Türkiye’nin Kuzey Suriye saldırısı ve hukuki sonuçları
Fatma KARAKAŞ DOĞAN*
Türkiye’nin son sınır aşan saldırısı sert tepkiler almaya devam etmekte ve güvenli bölge söylemi dünya kamuoyuna inandırıcı gelmemektedir. Gidilen yerin başka ülke toprakları olması ve orada kalmanın planlanması sebebi ile hukuken işgal niteliğine sahip bu saldırının haklılığını kabul eden herhangi bir kurum ya da kişi neredeyse bulunmamakla birlikte, uluslararası dengeler ve devletlerin birbirlerinin hukuka aykırı fiillerine "yeri geldikçe" sessiz kalması üzerine kurulu olan devletler hukuku gereği, tepkiler henüz yaptırım uygulanması aşamasına gelmedi ancak kuşkusuz bu hiçbir zaman gelmeyecek olarak yorumlanamaz.
Zorlu bir coğrafyada var olma savaşı verdiklerine dair kabul, Kürtler’e güçlü bir meşruluk zemini sunmakla birlikte, hedefi oldukları şiddetin seviyesini de artırmaktadır. Bir bütün olarak meselenin haksızlığını tartışma fırsatı olmadan, saldırıyı yürütenlerin kim olduğu ve hangi yöntemleri kullandıkları da gündeme oturdu. Devletler düzeyinde bu şiddeti durduramayan hükümetlerin, bireysel insan hakları ihlallerine karşı duyarlı olduğu görülmektedir. Örneğin sivil ve silahsız kişilerin, hatta çocukların yaşamını yitirdiği, yasak silah ya da gazların kullanıldığı haberleri sert eleştirilerin yapılmasına yol açmaktadır.
Güvenli bölge veya barış söylemi kullanılarak yola çıkılmış olsa da yegâne amaç ve özellikle Türkiye askerine, ücret ve sosyal haklar karşılığı hizmet eden cihatçı teröristlerin asıl işi, korku ve dehşet yayarak yerleşik ve olağan bir yaşam süren halkı yerinden etmeye zorlamak ve kurumlarını parçalamaktır. Aslında terörün ve terör örgütlerinin amacının siyasal örgütlerin amacından en büyük farkı budur. Dolayısıyla terörist faaliyetlerin yegâne amacı, var olan barışçıl ortamı bozmak ve sistemi işlemez hale getirmektir. Gerek uluslararası insan hakları hukukunda gerekse devletlerin ceza kanunlarında terör ile siyasal amaçlı faaliyetler arasına kalın bir çizgi çekilir. Zira siyasal mücadeleler, dengeler değiştiğinde ve dünya kamuoyunun desteğini arkalarına aldıklarında, fiili kabulün resmî kabule dönüşmesi her zaman mümkündür.
Türkiye hükümetlerinin Kürtler’in terörist olduğu savı Türkiye’nin resmi sınırlarının dışında kabul görmüyor, zira öyle değildir. Nitekim Kürtler’in dünyanın gözündeki meşruluğu öyle perçinlenmiş ki, Türkiye İçişleri Bakanlığı’nın oluşturduğu terör listesine alınmaları dünyaya sadece trajik görünmektedir. Kaldı ki Türkiye İçişleri Bakanı’nın kendisi de başka ülkelerin sakıncalılar listesindedir. Zaten Türkiye ve Katar dışında, Kuzey Suriye’deki Kürt güçlerini terörist bir örgüt olarak listeleyen bir ülke bulunmamaktadır. Türkiye’nin olmayan bir terör örgütünü yok etme adı altında Kürtler’i ve oluşturdukları kurumları yok etmeyi arzuladığı, kendi ülkesindeki Kürt nüfusu bu yolla baskılamaya çalıştığı yapılabilecek en yalın açıklamadır.
Türkiye hükümetini, Kuzey Suriye’de zorlayabilecek başka handikaplar da vardır. Bunlardan ilki Uluslararası Af Örgütü ve başka bağımsız insan hakları örgütleri tarafından ayrıntılı olarak rapor edilen, çatışma hukuku kurallarını dahi aşan vahametteki suçlar insan hakları ihlalleri meselesidir. Pek çok başka olayın yanında, Kürt bir siyasetçinin beraberindeki diğer sivillerle birlikte acımasızca öldürüldüğü bir olayda, dünyanın yakından tanıdığı videolu, işkenceli yargısız infazların faillerinin, Türkiye ordusu ve ona organik olarak bağlı cihatçı gruplar olduğu ve bunun Türkiye’nin hukuki sorumluluğuna yol açacağı ifade edildi. 18 Ekim 2019 tarihinde yayımlanan Uluslararası Af Örgütü raporunda, hak ihlalleri ile ilgili derin ayrıntılar verilmekte, tanıklara ve tıbbi raporlara dayanılmaktadır. Raporda saldırının başladığı 9 Ekim-17 Ekim tarihleri arasında 18’i çocuk olmak üzere, 218 sivilin öldürüldüğü, Türkiye’nin kendisi ile hareket eden cihatçılara Afrin’de olduğu gibi geniş yetkiler verdiği ve sivillere yönelik ağır hak ihlallerinin utanç verici ve hukuk dışı olduğu ifade edilmiştir.
Mahkemelerin ve örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarına doğrudan atıf yaptığını içtihatlardan bilmekteyiz. Bu delillerin ceza yargılamasında kullanılması da mümkündür.
Türkiye hükümetini bekleyen diğer zorluk cihatçı grupların ve IŞİD’lilerin işlediği suçlar ve bunlarla organik ilişkiler meselesidir. Olağan koşullarda bu suçların, Türkiye Ceza Kanununa göre, insanlığa karsı suçlar ve soykırım suçu kapsamında yargılanması gerekmektedir. Zira işlenen suçlar, bireysel suçlardan vahamet, yaygınlık ve suç ile ulaşılmak istenen amaç bakımından oldukça farklıdır. Roma Statüsüne taraf olmasa da iç hukuk gereği, yabancı veya Türkiye vatandaşı olmasına bakılmaksızın, nerede işlenmiş olursa olsun TCK m.76 ve m.77 kapsamında Türkiye’de yargılanmalarının önü açıktır.
Türkiye’nin bu suçların sistematik yargılamasını içtenlikle yapmayacağı, meselenin özüne dokunmaktan kaçınacağı ortadadır. Zira bırakın ideolojik temelli karşılıklı hoşgörüyü ve birlikte iş yapmayı, bu kişilerden birisi olmasa diğerinin mahkemeler önünde Türkiye hükümetine işaret edeceğini tahmin etmek zor değil. Zaten Kuzey Suriye’ye saldırmadan önce, Cumhurbaşkanı Kürtler’in cezaevlerinde tuttuğu IŞİD mensuplarının sayısının abartıldığını söyledi.
Cezaevlerindeki IŞİD’lilerin yahut henüz yakalanmamış olanların sayısının giderek azaldığını, kılık değiştirilip Türkiye ordusuna katıldığını veya Türkiye‘ye gelip emekli hayatı sürdüğünü söylemek hiç abartı olmaz. Türkiye hükümeti, günün birinde onlarla birlikte yargılanabileceğini göz önünde tutuyorsa, bu saldırının bir amacının da olası bu türden yargılamaların önüne geçmek ya da en azından delillerini karartmak olduğu düşünülebilir. Bu bağlamda onların ne yaptığını en iyi bilen Kürtleri kendi topraklarından çıkarmak, gitmeyenleri de öldürmek, savunma refleksi ile hazırlanmış bir delil karartma operasyonu olabilir.
Geçmiş dönemde yaşananlardan sonra özellikle IŞİD meselesinde, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Ceza yargılaması imkânlarının devreye sokulamaması sebebiyle, hem yaşanan dram hem de Kürt güçlerinin terörist faaliyetler nedeni ile cezaevlerinde tuttuğu kişilerin durumu yıllardır askıda bırakıldı. Halbuki uluslararası tanınırlığı olan bir mahkemede yargılama yapılsa idi hem potansiyel suçlular ve bağlantıları ortaya çıkarılıp mahkum edilecekti hem de dünyanın dört bir yanına saçılmış olan mağdurlar bir adli mekanizmaya ulaşmış olacaktı. Üstelik böyle bir yargılama, onlarla savaşan ve binlerce kayıp veren Kürtler’in bu meseleye sunduğu katkının da resmen tanınmasına yol açacaktı ve bugünkü saldırganlığa cesaret edilemeyecekti.
En ağır suçların faili cihatçı teröristler egemen Türkiye’nin kanatları altında güven içindedir. Suriye’deki kaos ortamı ile Kürtler’in devletsizliği ve maruz kaldıkları saldırgan politikalar birleştiğinde, batının gözünde birer kahraman olsalar da Kürtler ne yazık ki kendi topraklarında terörist kabul ediliyor ve acımasızca öldürülüyor. Uygar dünyanın bu çelişkiye ve adaletsizliğe son vermesi tarihi bir zorunluluktur.
*Dr. Fatma Karakaş Doğan
Ceza Hukuku Doçenti
Bremen Üniversitesi Hukuk Fakültesi