinde tutulan on binlerce suçsuzu evlerine göndererek iç barışın inşasına da zemin hazırlamak pekâlâ mümkünken mealesef klasik müstebid devlet geleneği bozulmamıştır.
İktidar yargıyı da kullanarak; Sınırları ve ne olduğu ile ilgili evrensel hukukun henüz üzerinde uzlaştığı ortak bir tarifi olmayan "terör" ve "ulusal güvenliği tehdit" gibi lastikli kavramların kapsama alanını seçilmiş belediye başkanlarını, milletvekillerini, yazarları, gazetecileri, Bank Asya’ya para yatırmış veya Cemaatin dershanelerinde öğretmenlik yapmış on binlerce muhalifi kapsayacak şekilde geniş tutmuştur. Bu salgın hastalık döneminde on binlerce tutuklunun en temel insanî hak olan yaşam hakkını bile tehlikeye sokmuştur. Şimdilik muktedir olanlar hakka, hukuka, adalete, barışa ve huzura ısrar ve inatla sırtını dönmeyi tercih etmiştir. Neticede mağduriyetlere yoğun zamlar yapılmış, ma'şeri vicdan yara almıştır...
Ülkede çanlar, ölen adalet için çalarken; Diyanet’in on binlerce camisinden sadece Corona salgınının def'i için salaların okutuluyor olması manidardır. Hâlbuki Diyanet ordusundan bir adalet hassasiyeti olarak, iktidara mesela şu ayeti hatırlatması yakışırdı.
"Sakın ola; Bir topluluğa (ırk, cemaat, parti vb.) olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin... (Maide;8)
Yine; Sosyal medyada insan haklarına duyarlılık gösteren on binlerce insan, Cezaevleri Mezarevi Olmasın ve Eşitİnfaz Yaşatır gibi taglar açarken, ülkedeki yandaş medyayı geçtim; on’larca tarikatçı, Nurcu vakıf, dernek ve cemaatler bu hayat-memat meselesinde susmayı tercih ettiler. Aynı müslüman kamuoyunun daha önceden her seçim arifesinde veya yurtdışına asker göndermek gibi kritik icraatlarında iktidara destek bildirileri sunmayı kendisine vazife veya cihad addedip müntesiplerini hararetle Feth Süresi okumaya çağırdıklarını biliyoruz. Özetle; cılız sol muhalefetin elini güçlendirecek böyle vasatduyulu çıkışlar göremedik sağ cenahtan!
Hakikate göre bizden istenen; ideal, erdemli ümmet-toplum modelini yakalayabilmektir. Bunun yolu da ne zalim ne de mazlum olmaktan geçer. Bu da; ne ezenin ne de ezilenin olduğu güvenli coğrafyaları inşa etmeyi, gücün ve devletin ana hedefi hâline getirebilmemize bağlı...
Evet; ne bir iktidar ne bir devlet ne de herhangi bir çıkar, doğru bir Müslüman için maksat değildirler. Olsa olsa; en geniş dairede inananların küresel misyonu olan ‘kimden gelirse gelsin her iyilik ve doğrunun yanında, her kötülük ve yanlışın da aleyhinde olmak’ için birer imkân ve vesiledirler. Evet, Kur’an’ın ısrarla emrettiği ‘iyiliği emredip kötülükten alıkoymak’ vazifesi aktif, dinamik, sorumlu ümmet-toplum olabilmemizin gerek ve yeter şartıdır.
Sonuç olarak; Hz. Peyğamberin "Zalime de mazluma da yardım edin!" (Tirmizi) buyruğundaki evrensellik şuuruna dikkat kesilelim.
Herkese yardım edelim; şapkalı kâfir de olsa mazlumun elinden tutup ayağa kaldıracak; sarıklı, sakallı da olsa zalimin elinden tutup onu oturtacak iradeyi gösterebilelim.
Adalet gibi Kur’an’ının evrensel, kimlikler üstü temel bir maksadını kendimizin, cemaat, parti, örgüt ve devletimizin çıkarlarına ve(ya) bekasına feda etmekten kaçınalım ki "Zalim!" damgasını yemekten kurtulalım!