Refah suçu

Refah suçu
Eğer komünistler olarak bir cizvit rahibi ya da heterodoks dervişi değilsek, huzur, dinginlik, bolluk hepimizin yaşamda talep edeceği temel ihtiyaçlar.

Ahmet HALUK ÜNAL


Refȃh kelimesini çok duydunuz ama anlamını biliyor musunuz?

Kelime kökeni Arapça, rafāh. 

En eski yazılı kaynaklarda "dinlenme, huzur" yazıyor. [ Meninski, Thesaurus (1680) ] 

Daha yeni yerli kaynaklarda içeriğine "bolluk, zenginlik" ekleniyor. 

Görüldüğü gibi kavramın Türkçe karşılığı yok. Öztürkçeciler sanırım "gönenç" diye bişey uydurmuşlardı, ama yerleşmedi hiç bir zaman. 

Kavramın İngilice’deki karşılığı ise, welfare. 

Arapça’dan daha zengin. Türkçe’de içerdiği anlamlara, "sosyal yardımlaşma, mutluluk" da ekleniyor.

Anglosaksonlar zenginlik, bolluk gibi daha maddi konular için farklı kavramlar üretmişler.

Türkiye’de bu kavrama Türkçü laisistler ve onlardan aşırı etkilenmiş solcular ziyadesiyle yabancıdır. Kökeninde Kemalist/modernistlerden devralınmış eski Türkçe düşmanlığı var. Bu nedenle kavramın taşıyıcısı hep sağ siyasetler oldu. Özellikle de Demirel ve Erbakan.

***

İster strateji ister zihniyet tartışması diyelim, solun bu kavramla ilişkisi hep çok sorunlu oldu. 

Kendimi bir komünist olarak tanımlamaya başladığımdan bu yana yani son 45 yıldır, anlamakta en zorlandığım konulardan biri, hatta başlıcası bu.

Kavramla kurulan ilişkinin son derece niteleyici olduğunu düşünüyorum. 

Eğer komünistler olarak bir cizvit rahibi ya da heterodoks dervişi değilsek, huzur, dinginlik, bolluk hepimizin yaşamda talep edeceği temel ihtiyaçlar.

Elbette özellikle 80 öncesi dönemde bu cümleyi yazmak neredeyse ahlaksızlık, döneklikle eşdeğer kabul edilebilirdi. Çetin Altan’ın kışkırttığı "viski" tartışmalarını hatırlayın. 

O tartışma "devrimci ahlak, sosyalist tavır" konusuna doğrudan ilintilidir.

Devrim öncesinde bolluk, refah, huzur beklentisi içinde olmak zaten "burjuvaziye satılmak" için tehlikeli bir duygu durumuna işaret ederdi.

Devrimden sonrası için konuştuğunuzu söylerseniz daha tehlikesiz kabul edilse de yine de babacan bir uyarıdan kurtulamazdınız; "devrimden sonra da bir komünistin ilk düşüneceği şey refah olamaz." 

Yani zımnen denilmiş olurdu ki, "refahtan halk için söz edilebilir; onu da "tek ülkede" nasıl elde edeceğimizi bilemiyoruz. Dünya devrimini bekleyeceksin." 

Neyse ki, benim gibi "varlıklı" ailelerden gelip, devrimci "sefaleti" seçenlerin bu tür tartışmalarına daha hoş gözle bakılırdı.

Bu zihniyetin yalnızca Türk soluna ait olmadığını da sanırım biliyorsunuz. Tek fark, şarabı tarihen meşrubat niyetine kullanmış Hristiyan toplumlarının solcuları alkolü, ahlaksızlık tanımının dışında bırakmışlardı. Ama adanmışlık meselesi farklı değildi.

Yani yoksulların mücadelesine öncülük edenler de kaçınılmaz olarak, yoksulluktan nasiplerini almalıydı. Bu da çok doğal, çok anlaşılır bir durum. (Elbette ahlaklı olmakla ahlakçılık arasındaki uçurumu göz önünde bulundurmak kaydıyla.)

Yoksulların, mülksüzlerin mücadelesine katılıp, "varlık" durumunuzu korumayı hayal etmek, zaten maddenin doğasına aykırı. Ama "huzur, yardımlaşma, mutluluk, zenginlik ve bolluk" yani refah, neden toplumsal bir talep olmaktan da düşüp,  neredeyse solun lugatından çıkıyor; yalnızca sınıfsız toplumdan söz edildiği yerlerde, ütopik bir mesele olarak masallaşıyor?

İşte asıl vahim mesele bu?

***

Bu konu teorik bir mesele mi sizce? 

Tersine, kapitalizm koşullarında son derece pratik ve güncel bir mesele değil mi? 

Ya da bizler için pratiğimize ışık tutmayan teorinin bir anlamı var mı? 

Marks, Engels insan "bilimleriyle" (tarih, sosyoloji, ekonomi, siyaset) felsefeyi birleştirmeye çalışıp; tarihin ilk disiplinler arası paradigmasını (dünya görüşü) kurarken, aynı zamanda kendi zamanlarının bilimine sırtlarını yaslamamışlar mıydı?

Tümden gelimle (ütopik sosyalizm) tüme varım diyalektiğini insan "bilimlerine" ve felsefeye uygulamadılar mı? 

Bizim de metodolojimizin temelinde somuttan soyuta, soyuttan somuta, tikelden tümele, tümelden tikele sürekli güncellenen bir diyalektik yok mu?

Yok, diyorsanız, tartışacak bir şeyimiz de yok demektir. 

Ama eğer bu önermelerim sizce de doğru ise, neden "ekmek ve ahlak" sağcılarla bizim aramızda bir iş bölümüne dönüşmüş durumda?

Ekmeği de ahlakı da, yani özgürlüğü de refahı da neden biz temsil etmiyoruz? 

Etmiyoruz; çünkü kendisine sosyalist diyen partilerin hiç birinin programında, kısa ya da orta vadede toplumlar hayatlarına kendi öz güçleri ve inisiyatifleriyle, nasıl bir iyileşme getirebilirler, yazmıyor. Okuduğumuz tek şey, içinde bulunulan felaketin tespiti, resmi veya analizi ve demokrasi, özgürlük talebi.

Yine geçmişten hatırlıyorum, 78’e kadar mahalle çalışmalarında mahallenin temel ihtiyaçlarından hareket edilirken, 78’den sonra bu tür konular "faşizmle mücadele" önceliğinin gerisine düşmüş, üstelik güncel ihtiyaçlar için ısrar etmenin "ekonomizm" olduğu öcüsü de icad edilmişti.

Daha fenası hala bu konuları bir slogandan (iş ve aş) öte taşıyamamış olmanın anlamı, solun hala romantik çağdan kopamadığı, işçi sınıfının somut ihtiyaçlarından hareketle siyaset üretmeyi seçmediğinin itirafıdır.

Hadi yüz yıl öncesini bırakalım; artık, sayısı milyarlara ulaşan, içinde start-upcılardan, yazılımcılara, doktorlardan, maden işçilerine, avukatlardan hamallara kadar milyarlarca insanın bulunduğu işçi sınıfı, prekarya, mülksüzler, içinde yaşadıkları cehennemi sol profesyonel politikacılardan, orta sınıf aktivistlerden çok daha iyi biliyorlar hatta tasvir ediyorlar. 

Refah ve özgürlük istemeyenini gördünüz mü? 

Bu iki şey burjuvazi tarafından - tıpkı güvenlik mi, özgürlük mü aldatmacasındaki gibi- bir ikilem olarak önlerine konulduğunda, kaçınılmaz olarak refah vaadine oy veriyorlar.

Kısa vadede kim ekmek vaadediyorsa, onu denemelerinden daha "mantıklı" ne olabilir. (Malum tek bir mantık yoktur)

Aslında mevcut halimiz - çokları bunun tersini iddia edecektir- milyarlarca insanın "öncü"ler gibi, uzak erimli bir kazanıma bel bağlamasını, feda kültürüyle yaşamasını beklemek anlamına gelmiyor mu? 

Bütün bu süreç içinde kendisinin ve çocuklarının hayatını tehlikeye atmasını talep etmiş olmuyor muyuz? 

Ama sonuçta bile işkence, hapisane, sakatlanma, sosyal ölüm ya da gerçek ölüm karşılığı, refahın "R"si bile yok. 

Hadi bizi, "öncüyü" anladık, felsefi, entellektüel, politik ya da etik bir seçim olarak, adanmış bir hayatı seçtik, milyonları, milyarları nasıl ikna edeceğiz? 

Böyle bir romantizm Marks’tan mı, Lenin’den mi, Troçki’den mi, Öcalan’dan mı neşet ediyor?

Teknoloji diliyle söylersek "kullanıcı dostu mu" böylesi bir politizasyon? Bir yazılım (app) kullanıcı dostu olabiliyorsa, sosyal bir teknolojinin yani siyasetin de kullanıcı dostu olması mümkün değil mi? Tabi hala "öncü kadro/artçı kitle" ikileminde bakmıyor; öz yönetim, öz inisiyatif kavramları laf olsun diye kullanmıyorsak.

Ya da "bolşevizmin" son derece kaba bir yorumu olan; "işçi sınıfı bir krizle ayaklanır, bolşevik parti de önüne geçer" hayalini görmüyorsak.

Ayrıca Gezi isyanın da bunu test etme fırsatı da verdi hayat. Henüz biz mi yeterince bolşevikleşememiştik, halk mı işçileşememişti? Olmadı?

Dahası, geleneğin tarihinden bildiğimiz, en azından devrimden sonra biraz olsun umur görmek vaadedilirmiş; artık solun vaatlerinden bu da düştü gitti, sanırım duvarın altında kaldı. 

Sadece son 6 yılı veri alalım, sol bir partinin, kitlelerin bu günü, yarını için nasıl bir ekonomik dönüşüm önerdiğini duyan, bilen, okuyan var mı?

HDP, Kürtleri siklet merkezine alan, ortadoğu çapında ırkçı sömürgeci bir işgal planının sonucu olarak üzerine yönelen darbeye karşı, bir tutum belgesi yayınlayıp ardından sokağa yine haysiyetli bir yumruk vurdu. Sevindik, şaşırmadık. Bileşenlerin fıtratında var. 

Ama tutum belgesine ve iletişim araçlarına baktığımızda beş slogan gördük, yukarıdan aşağıya "demokrasi, adalet, barış, özgürlük, iş ve aş."

Hepsi de kategorik ya da ilkesel açıdan sözlüğümde var olan sloganlar. 

Fakat sıralamada iş ve aş, en son madde. 

Alfabetik sıra olsa başka bir dizilim çıkardı; halkın önem sırası dediğimizde ise başka bir dizilim olması gerektiğini bütün veri araştırmalardan biliyoruz.

Peki bu, kimin önem sırası? Hangi sınıfın, hangi tabakanın?

Bolşevikler deseniz, "iş, ekmek, özgürlük" diyorlardı; kitlesel açlığa, sefalete ve nefes alınamaz haldeki çarlık istibdadına karşı; Amerikan Siyah Sosyalistleri (Black Sosyalist in Amerika) gibi; ikili güç (iktidar) sloganı atmışlardı. 

Abilerimiz, "köylüye toprak, işçiye iş, halka ekmek" demişti. 

Peki, şablonculuk yapmayalım, bu gün, halkın talepleri arasında %1-3 oranını aşmayan demokrasiyi (hangi demokrasi tartışmasını bir kenara koyuyorum) en başa koymamız hangi nabzın ölçümünden edinilen bilgi? 

Şimdi soruyorum; halkların kendi öz iradesiyle, nasıl "refah ve özgürlük" elde edebileceğini anlatmayacak mıyız? 

Refahı ve özgürlüğü öz güçleriyle kazanmalarının yolunu yöntemini göstermeyecek miyiz?

Adam bir İstanbul belediye başkanlığından ülkeyi fethetti, bizim belediye deneylerimiz, Rojavamız halka teklif edecek bir model sunmadı mı?

Velev ki hiç biri istenileni vermedi; bizim NASIL’ı anlatmamız, hem mümkün hem de şart değil mi?

Bunu sağlamayacaksa neden madden, manen yaralanıyor, sakat kalıyor ya da ölüyoruz? 

Öne Çıkanlar