Yüzleşme cesareti
Aytül Hasaltun BOZKURT*
''Hayat sana olanlardan ibaret
sen başka planlarla meşgulken''
Bu sözler John Lennon’ın 'Beautiful Boy' şarkısının içinde geçen sözlerden sadece iki mısra… Bir çocuğa yazılmış izlenimi uyandırıyor. Çocuk kalmış yanlarımız için alıntılıyorum.
Şunun için böyle başladım; yeni bir yazıyı "yüzleşme" temalı yazmayı düşünüyordum ve belki de hızı bu değildi ama ilgi ve sevgi ile takip ettiğim yazarlardan biri olan Sevgili Kemal Can’ın 5 Şubat tarihli "Öncesiz ve Sonrasız Yaşamak" adlı yazısı, araya bir devrin sonlanıp yeni bir devrin doğumu da dahil uzun bir süre girmesine rağmen aklımın bir ucunda asılı kaldı. Gecikmeli de olsa bir yanıyla yine yapmasaydım ölecektim*1, durumu. Her şeyi bir araya getirmem; ütü, çamaşır, bulaşık, yemek, iş, aile, arkadaşlar, hayat eve sığar mı, sığmaz mı, derken yaklaşık beş aylık bir zaman diliminde, sayısız balkon, kahve, çay molası, birkaç dizinin koca koca sezonları, harika filmler ve sayısız şarkı, biraz Didem Madak, ahlar çektiren pek çok "şok gelişme", dünyayı kasıp kavuran bir salgın, pek çok harika kitap ve ufak tefek çoook şeyle beraber; içimde şekilden şekile girip nihayete erdi. Dünyanın bu baş döndüren hızına karşı, içimin hızını ciddiye alıp, kaybolmamayı da kim ne derse desin başarı haneme yazabilirim şüphesiz.
Bu yazının, olumlu/olumsuz duygu ile yazılmış bir karşı yazı olmaktan çok eksik bırakılan parçaları toplama gayreti, hatta Sevgili Kemal Can’ın ( geçmiş ) yazısındaki tomurcukları toplayıp, solucan yemi olmadan önce okuyanın hayrına olabilecek bir yeniden inşaa etme çabası ( gelecek) olarak anlaşılmasını dilerim.
Öncelikle, bugünün insanlık dramlarını yine bugünün sınıflar temelli ekonomi-politiğinden ve onun toplumsal yaşayışın her yapı ve alanlarındaki tezahürlerinin; hâl, durum ve tutumlarımızı çokça belirlediğini düşünenlerdenim. İnsan yani türümüz, doğduktan sonra saatler içerisinde koşmaya başlayamayan hatta senelerini, en az bir yetişkinin koruyuculuğunda hatta çoğunlukla tahakkümünde geçiren ve gelişimini / değişimini, kendinden öncekilerden aktarılanlarla birlikte, içine doğduğu çevre ile beraber ömür boyu devam ettiren, üstelik çocukluktan çıktıktan sonraki her anını ölümlü olduğu bilgisiyle geçiren bir canlı. Yazıdaki sorumlu "yüksek bireysellik"in kişisel gelişim ve anda olmak gibi kavramlara bağlanması kanımca, indirgemeci bilemiyorum belki de yok sayıcı bir tutum. Ama yine benzer şekilde bağlamından kopartılarak, özellikle sosyal medyada genellikle tek bir cümleyle ifade bulup, en hafifinden güdükleşmiş, aydınlanma/farkındalık ya da bütüncül düşünmeye çağrı niteliğindeki öneriler de fazlasıyla indirgemeci ve çoğu zaman irrite edici olabiliyor, kabul. Oysa ki "yüreğinin götürdüğü yere git"*2 ile önerilen, birlikte yaşamamızı kolaylaştıran hukuk, etik gibi toplumsal çerçeveler yokmuş gibi; benzini, gazı kap ve tıpkı ortaçağdaki gibi onlarca kişiyi diri diri yak değil elbette. (Biraz uçlaştırarak söyledim, her 2 Temmuz’da, üzerinden seneler geçmesine rağmen Madımak Oteli Katliamı'nın yüreklerdeki acısının tazeliğine binaen).
Oturduğumuz yerden dünyanın öbür ucunu/ucuna bilebildiğimiz /bağlanabildiğimiz ama bir bakıma da en hafifinden yine kaygı, endişe, korku uyandıran pek çok bilinmezlikle yaşadığımız bir çağdayız. Hele ki çıplak gözümüzle göremediğimiz ölümcül bir virüs etrafımızda dolaşıyorken ve ne yapacağımızı hala iyice belleyememişken. Hal böyleyken beter bir dünyada benzerlerle buluşup dayanışmayı ve birlikte mücadele/başa çıkmayı geçtim, dostluk, arkadaşlık, aile gibi dayanaklar olmadan/olamadan (sistemin tam olarak istediği bu aslında, "yok edici ıssızlıkta sadece bana sarıl") çoğunlukla okyanusun ortasında tek gibiyiz. Ve elbette en büyük korkumuz, günün birinde solucan yemi olacağımızı bilmek. Ama elbette yaşam ölürken parlar.*3 Yaka renginin bir önemi yok ( önemli bir fark, ezen ve ezilen ya da yöneten ve yönetilenler olabilir ) çoğumuz sistemin yap dediğini yapan, yapma dediğinden uzak duran, kaygan bir zeminde çekinerek yol alan ve belki de çare/kaçma/sıyrılma/uzak durma halini yüzleşmek/açığa çıkarmak ve mücadeleden çok tüketmede bulup -ki tüketimden sadece ayakkabı, araba anlaşılmasın bana kalırsa kültür, sanat, din, new age akımlar ve şimdilerde internet de buna dahildir- bu tüketimin çok çeşitliliğinden ötürü, derinliklerinde kaybolmaya müsaitiz. İyi evlatlıktan iyi yurttaşlığa kadar pek çok sosyal katmanda iktidar baskısı, kuşatılmışlık ve üstüne mahalle baskısıyla yaşıyoruz. Şeker, cips, abur-cubur kategorisine giren ürün üretimleri hali hazırda devam ediyor, fabrikalarda işçiler yarı aç yarı tok harıl harıl çalışıyorken, çocuğuna şeker yedirmemeye direnen bir anne neye ne kadar direnebilir ve bu mücadele ne kadar gerçekçidir? Ha keza, çevre kirliliğinin büyük oranda sorumlusu fabrika atıkları, fosil yakıt kullanımı gibi daha geniş ölçekte uygulamalar hız kesmeden devam ediyorken marketten plastik poşet almak ve almamak gibi varoluşlara takıldığımızda, bir dakika ( an’da) aslında olan ne? diye sormayı oldukça değerli buluyorum. Ki Corona sebebiyle evde kaldığımız süre boyunca, ruhsal hastalık vakalarının hatta şiddet vakalarının artması boşuna değildir. Tutunduğun dalın kırık olduğunu hissetmek/fark etmek, hak ve özgürlüklerin bu kadar budanmış olduğu bir ülkede çocukluktan yaşlılığa kadar pek çok travma sonucu delik deşik olmuş zavallı ego ile harmanından çok da hayırlı bir şey çıkmıyor işte.
Ki yazıda bahsedilen kişisel gelişim kavramı aslında tam da belki bu soruları sorma alanlarını açabilecek, anda olan tomurcuk ya da dikenleri fark edebileceğimiz yani geçmişin yol alma tutukluğu yaşatan nahoş deneyiminlerine ya da çevremizde olup bitenlere bakmayı ( yüzleşmeyi) gerektirir. Anın içinde tomurcuklar keşfetmek de demektir. Ve o tomurcuklar kişiyi geleceğe bağlayabilecek güce sahip sağlam/tam/bütün bir köprü yaratabilme potansiyeli taşır. Yüzleşmek/bakmak çoğunlukla acıtıcıdır. Anestezi almadan ameliyata girmeye benzer. Kişisel gelişimin önemli bir parçası olan bir terapi koltuğuna oturmak cesaret ve çokça çaba gerektirir. Ve kişisel gelişim adı üstünde kişiseldir. Yol için önceden hazırlanmış, definenin yerini işaret eden bir kılavuz harita yoktur. Ayrıca hiçbir aklı başında alan çalışanı herhangi bir şey vaat etmez, sürekli mutluluğu hiç vaat etmez. İçinde yaşadığı toplumu ya da topluluğu boş vermeye kapı açmaz. Aksine, insan olduğumuzu hatırlatır. Desteğe ihtiyaç duyabileceğimizi, bu toplumla/topluma rağmen, nasıl daha destekli daha güçlü olunur alt niyetiyle kişinin faydasına olan soruları sorabilmesi ve üzerine düşünebilmesi için alan açar. Kişinin hak ve özgürlerini budayan bir yapıyla beraber olduğunu görüyorsa kendi tutum ve davranışlarının kökenini sorgulayabilmesi için, madalyonun tek yüzünün görüldüğü yerde diğer yüzü gösterebilmek için ve en temelinde o kişi için belki de hiç kimsenin yapmadığını yapıp can kulağıyla dinlemek, süreci tutmak ve farkındalığını yükseltmek için oradadır. Her gün tomurcak toplayamayabiliriz. Bazen batan dikenleri bedeninizden ayırırsınız, bazen bahçenizden temizlersiniz, bazen hiç bir şey yapmaz sadece bakarsınız. Farkına varıp tutum almak ise çoğunlukla statükoyu bozmak demektir ve bu yanıyla da devrimci/evrimci bir eylemdir. Sözün kısası bakma/yüzleşme cesareti tutum almaya mecbur kılar. Günün sonunda, bütün bunlar "gününü gün etmek"ten çok, inandığı ve doğru bildiği şeyler uğruna, tüm olup bitenlerle her gün ölüp, güneşle beraber yeniden doğmaya benzer.
Ve son olarak Ölü Ozanlar Derneği-1989 ve ona çok benzeyen Mona Lisa Gülüşü -2003 gibi filmleri iyi ki çıkar çıkmaz hatta okul/iş kırarak izlemişim. Bugün hala bıkmadan usanmadan hatta bıktırarak, usandırarak sorgulama halimi biraz da onlara borçluyum.
*1 Ölüyordum, Geçerken Uğradım- Can Gürses Ayrıntı Yayınları 2017
*2 Yüreğiniz Götürdüğü Yere Git- Susanna Tamaro Can Yayınları 1996
*3 Yerdeniz Büyücüsü/ Ursula K. Le Guin- Metis Yayınları 1998-2017
* Çağdaş Dans Sanatçısı / Koreograf / Dans Hareket Terapisi Uygulayıcısı / Yazar