Salgado’nun kadrajı: Güzellik ve İmha arasındaki gerginlik
Ahmet İLHAN
Bu yakınlarda saltonline.org üzerinden kullanıma açılan ve belgesel fotoğrafçısı Sebastião Salgado’un hayatını da içeren muhteşem belgeseli The Salt of the Earth’ı (Toprağın Tuzu)nu izledim. Salgado’nun efsanevi hayatını yazan, çeken de yine kendisi gibi fotoğrafçı olan oğlu Juliano Ribeiro Salgado. Oğul Salgado’ya yönetmen olarak Wim Wenders eşlik etmiş. Film, Brezilya Serra Pelada’da, zengin olma heveslisi altın arayıcısı elli bin madencinin karıncalar gibi bir çukura doluştuğu görüntülerle açılıyor. Bu görüntüler gerçekten inanılmaz, sarsıcı ve büyüleyici. Salgado: "Bu muazzam deliğin kenarına ulaştığımda, saniyeler içinde insanlık tarihinin önümde açıldığını gördüm: Piramitlerin inşası, Babil Kulesi, Kral Süleyman'ın madenleri… "diyerek şaşkınlığını dile getiriyor. Ardından da bu işçiler kimsenin kölesi değil ama zenginlik düşünün köleleri, diyerek insandaki hırsın tarif edilemez derinliğine işaret ediyor. Daha sonra Afrika Sahel bölgesindeki açlık vahşetine ve Ruanda’daki barbarca katliamlara dair görüntülere geçiyor. Film, Salgado'nun Hintli çiftçilerle, Papua Yeni Gine halkı, Brezilya yerlileri ve Kongo’daki katliam kurbanlarıyla, daha sonra denizaslanları, goriller ve balinalarla vakit geçirdiği, yer yer trajik yer yer epik görüntülerin olduğu anları ve özel yaşamını ele alan on yıllık bir projeyi konu ediniyor.
Tanıtımda da dendiği gibi; 2014 yapımı bu film, gezegenin güzelliğine adanmış kapsamlı bir fotoğraf projesine odaklanıyor. Ayrıca, Salgado ve olağanüstü yetenekleriyle eşi Lelia’nın hayatı ve 40 yıllık üretimi, oğluyla olan ilişkisi ve aile hayatından kesitler aktarıyor. Salgado; Ruanda, Kongo, Brezilya, Sırbistan gibi yakın zamanda büyük katliamların yaşandığı coğrafyaları gezip, acılara tanıklık edip fotoğrafladığında, gördüğü ve idrak ettiği şeylerden çok emin olarak " İnsanlar korkunç hayvanlar!" demeyi kendinde hak buluyor. Bu sözü söylediğinde, Kongo’da dünyanın gözü önünde yaşanan ve günde on beş, yirmi bin kişi ölüyordu, dediği katliam görüntülerine ve en son Kongo’dan Ruanda’ya kaçmak zorunda kalan ve ölüm korkusundan vahşi, karanlık bir ormana girip bir şekilde hepsi orada ölen, öldürülen iki yüz elli bin insanın, kelimelerle anlatılamayacak denli büyük trajedisine tanıklık etmişti. Ruanda’dan çıktığında türümüzün ne korkunç olduğunu görmek için bu görüntüleri görmek yeterli, diyen Salgado: " Oradan ayrıldığımda artık ruhum hastaydı ve insanlığın kurtuluşuna dair hiçbir şeye de inanmıyordum." diyordu.
Salgado, savaşları, bölgesel çatışmaları, göçleri ve kıtlığın Afrika'nın Sahel bölgesindeki dayanılmaz etkilerini fotoğrafladığı 1980'lerde ün kazandı. Bir ekonomist olarak bitirdiği yüksek öğrenimini, kendi mesleği üzerinden sürdürmeyerek, aldığı ilk fotoğraf makinesiyle hiç durmadan, çağdaş dünyamızın(!)sömürü, savaş, kanlı kalkışma, yoksulluk ve ekolojik yıkımdan kaynaklanan insanın sebep olduğu rahatsız edici büyük felaketleri belgeledi. Bütün bu işleri yaparken en az kendisi kadar zeki, yaratıcı ve cesur eşi Lelia’nın ona, büyük yardımları oldu. Fakat bu işe başlarken yapacağı şeylerin, çekeceği fotoğrafların dünya çapında büyük bir etki yaratacağını o da düşünmemişti. Kendisinin de düşünmediği şey, fotoğraflarının yaptığı işin öznelliğini aşan, onu evrenselliğe taşıyan işaretler taşıdığıydı. Benzerlerinden farklı olarak onun fotoğrafları, fotoğrafa konu olay üzerinde doğrudan deneyimi olmayan bütün izleyicilerinde kayıtsız kalamayacağı bir ağrı, sızı, rahatsızlık yaratıyor olmasıydı. Ki bu da fotoğrafların kendi özgül durumlarının sınırlarını aşmasının temel nedeniydi. Siyah-beyaz fotoğraflarının sihirli bir kadrajda dondurulmuş çarpıcı estetiği, acı ve kedere dair içkinliğine eşlik ediyordu.
Fakat diğer taraftan da bu eşsiz estetik görüntülerin, fotoğraflara konu olayların trajedisini dengelediği, giderek sildiği türü eleştirilere de konu oluyordu. New Yorker dergisinden Ingrid Sichy, insanlık trajedisinin güzelleştirilmesi, sonuçta ortaya koydukları deneyime karşı pasifliğimizi pekiştirmekle sonuçlanıyor, diyecekti. Ancak, ben, Salgado’nun fotoğrafları, bir estetik kavram olan "güzellik"e uymaktan çok, Kant’ın; insanın idrakini aşan, ölçülemezliği, dondurup bırakan büyüleyiciliği ve büyüklüğü karşısında bir çeşit çaresizlik yaratan duygu olarak tarif ettiği "yücelik"e daha çok uygun düşer kanısındayım. Güzellik’in bir form olarak belirişi, onu kavrayışın sınırı içinde tutar, onu bir nesne olarak kavrar ve tüketirsiniz oysa bu fotoğraflarda işaretlenen tarifsiz derinlikteki acılar, estetik görünümüne bir hudutsuzluk payesi kazandırarak onları kavrayışın dışına taşımaktadır. Bu yüzden yücelik’e daha uygundur. Tam da sınırlanamaz, denetlenemez, ölçüye gelmez büyüklükte, derinlikte, uzamsızlıkta acı ve keder duygusunu tarif eder buradaki yüce’lik. Fotoğrafların içerdiği yücelik, karşısında çaresizlikten donup kaldığımız büyük acıların, kederlerin yarattığı "yücelik"tir, söz konusu olan. Salgado’nun fotoğraflarını, taşıdığı eşsiz estetizmden dolayı içerdiği acıya ulaşmaya izin vermemekle niteleyenlerin bana göre hatası, onlarda var sayılan "saf güzellik"in esasında izleyicilerini bir estetik doyuma, mutluluğa taşımaktan çok kedere, acıya taşıdığını gözden kaçırmalarıdır. Kaldı ki bu çeşit bir yorum, bu fotoğraflar estetik yönden daha zayıf, değersiz olsalardı, bu etkileri yaratırlar mıydı, diye bir karşı soruya da imkân vermektedir. Ki buna cevap verecek olan herkesin, "hayır" diyeceği rahatlıkla kestirilebilir. Zira kimse, Picasso'nun "Guernica" tablosu ya da Michelangelo'nun "Pietà" heykeli daha az estetik olsaydı yine de bu ölümsüz etkiyi taşıyacaklardı, iddiasında bulunamaz. Ayrıca "acılarımız" ile onların "estetik görünümleri" arasındaki ilişki de üstünde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir konu olabilir. Bir trajediyi, faciayı, korkunç bir kazayı, doğa felaketini, kanlı kalkışmaları, cezalandırmaları estetik görünümler içinde sunan resimlere ve fotoğraflara, bunları kötü bir teknik ve estetikle sunanlara oranla çok daha fazla ilgi gösterdiğimiz bir gerçektir. Bizi görüntüde kalmaya, ona tutulmaya zorlayan şey, fotoğrafın estetik gücü mü, yoksa acının büyüklüğü müdür, sorusunun; her ikisidir, diye bir cevabı olduğunu düşünüyorum. Bir ihtimal, insanlık acısının da daha yüce ve iyi görünmesine; onun pespaye, değersiz görünmesinden daha çok önem veriyordur. Bizi yücelten, nitelikçe yukarı taşıyan şeylerden biri de sahip olduğumuz acılarımızın niteliği değil midir? Salgado’nun fotoğraflarının böyle bir etki yarattığını, yani acıyı estetize ederek kendisiyle birlikte acıyı da yücelttiğini söylemek üzerinde düşünmeye değer bir şey midir bilmiyorum. Fotoğrafların, işaret ettiği acılara eşlik etmesini sağladığı duygu, ister güzellik ister yücelik olsun, sonuçta kendi türündeki başka bir faaliyete göre son derece etkili olduğu gerçeğidir. Bu konuda, David Levi Strauss, Salgado'nun fotoğrafları için filozof Emmanuel Levinas'tan alıntı yapıp Salgado'nun fotoğraflarıyla, ötekinin acısı için epifani çağrısında bulunduğu mealinde bir şeyler söyler. Sanırım düşünür fotoğrafların, bizden çok uzakta, bizzat deneyimlemediğimiz, haberlerdeki bir söylenti olarak kulağımıza hafifçe çalınan ama geçekte "öteki"nin korkunç acılarına, trajedilerine işaret eden gerçekliklere dair ani bir uyanış, farkındalık, hissediş etkisi yarattıklarını söylemek ister.
Salgado, dünyamızı dolduran acıları görüp belgelerken elbette kendisi için belli bir ideolojinin de rehberliğini dışlamadı. Eşi ile birlikte sol düşünceye sahip iki entelektüel olarak çeşitli eylemlere de katılmışlıkları vardı. Üstelik anayurtları Brezilya’dan da faşist bir diktatörlüğün tahakkümü altında olduğu için ayrılmışlardı. Tekrar dönmeleri ancak askeri diktatörlüğün bitişinden sonra olmuştu. Salgado’nun objektifine ideolojisinin yansıması, elbette en çok izlemeye değer gördüğü, seçimini yaptığı olaylarla ve olaylara hangi bakış açısı üzerinden yaklaşacağı ile ilgili olmuştur. Onun kendi ideolojik argümanlarıyla da uyumlu olarak yoksul, yalnız, savaş altında, katliama uğramış insanların; doğal sınırları zorlanmış ve yok olmakla karşı karşıya kalmış doğanın sorunlarını gündeme taşıması ne yazık ki onda kişisel bir praksise yol açmamış, şahitlik yaptığı şeyler onu daha çok bir tükenişe, umutsuzluğa, deliliğin sınırlarına sürüklemişti. İşe başlarken dönüşüme, ilerlemeye, olumlu değişime, eşitliğe, barışa dair taşıdığı iyimserlik büsbütün kaybolmuştu. Fotoğrafları her ne kadar görüntüler üzerinden insanları tefekküre, tavır almaya, inisiyatif geliştirmeye, duyarlılığa sevk etse, yer yer bu yönde kışkırtıcı motivasyonlara yol açsa da sonuçta etkileri bunlarla sınırlı kalıyordu. Bütün bunlar, insanları yeni bir dünya inşa etmeye ikna etmeyecek, sorunlar farklı topraklarda, farklı kurbanlar yaratarak devam edecekti. Fakat böyle de olsa bu, hiçbir şey yapmamak için bir gerekçe olamaz ve Salgado, ideolojisi ışığında, güzellik ve imhanın sınırında çektiği fotoğraflarla salt bir estetik imgelem yaratmakla yetinmez ve dünya kamuoyunu ikna etmeye, harekete geçirmeye, kurumlar ve devletler üzerinde baskı unsuru olmaya, ideolojik bakış açılarını sorgulamaya, kötülüğün izlerini, sebeplerini göstermeye tereddütsüz devam eder. Çünkü o, size verilen hayatı olduğu gibi kabul etmeyin, diyen; inançlı olmadığını ama bize rehberlik edebilecek bir üstün güç varsa, bu gücün, kendi evrimimiz olduğunu ve bugün geldiğimiz aşamaya nasıl geldiğimizi, deneyim noktamızın doruğunun neresi olduğunu bilmek istediğini söyleyen biridir.
Fakat meselenin bir yönü de Salgado’nun tanıklığını ettiği her şeyin, tarihe nasıl geçecek veya geçirilecek olmasıdır. Tarih, bu çatışmaların nasıl ve neden çıktığını, kimin kimi niçin öldürdüğünü ve kaç kişinin öldüğünü belgeleriyle ve tabii ki devletlerin meseleye nasıl baktığını gözeterek kayıt altına alacaktır mutlaka. Burada asıl meselenin savaş olduğunun altı çizilecektir. Zira Salgado’nun da dediği gibi, insanlık tarihi bir savaş tarihidir, nihayetinde. Ancak sanırım hiçbir kayıtlı, resmi tarih bu olayların içinde bir şekilde yer almış insanların öznel hikâyelerine, onların belleğinde yer almış biçimiyle değinmeyecektir. Salgado’nun büyük başarısı, büyük-uzun bir insanlık hikâyesi içinde yer alan insanların tek tek öznel hikâyelerine, güçlü bir vurgu yapabilmesidir. Kişisel belleğin bu hikâyelerin işlenişindeki rolü belirleyicidir. Mutlaka kayıtlı tarih üzerinde de belli bir etkisi olacaktır. Çünkü asıl tarih belki de Salgado’nun kadrajına giren olaylar ve o insanların yaşadıklarıdır; devletlerin, yöneticilerin söz ve tutumlarının, büyük savaşların, tarihlerin, antlaşmaların ve anlaşmaların sergilendiği anlatılar değildir. Ama belki de tarih, geçmişin onay görmüş sadık bir kaydı olarak anonim hafıza üzerinde mutlak hâkimiyetini kullanırken; bellek, baskıcı, diktatöryel sistemlerin cebri altındaki insanların tek tek veya kitlesel olarak kurbana dönüştükleri olağanüstü dönemlerde, "saklı-gizli bir gerçek tarih" işlevi görmeye devam edecektir. Elbette ne bellek ne de tarih geçmişin yeniden inşasında "doğal" bir yol kabul edilmez ancak insan haklarının kötüye kullanıldığı, baskı ve şiddet dönemlerinde kayıtlı tarihe güvenilemeyeceği de çok sayıda deneyimle ortaya çıkmıştır. Bu noktada belleğe dayalı tarihin "tanık"lar üzerinden kayda geçirilmesi, diri tutulması ve resmi tarihi, kendisine kayıtsız kalamayacağı bir çizgiye zorlaması önemlidir. Totaliter rejimlerin yirminci yüzyılda işlediği birçok günahın gerçek boyutlarına ( örneğin Nazi katliamı) "tanık" ların belleği üzerinden ulaşıldığı unutulmamalıdır. Bu, kurbanların geçmişe dair saplantılı tutumları demek değildir; bizzat sistemlerce yok edilmeye, unutulmaya mahkûm edilen "bellek"lerine, yani gerçek yaşantılarına sahip çıkmadır. Çünkü çoğu kez kurban edilenlerin belleklerindekinden başka tarihleri yoktur, olmasına da izin verilmez. Salgado gibi yürekli, yetenekli ve inançlı insanların, seçili-kayıtlı resmi tarihin cebrine karşı mazlumların belleği olma görevlerinin kutsallığı da bu noktada ortaya çıkıyor. Salgado’nun fotoğrafları "güzelliğin ve imha"nın gergin sınırında yer alsa da, o görüntülere konu olan insanların ve benzerlerinin trajik yaşamları, herhangi bir güzellikten çok uzak ve sadece "imha"nın sınırında, olmaya devam ediyor.