Türkiyeli bir Uzakdoğulu olmak
Irene SUN
Türkiyeli bir Uzakdoğulu olmak hiçbir zaman kolay değildi. Bir kere sokakta herkes size bakar. Haftada 4-5 kere birileri mutlaka sokak ortasında, suratınıza suratınıza "Çin," "Japon, "karate," der, veya "huaaa, kuaaçaaa, çan çin çon" gibi tuhaf sesler çıkarır.
Bedeniniz ve yüzünüz sebebiyle kamusal alanda hikayeniz sürekli paylaşılsın istenir. "Aaa Türkçeniz ne kadar da düzgün!" "Kaç yıldır burada yaşıyorsunuz?" "Nerelisiniz?" diye başlar ve sonu gelmez. Oysa tek istediğiniz şu büfeden su almak, bir kitabevinde sakince dergileri karıştırmak veya arkadaşlarınızla güzel vakit geçirmektir. Nazikçe şu an konuşmak istemediğinizi söylerseniz ise öfkelenirler.
Okulda sizin düşman olduğunuz öğretilir. Daha ilkokuldayken hain Çinli prenseslerden bahsedilir, peşinden o Çinlilerin Türklerin korkusundan Çin Seddi’ni yaptıkları anlatılır.
(Çocuklar hakkında en sevdiğim şey dürüst ve filtresiz olmaları. İlkokuldayken iki arkadaşım, ki çok tatlı insanlardır, bana ilk birkaç ay soğuk davrandıktan sonra bana alışmış, ve sonrasında arkadaş olunca benden ilk başta epey korktuklarını söylemişlerdi.)
O yetmez sınıf arkadaşlarınız sizin hakkınızda çok tuhaf varsayımlarda bulunur. Her nedense ailenizin çok baskıcı olduğuna ve sizin eve dönüp bütün gün ders çalıştığınıza kanaat getirirler. Bunların doğru olmadığını söylediğinizde ise size yalancı derler.
İş görüşmesine gittiğinizde ise,en iyi okullardan çıkıp sonrasında başarılı bir kariyer yapmış bir üst düzey yönetici bile, Türk eğitim sisteminden çıkmış olmanıza rağmen, büyük bir rahatlıkla sizin Türkçe okuma yazma kabiliyetiniz olmadığını düşünebilir. "Sen yabancı okullarda okumuşsun, dolayısıyla Türkçe imla konusunda senin yeterli olmayacağını düşünüyorum" cümlesi hala kulaklarımda. Notre Dame de Sion ve Boğaziçi mezunu herhangi bir arkadaşımın böyle bir cümle duymayacağına eminim.
Televizyonlarda portrelenen Uzakdoğulu hep ötekidir, hep egzotiktir, ve abartılmış bir stereotiptir. Ya sevimli, aseksüel, itaatkar ve biraz da aptaldır, ya da aşırı hırslı çalışkan bir doktordur. Onlardan hiçbiri değilse zaten kaşları çatık, karate bilen tehlikeli bir katildir. Kendi halinde, hayalleri, ailesi, herkes gibi hayatı olan Uzakdoğulu pek portrelenmez. Dolayısıyla Uzakdoğulu betimlemesi de medyada son derece problematik.
Kıssadan hisse,Türkiye’de Uzakdoğulu olmak zor. İnsanların unuttuğu şey, bedenlerimizi seçemiyor oluşumuz. Covid-19 salgını sebebiyle iyice perçinlenen Çinli/Uzakdoğulu nefreti hakkında birkaç şey söylemek istiyorum.
En basitinden başlayalım. Ben öcü değilim. Ben öteki değilim, olmayı da reddediyorum. Bir birey olarak dünya nüfusunun neredeyse dörtte birini oluşturan bir grubun mensubu olarak, hepsinin temsilcisi ve vücut bulmuş hali olmam mümkün değil. Bu her Uzakdoğulu birey için geçerli. Bütün Çinlileri tek bir kategoriye sokunca, bütün Çin mutfağını, Çinliler dahil kimsenin yemek istemediği birkaç hayvana indirgeyip nefret yayınca, koronavirüsün yayılmasını engellemiş olmuyorsunuz.
Televizyonlarda uzun müddet gündemde kalıp Çinlilerden "sarı ırk" olarak bahseden medyatik doktorumuzun "onların hastalığı bize bulaşmaz" derken buna ciddi ciddi inanan insanların çıkması da, Çinlilerin farklı bir cins insan olduğu sanrısından kaynaklanıyor. Beyefendi bunu söylemeden önce YouTube’da koronavirüs hakkında konuştuğu viral bir videosunda da Çinliler için suratını ekşiterek "Bunların alayı virüs" demişti. İnsanların bundan rahatsızlık duymayıp bunun komik olduğunu düşünmeleri benim için kelimenin tam anlamıyla dehşet vericiydi.
En son İsmail Saymaz Çinlileri "yaşam tarzları" sebebiyle eleştirmiş ve ırkçılık yaptığı belirtilince bunların gerçekler olduğunu, ve ırkçı davranmadığını söylemişti. Pek ünlü jeoloji mühendisimiz Celal Şengör de en son bu tartışmaya katılıp söylediği şeylerin ırkçı olmadığını iddia edip ısrarla sanki bütün Çinliler egzotik hayvan tüketiyormuş gibi suratını buruşturarak koronavirüsün yayılmasının temel sorumlusunun Çinliler olduğunu belirtti. Bütün Çinlilerin sabah akşam yarasa yediğini sanmak için de Çin hakkında çok bilgi sahibi olmamak gerekiyor.
İtalya’nın mutfağına, kültürüne, sanatına, diline pek çoğumuz hayranlık duyuyoruz. Roma İmparatorluğu’nun bize bıraktığı Latin harflerini, mimari eserlerini hep beraber kutluyoruz çünkü güzellik, sanat, ortak insanlık mirasımız evrensel. İtalyan mutfağından bahsedilirken herkes pizza, tortellini, pasta, risotto gibi yemekleri rahatlıkla sayabilirken, Çin mutfağı hakkında Türklerin pek çoğu çok az bilgi sahibi. Bunun sebebini benim bilmem mümkün değil, belki medyada az görüldüğü için, belki de fiziksel uzaklık.
Gezegenimizin her yerinde, her kültürde bir de alternatif yiyecekler vardır. Bunların "yenilebilir" olup olmadığını ise bulunduğumuz coğrafi konum belirler. İtalya’da da çok ender rastlanan ancak damak tadı ona alışmış veyahut denemeye yeterli cesareti olanların yediği kimi yiyecekler ise şunlar. Sicilya’da aşırı derecede küflenmeye bırakılmış kurtlu Casu Marzu peyniri kurtlarıyla beraber tüketilir. Avrupa birliği gıda kodeksine uymadığı için bir ara yasaklanmış, hatta karaborsada satılmaya başlanmıştı. Bazı ötücü kuşların da İtalya’da hala yendiği biliniyor. Hırvatistan’da ise Hvar adasında fare yeniyor. Bu Roma İmparatorluğu zamanlarından beri yenen bir yemekmiş. Elbette bunlar çok niş ve tutup bütün Avrupalılar hakkında bu yiyecekler üzerinden kişilikleri hakkında varsayımlarda bulunmuyoruz. Ancak unuttuğumuz bir şey var. Çin’de tüketilen egzotik hayvanlar da çok niş bir kitleye hitap ediyor ve insanların çoğu İtalyanlar gibi et, balık, tavuk, dana ve kuzu tüketiyor.
Dünyada 1,7 milyar Uzakdoğulu var. Sadece Çin’de bir çok farklı etnik grup var, bir sürü farklı dil konuşuluyor ve inanılmaz zengin bir mutfağı var. İtalyanlar karbonhidrat olarak elle yapılmış taze pasta tüketiyorsa Çinliler de elde çekilmiş taze makarna tüketiyor. Çin mantısı, Çin böreği, Çin ziyafetlerinden hiç bahsedilmemesi ve Çinlilerin sadece ufak bir gruba indirgenmesinden rahatsız olunmaması da Çinlilere karşı yapılan ırkçılığa katkıda bulunuyor. Çin mutfağını bilmemek işin en zararsız boyutu. Esas korkutucu olan, "Onları görsem bir kaşık suda boğacağım!" "Sokakta bulsam ağzını yüzünü kıracağım," "Yediklerine baksanıza, bunlar insan olamaz, gaddar iğrenç ve duygusuzlar," tarzı şiddet diline ve nefret söylemine son üç aydır neredeyse her gün maruz kalıyorum. Bunun kamusal alana, ana akım medyaya sirayet etmesi ve toplum tarafından kabul görmesi korkutucu.
O sebeple sürekli olarak "Bunlar önüne geleni yiyor," "Kedi, köpek, yarasa, fare, böcek yiyorlar," tarzı dedikoduların yayılması, virüsün "Çin" kaynaklı olduğu için bu sefer Çinlilerin hepsinin "pis, iğrenç, tiksinç, alt kategori insan" olarak etiketlendirilmesi bir tür şiddet ve bu şiddeti buna ses çıkarmayan herkes meşrulaştırıyor.
Roma İmparatorluğu gibi Çin İmparatorluğu da bulunduğu coğrafi bölgeye inanılmaz bir kültürel miras bıraktı. Çin İmparatorluğu nasıl Roma İmparatorluğu bize Latin harflerini bıraktıysa, Çin yazısını bıraktı. Aralarında Yasak Şehir, Çin Seddi, Mogao Mağaraları da bulunan 55 tane Unesco kültürel mirası bulunduran, tablolar, heykeller, birbirinden güzel sanat eserleri bırakan ve üretmekte olan bir coğrafyadan bahsediyoruz.
Ancak virüs Çin’de çıktığında, kimsecikler İtalya’ya duyulan kardeşlik ve sevgi hisleri ile tepki vermedi. "Onlara müstehak, öl öl bitmezler, zaten iğrençler, hijyen yoksunu hepsi," denirken Çinlilerin insan oldukları tamamen unutuldu. Oysa Çin’de de korkunç bir dram yaşandı. Yine de moralleri yüksek tutmak için karantinadaki halk, hepimizin yaptığı gibi iç sıkıntıları için çareler aradı. Kimi Çinli hükümeti eleştirdi, kimisi internette vakit geçirdi arkadaşlarıyla görüntülü arama yapıp karşılıklı yemek yedi, kimisi de komik videolar çekip paylaştı. Yani İtalya, Amerika ve Fransa’dakine, kısacası Batı’dakine neredeyse tıpatıp benzer bir deneyim yaşadılar. Ancak aralarındaki fark, herkesin onlardan dua ve desteğini esirgemesi ve dünya medyasının onları insan değilmişçesine duyarsızca sadece birer sayı olarak portelemesiydi. Virüs Batı dünyasına varınca insan hikayelerinin paylaşılması da bu Batı merkezci bakış açısından kaynaklandı bence.
Unutmayın, bu virüs Çin’den çıkmış olabilir. Çin Komünist Partisi’nin geç önlem alması sebebiyle yayılmış da olabilir. Bu gerçekliği değiştiremeyiz. Bunu da sonuna kadar kabulleniyor herkes. Buna Çin’in kendisi de dahil. Ancak oturup bekleyen, önlem almayan, ekonomik çıkarlar uğruna insanların ölmesini göze alan, işçileri yok sayan politikacılar bu salgının yayılmasının ana sebebi.
Virüs Çin'den çıkmış bile olsa, yayılmasının sorumlusunun "Çinliler" ve "onların yaşam tarzı" olarak kodlanması esas sorunu görmemizi engelliyor. Çin Komünist Partisi'nden ABD'deki ultra kapitalist ve neoliberal Cumhuriyetçilere kadar her politik spektrumdan devletin, ekonomik çıkarlar uğruna insan hayatını hiçe saymalarının esas katil olduğunu umarım insanlar artık fark eder. Hiçbir medeniyet kendi özündeki özellikleri yüzünden virüsün kaynağı veya sebebi değil. O zaman MERS de Ortadoğulu yaşam tarzı yüzünden mi çıktı ve yayıldı diyeceğiz? Ortadoğulu ne demek? Tek bir tanımı var mıdır? Çinlilere yöneltilen suçlamaları kendimize çevirdiğimizde kulağa saçma geliyorsa bilin ki o suçlamalar temelden çürüktür. Tek bir Çinli tek bir Uzakdoğulu yok, hepimiz birbirimizin klonu değiliz.
Pek çok politikacı bu Uzakdoğulu nefretini kendi sorumsuzluklarını kapatmak için kullanacaktır. Trump sıklıkla bu virüsün Çin Virüsü olduğunu üstüne basa basa söyleyip sebep olduğu kaosu örtbas etmeye çalışıyor. Bu tuzaklara düşmeyip, uzaktaki hayali, var olmayan Çinliler yerine herkesin kendi hükümetine doğru soruları sorması, hesap sorması gerekiyor. Öte yandan Çin Komünist Partisi de kendi vatandaşlarına koronavirüsün Amerikan menşeili bir virüs olduğunu yaymaya başladı. Anlaşılan onlar da sorumluluğu uzaktaki hayali bir düşmana yıkıp dikkat dağıtma ve kendi beceriksizliklerini örtme peşinde. Dünyada pek çok iktidarı temelden sarsma potansiyeli olan bu virüs, koltuk sevdalılarının en sevdiği aleti, ırkçılığı ve ötekine karşı nefreti tekrar piyasaya sürdü. Aslında Çinliler dünyanın geri kalanından, dünyanın geri kalanı da Çinlilerden çok farklı değil.
Irkçılığın gri çizgileri yoktur. Söylediğiniz şey ya ırkçıdır, ya da değildir. Arası yoktur. Irkçılığın yanında bir de nefret söylemleri işin vahametini büyütüyor. Ve virüsün Çinlilerin "kültürü," "kişilik özellikleri" gibi hayali ve gerçek dışı bir Çinli portresiyle bağdaştırılması, ırkçılığın en saf hali.
Uzakdoğulular hakkında söylenen şeylerin bu kadar normalleştirilmesi, bana Museviler hakkında söylenen şeylerin vakti zamanında onların insan olarak görülmesini engellediği korkunç zamanları hatırlatıyor. Holocaust esnasında olan bitenlere göz yumulması da bu ötekileştirmenin bir ürünü. O sebeple Uzakdoğulu nefretini çok tehlikeli buluyorum. Uzakdoğulu diasporası dünyanın her yerinde, ve bütün dünyada sağa kayan popülist söylemler Uzakdoğuluları hedef alırsa, olacak şeylerden açıkçası korkuyorum.
Bunları anlattığımda karşılığında gelen sorular ise tamamen konudan bağımsız oluyor. "Yoksa Çinli misin?", "E tabii, Uzakdoğulu olduğun için söylüyorsun bunları," "Bence art niyetli Tayvanlı kılığında bir Çin ajanısın," gibi sonu gelmeyen tuhaf ithamların hedefi oluyorum.
Hayır, Çin yanlısı değilim. İşin ironik kısmı, Çin Komünist Partisi yüzünden yerinden, yurdundan, servetinden ve statüsünden olmuş bir ailenin torunuyum. Tayvan’da, demokrasi yanlısı ve Çin karşıtı partiye oy verdim. Dünya Sağlık Örgütü üzerinde tehlikeli şekilde kontrol sahibi olan Çin, hem yaşadığım ülkeye Covid-19 hakkında bilgi akışını engelledi, hem de salgınla savaşırken adamızın etrafında sık sık jetler uçurdu. Ve ben bütün bu yaşadıklarıma rağmen Çinlilerden nefret etmeyi reddediyorum ve bu nefretin büyümemesi için çok çalışıyorum. Çin’de yaşayan bireyler ile Çin Komünist Partisinin bir olmadığını ve orada yaşayanların benim düşmanım olmadığını biliyorum.
Herhangi bir konuda derdimi anlatmam gerektiğinde, söylediklerimin kabul görebilmesi için kimliğimi ve nerede durduğumu, bu yazı dahil her yerde açıklamaya mecbur bırakılmak da ırkçılığın ve o ırkçılıkla gelen şiddetin bir parçası ne yazık ki. Politik olarak bu noktada durmuyor olsaydım söylediklerim insanların gözünde yine de meşru sayılmalıydı bence, ancak bunu anlayabilecek insanlar var mıdır? Umarım vardır.
Çünkü dışlanan bir grubu savunmak için mutlaka o gruba ait olma ön şartı yok. Eşcinsel olmadan eşcinseller için eşitlik isteyebilir, bir fabrikada çalışmayı bırakın yanından geçmemiş olsanız bile işçi haklarını savunabilirsiniz.
Son olarak da sık sık duyduğum, "Sen Tayvanlısın demek ki Çinlisin, sus konuşma kendi tarihini öğren" sözüne bir cevabım var. Kim olduğuma benim adıma karar vermeye çalışmak, sahip olmadığım bir kimliği üstlenmeye zorlamak zorbalık ve kafatasçılıktır. Nasıl tutup da ataları İtalya’dan, Norveç’ten, Rusya’dan, Hollanda’dan, Almanya’dan, Fransa’dan Kuzey Amerika’ya göçmüş bireyler için hayır sen Amerikalı değilsin şusun busun demiyorsak, gezegenin her çeşitli köşelerinde yaşayan Uzakdoğuluları da artık etnik kimlikleri değil kendi tanımları üzerinden kabullenmemiz gerekli. Ben Türkiyeli bir Tayvanlıyım. Bu kadar basit bir şeyin 2020’de hala yadırganıyor olmasını ise sadece hayret verici olarak tanımlayabiliyorum.
Sesimi çıkarıyorum ve bu kolektif nefrete dur demek istiyorum. Bunu Uzakdoğulu olduğum için değil, sadece insan olduğum için yapıyorum. Sadece dış görünüşleri sebebiyle nefret söylemlerinin rahatlıkla savrulduğu bu ortamın, tanıdığım tanımadığım pek çok Uzakdoğulu için tehlike teşkil ettiğini biliyorum. Bunu okuyan her bireyden ricam, ırkçılık radarlarını daha açık tutması ve bu nefretin kabul edilebilir bir şey olmadığını fark etmesi.
www.newyorker.com/culture/culture-desk/eating-songbirds
www.atlasobscura.com/foods/edible-dormouse
www.google.com/amp/s/secretcroatia.blog/2012/02/05/eating-dormice-on-hvar-island/amp/