'Savaş, Anti Kültürdür' *

'Savaş, Anti Kültürdür' *
Savaşların insanlık üzerindeki yıkıcı etkisine karşın hâlen savaşlar “Büyük İnsanlık”ın tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaktadır.

Tacim ÇİÇEK **


Bilinen bir gerçekliktir ki Hitler’i, Nazizm’i oluşturan ve bunlardan yararlanan egemenler küresel sermayecilerdir. Çıkarları ve gelecekleri için yarattıkları ortamın sonucu olan Nazizm’in demagogları, komutanları, ideolojistleri bütünüyle yok olmadılar. Başta ABD olmak üzere Batının ve dünyanın başka başka ülkelerinin iktidarlarına, egemenlerine yardım etmek için sığındılar. Suç ebeveynlerden çocuklara geçmez biliyorum. Farklı bir şeyden söz ediyorum burada. Marks’ın ‘İnsanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa ortam da aynı düzeyde insanlar yaratır,’ saptamasına uyan bir sonuç dediğim.  İşte bu yüzden onların uzantıları ABD oluşumu içinde dünyayı dize getirmenin planlarını, savaşlarını başka adlar altında sürdürüyorlar. Şu andaki ABD yönetiminin genel kuvvet komutanı, dışişleri ve başkanlık danışmanları Nazizm’in bu ülkeye giden yandaşlarının, beyin adamlarının oluşturdukları siyasi ‘ortam’ın sonuçlarıdır.

Otu çek köküne bak sözü bizde boşuna söylenmiş değil diye düşünüyorum bu yüzden. İşte Hitler’in en gözde halkı aydınlatma ve propaganda bakanı olan Paul Joseph Goebbels 1933’te 20 bin kitabı yaktırdıktan sonra, İşte ateşe geçmişin pisliğini attınız. Bu büyük bir eylemdir, bütün dünyaya eski zihniyetin öldüğünü ilan eden bir simgedir. Bu küllerden yeni bir düşüncenin Anka Kuşu doğacaktır dediğini anımsamamız gerekiyor. Bu "yeni düşüncenin Anka Kuşu" NAZİZİM’di. Gerçekten çok yönlü bir kuşatmanın, dayatmanın, insan gücünün, beyninin zorlanmasıyla oluşturulmuş yapay bir kültürdü. Aslında Nazizm’in ölü doğan sanatı, tabloları, gravürleri, heykelleri, söylemleri bir propaganda sanatıydı. 

Savaşın ve arî ırkın üstünlüğünün yüceltildiği, inanmışlardan çok yaşamlarını sürdürmek isteyenlerin emek verdiği yapay bir sanattı. Bu zorlama sanatın tüm beyinlere sokmak istediği düşünce buydu, savaşın ve ari ırkın üstünlüğü. Çünkü Goebbels’e göre, -kadınları da aşağılayarak- Kitleler kadın gibidir, bu yüzden onların beyinlerine değil gönüllerine sesleneceksiniz. 

O vakit sıklıkla söylenen bir yalan bile sonunda gerçek sanılır ve kanıksanır.

Evet, Naziler böyle düşünmüşlerdi ve bunu sık sık kullanmışlardı. Görüntülerin de insan üstündeki etkisinden yararlanarak filmleri, tiyatro oyunlarını, televizyon, radyo konuşmalarını, afişleri amaçları için çok iyi kullanmışlardı. Bütün yönelimler savaş ve arî ırkın üstüne inşa edilince kuşatılmışlık, herkesin onlara düşmanlık beslediği gerçeği(!) özellikle genç beyinleri derinden etkilemiştir. Nazist eğilimler bugün bile olanların dışında insanlık tarihinde savaşı ve savaşın sanatını yücelten bir sanat ve edebiyat, kısacası kültür olmamıştır. Çünkü edebiyatın doğasında gerçekliğe ayna olmak çizgisinde bir yakınlığı olduğu hepimizce biliniyor. Bu bağlamda doğasında müdahillik, muhaliflik ve tüm olumsuzluklarla mücadelecilik olan edebiyatın bu gerçeklikten ayrı düşünülmesi olanaksızdır. Özellikle edebiyat, tarihin hiçbir döneminde gerçekliklere karşı bilinçli/bilinçsiz biçimde yabancılaşmamıştır. Zaten gerçekliklere karşı yabancılaşamaz da. 

Neden? Çünkü şu ya da bu biçimde olayları yaşamış, gözlemlemiş ve dünyanın zenginliklerini paylaşma, ulusları değişik gerekçelerle ve söylemlerle köleleştirme süreçlerinde mutlak acısını çekmiştir. İnsanlık tarihinin acılarına tanıklık etmiş edebiyatın, sanatın bu acılara sırt çevirmesi, bunları görmezden gelmesi düşünülemez. Bu arada belirtmekte yarar var, biz burada güdümlü bir edebiyattan ya da sanattan söz etmiyoruz. Sözünü ettiğimiz bunun dışındaki gerçek edebiyat ve gerçek sanattır.

Şimdi, 1. Dünya Savaşı sonrasında edebiyatçılar, sanatçılar, "Büyük insanlık", bir daha böylesine katlanılmaz acıları yaşamasınlar diye ellerinden geleni yapmadı mı? Bu dönemin kötülüklerini, yanlışlarını, insana dayatılan katlanılmaz aşağılık uygulamaları dillendirmediler mi? Pratikleriyle barbarlığa karşı durmadılar mı? Çünkü sanatçılık, yazarlık, şairlik vs. budur... 

Bakın, bu korkunç savaştan sonra güzellik, estetik, uyum kavramları alabildiğine değişmemiş midir? Edebiyatçılar, büyük bir öngörüyle ilkinden yola çıkarak 2. Dünya Savaşı’nı "Büyük İnsanlık"a yapıtlarıyla, eylemleriyle bildirmemişler midir? Yıkılan kentler, ülkeler, kaybedilen 56 milyon insan, parçalanmış aileler, sayısı belirsiz yaralılar ve sakatlar birer sonuç olmamışlar mıdır bu zalim savaşa? 2. Dünya Savaşı’nın yeni bir edebiyat çığırı açtığını okumadık mı onca yazıdan? İyisiyle, kötüsüyle, her düzeyden örnekleriyle…  Peki, günümüzde etkisi görülmüş müdür bu edebiyatın? 

Görüldüyse neden "Büyük İnsanlık" sürekli yaralı ve durmadan kan kaybediyor. Varsıllar neden dünyanın her yerinde cenneti yaşıyor ve gözlerini, kulaklarını, ağızlarını gerçekliklerimize kapatıyorlar. Çünkü varlık ve yaşam nedenleri, her türlü savaş olanların kendilerinden başkalarını düşünmeye, görmeye, işitmeye hiç mi hiç gereksinimi yoktur. 

Çünkü savaş gerçekten de bir anti-kültürdür.

Her sayfası kan kokan, iç sızlatan, göz yaşartan, yürek burkan bir çığırın yapıtları kitaplıklarımızı, kütüphanelerimizi ve çalışma masalarımızın çekmecelerini, üstlerini dolduruyor olabilir. Eğer oradaki bilgileri beyin raflarımıza yüklememişsek bir anlam taşımadığını söylemek istiyorum. Bu yapıtları anımsayıp bir yaşam biçimine dönüştürmemişsek yaşadıklarımız daha da katmerleşecektir, süreklileşecektir. Yani, bizler 2. Dünya Savaşı’nın doğurduğu "Savaş Edebiyatı Akımı"nın yapıtlarından hiçbir ders almamışsak söyleyecek sözümüz, geliştireceğimiz tavrımız yok. 

Böyle düşünüyorum. Ve binmelidir ki genelden söz ediyorum. 

Çünkü bu edebiyattan ders alanlar var. Ellerinden geleni de yapıyorlar, dünyanın birçok yerinde. Yeterli mi? Hayır! Eğer bizler bu edebiyat akımından ders almış olsaydık, dünya bugün cayır cayır yanar mıydı? Açlık, işsizlik, sağlıksızlık baş belamız olur muydu? Her gün çeşitli, ama haksız nedenlerle bunca insan hayatını kaybeder miydi? Savaşlar kapımıza dek dayanmışken gerekçelerle zaman kaybeder miydik? Sorular çoğalıyor aslında insan düşünmeye başlayınca. 

Kısacası bu savaş edebiyatı akımından ders almamışız. "Büyük insanlık"ın söz sahibi olmadığı ve mutlu çok küçük bir azınlığın her ülkede metazori egemenlik yarattığı ve dayattığı koşullar ne yazık ki olumlu ders alınmasını engelliyor. Niçin yapılıyor bu? Barışın egemen olmasının, barışın korunmasının, insanî bir yaşamın, gelirin gerçekleştirilmesinin, yaşanılan kötülüklerin ve yanlışların yinelenmemesinin onurlu mücadelesine gerçekçi edebiyatçıların ve sanatçıların büyük bir katkısıdır savaş edebiyatının yapıtları. Kısaca bu yüzden engelleniyor. 

Unutmayalım "Büyük İnsanlık" paylaşım ve köleleştirme savaşları olmasaydı eğer, kanıksadığımız şiirler, öyküler, romanlar,  resimler, fotoğraflar, yontular, tiyatro oyunları, skeçler, filmler, belgeseller olmayacaktı. O süreçleri yaşayıp soğuranların yapıtları sızlatmayacaktı burnumuzun direğini. 

Ve her ülkenin "Büyük İnsanlık"ı daha mutlu, daha insani yaşayabilecekti. 

"Savaş Edebiyatı" bildiğiniz gibi evrenseldir." 

"Savaşlar hiç olmasın"ın güçlü, etkili, etik haykırışıdır. Ve savaşın lanetlenişidir. Sınıflı toplumlarda emekçi sınıflara, mazlum ülkelere uygulanan bütün şiddetin kendisidir sözünü ettiğim. Burada ulusal, sınıfsal savaşları ayrı tuttuğumu belirtmek isterim. Evet, "Büyük İnsanlık"ı insanlığından eden felaketler bir daha yaşanmasın diye şairler, yazalar, sanatçılar soğurduklarını dillendirmişler, görselleştirmişler, oyunlaştırmışlar, belleklerden silinmeyecek vahşetleri ve gerçeklikleri yazmışlar. Vahşi ve haksız savaşları durduramayacaklarını bile bile. Ve gerçeği aslı gibi aktaramayacaklarını bildikleri hâlde… Bu savaşları engellemeye gönüllü savaşçıların silahları da yalnızca kalemleri olmuştur. Sınıflı insanlık tarihi ilkel dönemlerden günümüze dek, hep acıların, katliamların, savaşların, sahiplenmelerin tarihidir. Yeryüzünde bırakılan izlerden, mağara resimlerinden sözlü-yazılı belgeliklere gelinceye dek sınıflar, ülkeler ve egemenler arasındaki savaşlar öyle veya böyle aktarılmıştır. 

Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre, savaşla ilgili yapıtlara imza koyan yazar sayısı, günümüze dek tüm insanlık tarihinde ele alınan ana konulara imza koyan yazar sayısından oldukça fazlaymış. Sizin anlayacağınız, hiçbir ana konu, haksız savaşlar kadar insanlığı etkilememiştir. Mağara yaşamından günümüzün teknoloji insanına dek geçen süreyi, evrimi, gelişimi, değişimi ve her türlü beyinsel üstünlüğü anımsadığınızda kanınız donar eminim. Tek yönlü vektör gibi iyileri, doğruları ve güzellikleri hep ileriye taşıyarak mükemmel olması gereken insanlık ne yazık ki mükemmel değil. Daha çok sahiplenmek, daha çok egemen olmak, her alanı kontrol etmek, zenginlikleri gasp etmek için yok etmeyi, öldürmeyi gerçekleştiren silahlar geliştiriyor. Her şey bunun için kurgulanıp kullanılıyor. 

İlk insandan günümüze kaç bin yıl geçmiş ve insanlık hâlen başkasını nasıl öldürürüm, nasıl işgal ederim gibi sorulara karşılık buluşlar peşinde. Böyle bir süreçte taraf olmamak olası mı? Düşünmemek ve doğrulardan yana olmamak. Bir kez daha, madde olmadan düşünce olmaz. Ve her dış uyarıcı kendine benzeyen şeyi anımsatır insana. Bütün bunlar sınıflı toplumların ve dünyamızın kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu yüzden erki ellerinde tutanlar, sonsuz ve sınırsız olmayan kaynakları ve kendi cennetleri için haksız savaşları yıkıcı bir güç olarak kullanacaktır. Onların manevra ve saldırı alanları daraltılmadıkça, hatta yok edilmedik çe bu sürecektir. Biline!

Savaşların insanlık üzerindeki yıkıcı etkisine karşın hâlen savaşlar "Büyük İnsanlık"ın tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaktadır. Savaşları yaşamışların, savaşlara tanıklık edenlerin, bunu hiç yaşamamışlara anlattıkları hiç de inandırıcı gelmiyor bize; biliyoruz. Bu yüzden caydırıcılığı yok bu edebiyatın, sanatın diyebilirsiniz. Çünkü "Büyük İnsanlık" üstünde günlük yaşamın engellenemez etkisi var. Bu çok önemli...  Asıl psikologların, pedagogların, psikiyatristlerin, antropologların bu konuda çalışma yapmaları gerekir düşüncesindeyim. (Bu alanda çalışmalar var, yeterli olmadığını düşündüğümden söylüyorum.) Erich FROMM’u okuduğum zaman MARKS’ın insan bilgisine, dar anlamıyla psikolojiye katkısının pek önemsenmediğinden söz ettiğini kavradım. Toplum yasaları ve evrimle ilgilendiği kadar insanla, dürtüleriyle ve kişiliğiyle de ilgilendiğinden söz eder FROMM

Ve sonunda da "İnanıyorum ki, MARKS’ın insana duyduğu büyük ilgi tümüyle anlaşıldığında, onun psikolojiye yapmış olduğu ve şimdiye kadar inkâr edilen önemli katkıları da artık kabul edilecektir," der. Gerçekten de GÜNLÜK YAŞAMIN İNSANA ENGELLENEMEZ ETKİSİ araştırılmayı bekliyor. Bunu, burjuva toplumu liberal eleştiricisi FREUD’un ardıllarından mı bekleyeceğiz? Bir liberal reformcu, hümanist ve aydınlanma felsefesinden gelen birisidir. FROMM’un aktardığına göre, bu yüzden insanın varoluşundan yola çıkmıştır. Bunu diyen FREUD’u özet olarak tanıyalım biraz daha. Ona göre, sadece erkek gerçekten tam bir insandır. Kadın ise sakat ve iğdiş edilmiş erkektir. Kaderinden acı duyar. Koca ve çocuğu kabul ederek sonun da iğdişlik kompleksini yendiğinde mutlu olur. Yine de kadın geri bir varlıktır. Narsisttir. Erkeğe göre vicdanı daha az sızlar. Arzusu sadece çocuk bakmak ve yetiştirmek, erkeğe hizmet etmektir. VİCTORİA ÇAĞI’ düşüncelerinin takipçisidir. Şimdi ondan ve ardıllarından beklenecek bir çalışma olamaz diye düşünüyorum. Freud’un Breuer’le yazdığı Histeri Üzerine İncelemeler, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi, Cinsellik Üzerine, Yaşamım ve Psikanaliz adlı çalışmaları, genç bir hekim olan arkadaşı Fliess’e 13 yıl boyunca yazdığı mektuplar, (ki kadınlar, cinsellik, çocuklar başta olmak üzere çok konuda yazışmışlardır) ama özellikle arkadaşı, dostu Ernest Jones’un 1953'te yayımlanan üç ciltlik Sigmund Freud'un Yaşamı ve Yapıtları (çünkü vasiyetinde kendine ait özel belgelerin yok edilmesini istediği hâlde) bu konuda önemli kaynaklardır; kısaca belirtmeye çalıştığıma… (Bunu söylerken FREUD’un yetiştiği koşulları, aile çevresini, çalışma ortamını ve psikolojiye katkılarını unutmuş değilim asla.) Erkeği kadının önderi ve rehberi, çocuğu da babanın malı gören bir anlayışın savunucusu FREUD’dan öğrenilecekleri de yadsımıyorum hiç. Fakat ardıllarının konformist yaklaşımlarıyla söylediğim gerçeklik bilmecesi çözülmez demek istiyorum. Konuya, psikolojiye okur olmaktan başka bir yakınlığım da yok. 

Yine de GÜNLÜK YAŞAMIN İNSANA ENGELLENEMEZ ETKİSİ hakkında düşündüklerimi dillendirmem gerekirse: Haykırışları, ölümleri, katliamları, naklen yayın intiharları, canlı bombaları, yangının göbeğinde cayır cayır yananları sözcüklerle canlandıran kitapları okusak da, oyunlarda, filmlerde savaşları olduğu gibi izlesek de ve yetmiyormuş gibi şimdilerde tanklara, uçaklara yerleştirilen kameralarla evlerimizin içlerine kadar soksalar da; bize gösterilmek istenen yüzünü, onu bir propaganda aracı olarak kullananların bakış açısıyla ya da savaş karşıtlarının kıt olanakları sonucunda görüp izlesek de günlük yaşam bizden bir anda alıyor hepsini, ne yazık ki… 

Bize bunları unutturuyor. Kitapları okuyup bitirdikten, tiyatro, sinema salonlarından çıktıktan, televizyonumuzu kapattıktan sonra, "Büyük İnsanlık"ın bireyleri olan bizler kendimizi günlük yaşamın akışına kaptırıyoruz. Okuduklarımızı, gördüklerimizi, duyduklarımızı; hatta yaşadıklarımızı unutuyoruz. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Sizin de zaman zaman aynı güçlüğü çektiğinizi biliyorum ve bundan da eminim. Böyle düşünenlerin sayıca az olduğunu da… Çünkü savaşlar, yaşadıklarımız, seyrettiklerimiz, okuduklarımız unutulacak, görmezden gelinecek gibi değil. Aslında hepimiz bunun üzerine kafa yormalıyız diyorum.

Kim bilir belki de kendimiz olamadığımız için günlük yaşamın etkisinden kurtulamıyoruz, ne dersiniz?  

 

*  Yevtuşenko’nun bir dizesi

** Yazar

Öne Çıkanlar