Yüzüncü yılında Almanya devrimi (1918-19) – II
Bülent BİLMEZ
Sınıf ve ulusçuluk arasında:
Safları netleştiren Birinci Dünya Savaşı (1914-1918)
Yüz yıl önce bugünlerde, tam olarak 15 Ocak 1919’da Berlin’de işlenen ve etkileri bugüne kadar süren Spartakist liderler Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg cinayetleri konusunda bugün bilinenler, olayın sadece ne kadar karmaşık değil, aynı zamanda mide bulandırıcı ve dehşet verici olduğunu da gösterir. Ancak bu iki lider hakkında sonradan üretilen farklı anlatılar ile bazı çevrelerde eksik olmayan mitleştirme girişimleri tabloyu daha da çetrefilli bir hâle getirmiştir.
Her yıl ocak ayının ikinci pazar günü, bu acımasız cinayetleri lanetlemek ve Alman devriminin iki önderini anmak için Berlin Friedrichshain’daki mezarlarına yürüyüş düzenlenir. Mevsimin ağır hava koşullarına rağmen yıllardır sürdürülen bu anmalara çok sayıda farklı parti ve grupların yanı sıra bağımsız bireyler de katılır. Weimar Cumhuriyeti (1919-1933) ve Nazi faşizmi dönemlerinde (1933-1945), Soğuk Savaş sırasında (1945-1990) Alman Demokratik Cumhuriyeti (Deutsche Demokratische Republik, DDR) ve Almanya Federal Cumhuriyeti (Bundesrepublik Deutschland, BRD) devletlerinin yönetimi altında ve nihayet 1990 yılından bugüne değişik formlar ve anlamlar kazanarak devam eden bu geleneksel anmaya, yüzüncü yıldönümü vesilesiyle bu yıl katılımın daha büyük olması bekleniyordu ve gerçekten de on binden fazla kişi katıldı.
13 Ocak 2019 Pazar günü yapılan bu anma yürüyüşüne ve 15 Ocak 2019 Salı akşamı Liebknecht ve Luxemburg’un öldürüldükleri Tiergarten’da düzenlenen anmaya bizzat katılma olanağı buldum. İzlenimlerimi aktarmadan önce bu çifte cinayete giden yolun tarihini kısaca anlatmak istiyorum.
15 Ocak 1919 öncesindeki günlerde kendilerine yönelik giderek artan tehditlerden ve ölüm ilanlarından dolayı sürekli adres değiştirerek saklanan Liebknecht ve Luxemburg, 15 Ocak Perşembe sabahı uyandıklarında akıbetleri ve Alman Devrimi’nin evrildiği yön konusunda artık pek iyimser değillerse de o gün başlarına gelecek iğrenç olayları ne onlar ne de yoldaşları tahmin edebilirlerdi. Nitekim Almanya Komünist Partisi’ni (Kommunistische Partei Deutschlands, KPD) kurduktan (01 Ocak 1919) sadece birkaç gün sonra patlak veren, bazen Ocak Çatışmaları (Januarkämpfe) adı verilse de aslen Ocak Ayaklanması (Januaraufstand) veya Spartakist Ayaklanma (Spartakusaufstand) olarak bilinen başkaldırı (05-12 Ocak1919) kanla bastırılmıştı. Bu sırada Alman Sosyal Demokratlarının ‘Bolşevizm tehlikesi’ gerekçesiyle eski müesses nizamın en gerici kesimleriyle kurdukları gizli ve kirli ittifak, bu vesileyle iyice açığa çıkmıştı. Aslında Liebknecht ve Luxemburg’un zamanlaması konusunda emin olmadıkları, ama tabandan gelen baskıyla başladığında önderliğini yapmaya çalıştıkları bu devrimci kalkışmanın bastırılması sonrasında iki Spartakist liderin akıbeti hakkında yapılan kirli planlar bilinmiyordu: Savaş sonrası müesses nizamın askerî ve sivil elitlerinin kurduğu paramiliter kuvvetler veya milislerin (Freikorps) baş düşman ilan ettikleri ve öldürüleceklerini her yerde görülecek duyuru ve afişlerle ilan ettikleri iki liderin bulunup cezalandırılmaları konusunda, Almanya Sosyal Demokrat Partisi-Çoğunluk (Mehrheits-SPD veya Mehrheitssozialdemokratische Partei Deutschland, MSPD) liderliği zımni de olsa onay vermişti. Bu cezanın ne olacağını elbette onları ele geçirenler vereceklerdi ancak açıkça öldürülmeleri talimatı veya onayı verildiğine dair elde bir kanıt olmasa da sonu kolayca buraya varabilecek bir talimatın/onayın söz konusu olduğu ortadadır. Bunun en önemli dayanağı ise daha devrimin ilk günlerinde iki kesimi temsilen Ebert ve Groener arasında yapılan ittifak anlaşması (10 Kasım 1918) olacaktır: SPD-Çoğunluk’un yıllarca kadim SPD içinde yakın çalışma arkadaşları olan ve üstelik içlerinden biri, partilerinin kurucularından Wilhelm Liebknecht’in oğlu olan iki yoldaşını ölüme götürecek bu ittifaka nasıl ve niçin girdiğini anlamak için, hikâyenin başına dönmek gerekiyor.
Yurtsever savaş ittifakı ile anti-Kapitalist sınıf mücadelesi arasında SPD ve sendikalar
Bu aktörler arasındaki ayrışma daha Birinci Dünya Savaşı’na katılma aşamasında başlamış ve savaş sırasında sergilenen farklı tutumlar nedeniyle perçinlenerek nihayet farklı gruplar ve partilerin ayrışmasıyla sonuçlanmıştır.
Sol parti, grup ve bireyler için adeta turnusol kâğıdı işlevi gören savaş konusundaki tavır, Avrupa’nın en örgütlü ve büyük sendikalarına sahip Almanya’daki sendika liderleri için de aynı işlevi gördü: Büyük sendikaların üst düzey yöneticileri savaş süresince en şoven söylemle savaşı desteklerken, işçilerin vatan savunması için üstlerine düşen fedakârlıktan kaçınmayacaklarını ilan ettiler. Olağanüstü koşullarda ‘iç huzur’ veya ‘toplumsal barış’ için ülke içinde sosyal, siyasi ve ekonomik aktörler/taraflar arasında gerekli ateşkes veya barış konsensüsü anlamına gelen Burgfrieden veya Burgfriedenspolitik adı verilen anlayışa göre, savaş sırasında elzem olan ‘iç huzur’ veya ‘iç barış’ için sınıf çelişkileri/çatışması bir kenara bırakılarak, işçiler ve sendikaları vatan, millet ve devlet için çalışacaktı! Vatan söz konusu olunca gerisinin teferruat olduğu milliyetçi safsatasıyla, emperyalist bir savaş sonrasında elde edilmesi beklenen ‘kazanımlar’ için savaş sırasında sınıf çıkarlarını askıya almaları beklenen işçilerin, çocukları cephelerde vatan için canlarını feda ederken, kendilerinin de fabrikalarda emeklerini açlık ve sefalete aldırmadan feda etmeleri bekleniyordu.
Büyük sermaye gruplarının savaş sırasında servetlerine servet kattıkları gerçeğinden yola çıkarak, savaşa karşı ilk muhalefeti sergileyen Liebknecht ve Luxemburg, aynı zamanda sınıf çelişkisinin ikincilleştirilmesine ve büyük sermaye gruplarının savaş ganimetlerine karşı da mücadele ederek, gösterilerde ve yazılarında anti-militarist söylemlerine, anti-kapitalist anlayışla daha derin ve kapsamlı bir nitelik kazandırıyorlardı. Daha savaşın başında, 02 Ağustos 1914'te İşçi Sendikaları Genel Komisyonu, savaş süresi boyunca ücret zammı talebi ve grevden kaçınacağını ilan etti. Bu kararın etkisi kısa zamanda görüldü: Savaşın başlamasından bir yıl önce, 1913 yılı içerisinde 2 bin 173 grev sonucunda 4,1 milyondan fazla iş günü kaybı olurken, 1915 yılında sadece 60 grev ve 4 binden biraz fazla iş günü kaybı söz konusuydu!
Birinci Dünya Savaşı sırasında müesses nizamla ittifak anlaşması yapan Almanya’daki çok büyük ve güçlü sendikaların yöneticileri gibi, SPD liderliğinin de (tıpkı Avrupa’daki çoğu sosyal demokrat parti gibi) savaşa verdiği desteğin, açık şovenizm olduğu ve Marksist sınıf mücadelesine dayalı enternasyonalizm açısından gerçek bir skandal olduğu, başından beri SPD içindeki birçok önemli aktör tarafından dile getiriliyordu. Nitekim, doğuda saldırgan Çarlık Rusya’sının oluşturduğu tehdidi bahane ederek ‘savunma savaşı’ söylemine dayanan SPD içinde bu karara karşı olanların sayısı giderek artacaktı. SPD yöneticileri temelde şu nedenlerle destekliyorlardı savaşı: Halkı da sarmalamış olan konjonktüre uyum sağlama ve savaş koşullarında sosyalistlere karşı devletin saldırılarını engelleme ve böylece partilerinin ve sendikaların o zamana kadarki kazanımlarını koruma niyeti bunların başında geliyordu. Aynı zamanda, savaş sırasında takınılan bu uyumlu politikalar sayesinde, olası zafer sonrasında bazı reformların gerçekleştirilmesi ve yeni kazanımlar edilmesi umudu da bu tavırda rol oynuyordu. Ancak (o sırada benzer tavır sergileyen Britanya ve Fransa’daki sosyal demokrat partiler için de olduğu gibi) asıl argüman, bir savunma savaşının söz konusu olduğuydu. Marksist sınıf mücadelesi, milliyetçi vatan savunmasına feda edilecekti.
Zor zamanlarda anti-militarizm ve anti-emperyalizm
Daha Almanya’nın 30 Temmuz 1914 tarihinde Rusya’ya savaş ilan etmesinden bir hafta geçmeden, 04 Ağustos 1914’te Rosa Luxemburg’un evinde buluşan anti-militarist ve/ya anti-emperyalist SPD’li altı kişinin (Hermann Duncker, Hugo Eberlein, Julian Marchlewski, Franz Mehring, Ernst Meyer ve Wilhelm Pieck) başlattığı toplantılara sonraki haftalarda katılan ve sayısı giderek büyüyen bu sol sosyal demokratların savaş karşıtı tavırlarında ısrarlı oldukları ve açık mücadeleye hazır oldukları biliniyordu. Nitekim, sonraki haftadan itibaren bu toplantılara, Karl Liebknecht başta olmak üzere, giderek daha çok kişi katılmaya başladı: Martha Arendsee, Fritz Ausländer, Heinrich Brandler, Käte Duncker, Otto Gabel, Otto Geithner, Leo Jogiches, August Thalheimer ve Bertha Thalheimer.
Alınan karar doğrultusunda Meclis'teki SPD milletvekillerinin parti disiplinine uyarak olumlu oy vermesi sonucu, 4 Ağustos 1914 tarihinde yapılan ilk oylamada savaş kredisi (Kreigskredite) iki çekimser oyla Meclis'ten geçmişti. Çekimser oyu verenlerden biri olan Karl Liebkecht’in, 2 Aralık 1914 tarihinde Meclis'te yapılan savaş kredisi oylamasında ret oyu veren ilk milletvekili olması ülkede şok etkisi yarattı. Gerekçelerini anlatmak üzere Meclis kürsüsünde yaptığı etkili konuşmada, halkların değil devletlerin istediği bu emperyalist savaşın asıl amacının, kapitalistlerin dünya pazarları ve sanayi-finans sermayesinin dünyanın bazı önemli bölgelerinde hâkimiyet kurma arzusu olduğunu belirtmişti. (Konuşmanın tam metni için bkz.)
Liebcknecht’in bu adımı, parti kararına itaatsizlik anlamına geliyordu: Genelde Meclis'teki savaş kredisi oylamalarında takınılan tavra bakılarak, SPD’nin savaşı desteklediği söylenir ve bu kurumsal anlamda da doğrudur. Ancak SPD’nin Meclis'te sergilediği bu tavrın belirlendiği ve aslında parti toplantılarında ve oylamalarda giderek daha çok milletvekilinin ortaya koyduğu savaş karşıtı tavır genelde göz ardı edilir. Oysa savaş coşkusuna kendini kaptırarak şoven devlet politikalarının destekçisi haline gelen SPD yönetimi, Meclis'teki her oylama öncesinde parti grubunda alınması gereken kararlar için yapılan oylamalarda giderek daha büyük bir muhalefetle karşılaşıyordu. Parti içinde savaş karşıtı muhalefetin başını çekenlerden biri, parti içi oylamada sürekli olumsuz oy kullanmakla birlikte, Meclis oylamalarında parti disiplinine uymak için olumlu oy veren, bizzat parti eş-başkanı Hugo Haase’ydi. Bir süre sonra parti kararı için yapılan oylamalar parti için oldukça riskli hâle geldi. Nitekim, hiçbir olumsuz oyun çıkmadığı Meclis'teki ilk oylamadan önce 3 Ağustos 1914’te SDP grubunda, parti kararını belirlemek için yapılan oylamada 78 olumlu oya karşı sadece 14 olumsuz oy verilirken, mesela bir yıl sonraki oylamada (17 Ağustos 1915) olumsuz oyların sayısı 31’e çıkmıştı. Uzayan savaşın yarattığı hayal kırıklıkları nedeniyle ve tüm baskılara rağmen (Spartakistlerin öncülüğünde) devam eden savaş karşıtı propaganda sayesinde, denge, hızla savaş karşıtlığından yana değişiyordu: Dört ay sonra (14 Aralık 1915) yapılan oylamada oy dağılımı 58 olumlu ve 38 olumsuz şeklinde olurken, bundan sadece üç ay sonra (24 Mart 1916), hükümetin muhalefet üzerinde büyük baskı kurduğu bir dönemde yapılan oylamada olumsuz oy sayısı iki eksilerek 36 olmuş, ama olumlu oy sayısı da 58’den 44’e gerilemişti!
Bu arada, Meclis'teki oylamalarda da grup kararına uymayarak olumsuz oy veren savaş karşıtı SPD milletvekillerinin sayısı da giderek artmaktaydı: 02 Aralık 1914 tarihli Meclis oylamasında anti-militarizm ile parti disiplini arasında yaptığı onurlu seçimden sonra geniş kitleler tarafından tanınmaya başlayan Liebknecht’i, savaş bütçesinin onaylanmasıyla ilgili Meclis'te yapılan her oylamada daha çok sayıda milletvekili takip edecekti. Ocak ayında yapılan bir sonraki oylamada da ret oyu veren Liebkencht’e kendi partisinden Otto Rühle de katılmıştı. (Aynı ayın içinde Liebknehct’in SPD’nin Meclis grubundan ihraç edilmesi üzerine, Rühle de dayanışma amacıyla Meclis grubundan istifa edecekti.)
Zamanla Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht etrafında bir araya gelen ve öncelikle SPD milletvekillerine gönderdikleri mektuplar aracılığıyla propaganda yapan savaş karşıtlarının oluşturduğu, ‘Enternasyonal Grubu’ (Gruppe Internationale) adıyla bilinen ve 1915 yılının Mart ayında (Franz Mehring ve Rosa Luxemburg öncülüğünde) Internationale (Enternasyonal) dergisini yayınlayan küçük grup, savaş karşıtı mücadelenin odak noktası olacaktı. Aslında aylık yayınlanması planlanan bu dergi, polis tarafından hemen kapatıldığı için, başka sayısı çıkmasa da grup bir süre bu isimle anıldı.
Haziran 1915’te Liebknecht’in evinde bir araya gelen savaş karşıtı enternasyonalist sol siyasetçilerin toplantısına, o sırada tahliye edilmiş Rosa Luxemburg da katıldı. Bu toplantı sırasında, SPD yönetiminin savaş yanlısı politikalarını ağır bir şekilde eleştiren bir mektup kaleme alındı ve mümkün olduğunca çok sayıda SPD yöneticisine ve sendikacılara gönderildi.
Bu arada Meclis'teki oylamalarda SPD içinde hayır oyu verenlerin sayısı artmaya devam etti: Aralık 1915’te savaş bütçesinin Meclis'teki oylamasında, kadim anti-militaristlerden SPD parti eş-başkanı Hugo Haase’nin de dahil olduğu 20 milletvekili olumsuz, 22 milletvekili de çekimser oy kullandı.
1 Ocak 1916’da Liebknecht’in bürosunda yapılan ve Berlin dışından savaş karşıtı temsilcilerin de katıldığı gizli toplantıda, Liebknecht’e, kurulması için yeni bir örgütün hazırlıkları yürütme ve Luxemburg’un Junius Broşürü’ndeki tezlerine dayalı bir parti programı hazırlama görevi verildi.
Bu arada, Haase önderliğindeki 18 SPD milletvekili 24 Mart 1916’da Meclis'te yapılan oylamada partinin kararına uymayarak savaş kredileri konusunda olumsuz oy kullandı ve hepsi partinin Meclis grubundan hemen atıldı. Bunun üzerine Gustav Haase, Karl Kautsky ve Georg Ledebour’un öncülüğünde Sosyal Demokrat Emek Birliği (Sozialdemokratische Arbeitsgemeinschaft, SAG) adıyla kurulan Meclis grubu, daha kapsamlı bir emek ve sınıf söylemiyle Meclis'te savaş karşıtı muhalefeti sürdürdü. Grubun önderliğini yapan Hugo Haase’nin 25 Mart 1916’da parti eş-başkanlığından istifa etmesinden sonra, onunla birlikte 1913 yılında eş-başkan seçilen Friedrich Ebert tek başına partinin liderliğini üstlenecekti. İstifa eden Haase’nin yerine seçilen Phlipp Scheidemann ise onun yarattığı boşluğu doldurmaktan uzaktı.
Savaş boyunca yazılarında veya değişik eylemlerde sergiledikleri kararlı anti-militarist savaş karşıtlığı ve milliyetçiliğin her türlüsüne karşı çıkan enternasyonalizm propagandası nedeniyle polisle sürekli başları belaya giren Liebknecht ve Luxemburg, birçok kez hapse atıldılar. Bunlardan en meşhuru, 1 Mayıs 1916’da Berlin Postdamer Platz’da yapılan mitingde yaptığı savaş karşıtı cesur konuşma sonrasında Liebknecht’in göz altına alınmasıydı. Savaş sırasında ‘iç barış’ gerekçesiyle SPD’nin 1 Mayıs mitinglerini boykot etmesine rağmen 10 bindan fazla kişinin katıldığı bu mitingde SPD milletvekili olarak konuşma yapan Liebknecht, kitleler üzerinde büyük etki yapmıştı. SPD yönetimin tepkisi, Liebknecht’in milletvekili dokunulmazlığını kaldırmak oldu. Liebknecth, 28 Haziran 1916’daki ilk duruşmadan itibaren mahkeme salonunu savaş karşıtı propaganda aracına dönüştürmeyi başardı, ama sonuçta beklendiği üzere askerî mahkeme tarafından hapsedildi. Özellikle inanılmaz cesaret ve kararlılıkla sürdürdüğü entelektüel ve pratik faaliyetleri nedeniyle savaş dönemi askerî diktatörlüğünün nefretini kazanan Yahudi bir kadın olarak Luxemburg, dört yıllık savaşın neredeyse tamamını ülkenin değişik cezaevlerinde geçirdi. Yine cezaevinde olduğu bir sırada yoldaşları aracılığıyla dışarıya ilettiği ve el altından dağıtılan Sosyal Demokrasinin Bunalımı (Die Krise der Sozialdemokratie) başlıklı broşürde, savunma savaşı değil emperyalist bir savaş söz konusu olduğu için işçilerin kesinlikle savaşa karşı çıkması gerektiğini ve sosyal demokrat partilerin savaş yanlısı tavırları nedeniyle enternasyonal sosyalist hareketin büyük bir hezimet ve bunalım içinde olduğunu anlatıyordu. (Konuşmanın tam metni için bkz.)
Rosa Luxemburg’un Junius takma adıyla, aslında İsviçre’de düzenlenecek bir konferansa sunulmak üzere yazdığı ve tarihe Junius Broşürü (Junius-Broschüre) olarak geçen bu broşür el altından dağıtılabildiği ölçüde yaygınlaştı ve çok etkili oldu. Özellikle broşürün sonundaki on iki maddelik "Uluslararası Sosyal Demokrasiye Dair Tezler" (Leitsätze über die Aufgaben der internationalen Sozialdemokratie) okuyanlar üzerinde büyük etki yaratıyordu. 1916 yılında bir yayınevi tarafından yayınlanması ve dağıtılması, broşürün kısa zamanda daha çok bilinir olmasını sağladı.
İlk sayısı Eylül 1916’dan yayınlanan ve sonradan "Spartaküs Mektupları" (Spartakusbriefe) olarak bilinen Spartacus başlıklı bülten aracılığıyla Liebknecht ve Luxemburg etrafındaki sol grup, savaş karşıtlığı eleştirilerini, giderek daha çok radikalleşen, sistemli ve kapsamlı bir reformizm eleştirisi ile birleştirecekti. Daha önce ‘Enternasyonal Grubu’ (Gruppe Internationale) adıyla bilinen bu grup, artık daha çok Spartaküs Birliği (Spartakusbund) veya Spartakistler olarak anılmaya başlanacaktır.
Fazla radikal ve sol buldukları Spartakistleri de onaylamayan SAG grubu, Spartakistler’in yoğun baskı nedeniyle fazla etkili olamadığı bir sırada, hem Meclis'te hem SPD tabanında hem de halk arasında savaş karşıtlığının en önemli aktörü haline gelmişti. Bu nedenle SPD yönetimi ile giderek çok çatışan SAG, önce yerel örgütlenmeler ve yayın organlarında kontrolü ele geçirmeye başlasa da SPD yönetimi ve yerel temsilcileri, çoğu zaman güvenlik ve yargı bürokrasinin desteğini da arkasına alarak parti genelinde kontrolü kaptırmamayı başardı. Öyle ki, savaş karşıtı partililerin o sırada partinin savaşla ilgili politikalarını eleştiren yazılarının partinin resmî yayın organı olan Vorwärts (İleri) Dergisi’nde yayınlanması nedeniyle —derginin editörü parti yönetimi tarafından değiştirilemediği için— Ekim 1916’da savaş hükümeti tarafından dergi bir süre için kapatılacaktı. Dergide muhaliflerin güçlenmesine karşı SPD yönetimi ile müesses nizamın yetkililerin iş birliği, sonraki yıllardaki önemli gelişmelerin habercisiydi…
Bu arada, hâlâ parti üyesi olan Hugo Haase önderliğindeki muhaliflerin parti içindeki faaliyetlerinin partide büyük yarılmalara yol açacağını düşünen SPD yönetimi, nihayet Haase önderliğindeki SAG grubunu Ocak 1917’de parti üyeliğinden attı.
Savaş karşıtlığı üzerinden parti içinde gelişen muhalefetin kalesi olan SAG içindeki üyelerin çoğunluğu, partinin olanaklarından kısmen de olsa yararlanabilmek ve geniş parti tabanından kopmamak için aslında parti içinde kalarak mücadele etmekten yanaydı. SAG liderlerinin çoğu da ayrılıp yeni parti kurmaya o güne kadar hep karşı olmuştu. Ancak, partiden atıldıktan sonra, yeni parti kaçınılmaz olmuştu: 6-7 Nisan 1917 tarihlerinde Gotha şehrinde düzenlenen kongre sonrasında, Almanya Bağımsız Soysal Demokratlar Partisi (Unabhängige Sozialdemokratische Partei Deutschlands, USPD) Hugo Haase önderliğinde kuruldu. SAG grubunun öncülerinden Haase, Kautsky ve Ledebour dışında, Kurt Eisner, Eduard Bernstein ve Joseph Herzfeld gibi SPD’nin ağır topları da yeni partide yer almıştı. Nitekim iki parti arasındaki fark, ideolojiyle ve sosyoekonomik politikalarla değil, savaş politikalarıyla ilgiliydi.
Başından beri SPD içinde en sol kanat olarak yer alan ve parti içindeki diğer savaş karşıtı gruplarla sürekli ilişki ve işbirliği içinde olan Spartakistler de yeni kurulan Bağımsız-SPD içinde aktif olarak yer aldı, ama SPD-Çoğunluk’un daha solundaki bu yeni partinin de sol kanadını oluşturmak üzere… Sonraki yazılarda anlatacağım, 1918 Aralık ayının sonunda kurulacak olan KPD’ye giden yolda giderek radikalleşen Spartakistler, diğer gruplara göre niceliksel olarak hep azınlıkta ve hatta marjinal olarak kaldı. Ancak sayıları büyüyerek sokağa dökülen kitlelerin giderek militanlaştığı devrim sürecinde, özellikle hayal kırıklığına uğrayan önderlerin radikal talebine daha çok cevap veren Spartakistlerin hızla büyümeye ve güçlenmeye başlamaları ve daha önemlisi organik ilişki içinde oldukları Bolşevikler tarafından desteklenmeleri, eski müesses nizamın elitleri ve onlarla işbirliği içinde müesses nizamın yeni bir formda devam etmesine (reform) çalışan sol popülist yeni siyasi elitler arasında telaşa yol açıyordu.
Savaşın kabullenilemeyen sonu
Aslında savaşı (özellikle batı cephesinde) Almanya’nın kazanamayacağı daha 1918 yazında belli olmuştu. Bütün mesele, Şubat ve Ekim 1917 devrimleri sonrasında Rusya’da Romanovlar İmparatorluğu’nun çökmesi üzerine 5 Aralık 1917’de Rusya ile Brest-Litovsk’ta yapılan ateşkes nedeniyle doğu cephesinde rahatladığını düşünen Almanya ordu komutanlarının ve imparatorun kendisinin, tüm açıklığıyla gerçeği görme/kabullenme konusunda direnmesiydi. Daha sonra imzalanacak kendileri için çok kârlı Brest-Litovsk Anlaşması (3 Mart 1918) sayesinde bu rahatlığı artık garantilediğini düşünen ordu komutanları ve imparator, gerçeklikten iyice kopmuştu: Almanya’nın anlamsız ve provokatif denizaltı saldırıları nedeniyle 1917 yılında savaşa giren ABD’nin sağladığı devasa taze güç nedeniyle Rusya’nın çekilmesi sonucunda elde edilen kazanım dengelenmişti. Ayrıca, doğu cephesinde rahatladığı için batıda nihai kazanımlar elde edileceğini sanarak 1918 yılının bahar ve yaz aylarında kuzey Fransa’da gerçekleştirilen son saldırıların hepsi fiyaskoyla sonuçlanmıştı.
Batı cephesinde savaşı Almanya ve müttefiklerinin kaybettiği aslında 1918 yazının sonunda (özellikle Ağustos’ta müttefiklerin Almanya ordusunu geri püskürttüğü Amiens bozgunundan sonra) tamamen belli olmuştu ve Almanya ordu komutanlarından bazıları bunu kabul etmeye başlamıştı. Nihayet 29 Eylül 1918 tarihinde Ordu Yüksek Komutanlığı (Oberste Heeresleitung) sürpriz bir şekilde ateşkes görüşmelerine başlanmasını kabul etti, ama kendisince zeki bir adım atarak: Mevcut başbakan Prens Georg von Hertling 30 Eylül 1918’de İmparator II. Wilhelm tarafından görevden alındı ve Meclis'e daha çok yetki verileceği vaadiyle 03 Ekim 1918’de onun yerine liberal biri olarak bilinen Prens Max von Baden getirildi. Von Baden’a ateşkes görüşmeleri sürecini Meclis'teki muhalif partilerinin katılımıyla kurulacak sivil hükümet aracılığıyla yürütmesi için görev verilmişti. Hesaba göre, yenilgiyi bir türlü kabullenmeyen Almanya ordusu böylece onur kırıcı duruma düşmekten kurtulacaktı…
Bu hesaba uygun olarak, yeni duruma uyum için geçiş rejimi arayışları başladı. İki şey amaçlanmaktaydı: İlki, Liberal bir başbakan yönetimindeki hükümet ile Meclis'te ve işçiler arasında güçlü olan kitlesel partiler aracılığıyla ateşkes sürecinin başlatılmasıydı. İkincisi ise, o sırada çığ gibi büyüyerek kontrolden çıkmaya başlayan asker ve işçi muhalefetinin kontrol altına alınmasıydı. Nitekim hem muhalif toplum kesimleri arasındaki hem de Meclis'teki en büyük partilerden biri olan SDP’nin katılımıyla 4 Ekim 1918 tarihinde kurulan hükümete, SPD-Çoğunluk’tan eş-başkan Ebert ve Scheidemann’ın yanı sıra, Sendikalar Genel Komisyonu ikinci başkanı Gustav Bauer de katıldı.
Müesses nizamın özellikle askerî elitleri ve hanedan, savaşa girerken mobilize etmeyi başardıkları geniş kitle tabanının desteğini, savaş sırasında hâkim olan savaş diktatörlüğü, yaşanan açlık ve sefalet, 1916 Mart’ından itibaren hızla yayılan çiçek hastalığı salgını ve en önemlisi cephelerde yaşanan hezimetler nedeniyle 1917 yılından itibaren iyice yitirmişti. Bunun en büyük göstergesi, 1917 yılından itibaren Almanya’nın her yerine yayılan grevlere katılanların sayısının ve kararlılığının her geçen gün daha çok artmasıydı. Bağımsız-SPD’nin solcu üyelerinden olup Spartakist olmayan Richard Müller ve Emil Barth gibi devrimci işçi liderlerinin öncülüğünde ve genelde Bağımsız-SPD üyelerinin aktif katılımıyla tüm baskılara rağmen örülen gizli işçi temsilcilikleri ağı aracılığıyla Almanya’nın birçok şehrinde gerçekleştirilen bu grevlerin genel koordinasyonu için Ocak 2018’den itibaren kurulan komitelere, kitle üzerindeki nüfuzlarını yitirmemek için SPD-Çoğunluk üyeleri de giriyordu.
Almanya’yı savaşa sokmuş ve savaş sırasında ülkeyi askerî diktatörlükle yönetmiş olan eski müesses nizamın asker ve sivil elitlerinin yenilgiyi kabullenmekte zorlanmalarının bir nedeni, bu durumda kendilerinden hem içeride hem de dışarıda hesap sorulacağı korkusuydu. Özellikle imparatorluk ile savaş döneminin gerçek muktedirleri olan komutanlar için savaş sonrasında Amerikalılar başta olmak üzere Müttefik Devletlerin tavrı çok önemliydi. Yenilginin kabulü durumunda muzaffer Müttefik Devletler tarafından savaş suçlusu olarak yargılanmaktan korkuyorlardı. (Nitekim 03 Eylül 1918’de Amerikan senatosunda, Almanya İmparatoru II. Wilhelm ve Amerikan denizaltılarının batırılması emrini veren komutanların savaş suçlusu olarak yargılanması kararı verilmişti.) Gelecek yazımızda görüleceği üzere, en sonunda kabul etmek zorunda kaldıkları yenilginin sorumluluğunu ve sonraki pazarlığı sivil hükümete bırakarak savaş sonrası döneme geçişi kendilerince en yumuşak şekilde yönetmeye çalışanlardan İmparator II. Wilhelm ve ateşkes görüşmelerine son anda karşı çıkan Genel Kurmay Başkanı Erich Ludendorf her şeye rağmen ülkeyi terk etmek zorunda kalacaklardı.
O sırada Almanya’nın müttefiki Osmanlı İmparatorluğu’nda aynı konumda olan İttihatçı liderler de yenilgiyi kabul ettiler ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Onlar da barış görüşmelerini yeni hükümete yaptırmak ve böylece sorumluluğu sivillere yıkmak istiyorlardı. Ancak o sırada halen kendi toprakları dışında konuşlanmış olup kendi topraklarında hiçbir kayıp vermemiş olan Almanya ordusunun komutanları, Osmanlı ordularının yaşadığı hezimeti Almanya’nın yaşadığına inanmadıkları için ülkeyi terk etmek yerine geçiş süreci ve ara çözüm peşindeydi. Buna rağmen Türkiye’de tarih yazımında ve milliyetçi/yurtsever kolektif hafızada "savaşı biz kaybetmedik, ama müttefiklerimiz kaybettiği için biz de yenik sayıldık" safsatasının yer bulması ayrıca ele alınması gereken patetik bir durumdur. Ancak Osmanlı ve Almanya’da eski muktedirlerin paylaştıkları, sadece sorumluluğu başkalarına yıkma taktiği değil, aynı zamanda savaş suçlarından dolayı yargılanma korkusudur. Osmanlı’da bu korkuya dayanarak Anadolu’da (özellikle Ermeni soykırımı vesilesiyle insanlık suçu işleyen) yerel Müslüman elitleri kendi etrafında toplayan müesses nizamın merkezi elitlerin içindeki bir kol, Mustafa Kemal önderliğinde sergilenen direniş sayesinde cezalandırılmaktan kurtulmuşlardı. Elbette bu cezasızlığın en büyük nedenlerinden biri, soykırım suçlularını güya yargılayan ve mağdurlarına sahip çıktığını iddia eden müttefiklerin sonraki süreçte sergiledikleri riyakâr çıkarcılıkları nedeniyle bölgede (özellikle yeni Bolşevik tehlikesine karşı) Batı çıkarlarının bekçisi olarak gördükleri Ankara Hükümeti’yle işbirliği ve anlaşma yapmak için 1920 yılından itibaren sıraya girmeleri oldu. Kemalist elitin savaşa girme kararında rol oynamadıkları iddiası ve eski müesses nizamın bu koluyla iktidar mücadelesi vermesi de bunda önemli rol oynamıştı.
Toprakları düşmanların kontrolüne girmemiş olan Almanya elitleri ise kontrollü bir şekilde yönetimi kitlesel desteğe sahip partilerle paylaşarak, bir geçiş rejimi aracılığıyla bir tür ara çözüm peşindeydi. Ancak tıpkı yurt dışındayken de içerideki temsilcileri aracılığıyla iktidar mücadelesini bırakamayan ve zamanı gelince tekrar kontrolü ele geçireceğini düşünen İttihatçı kol gibi, Almanya’daki müesses nizamın askerî ve sivil elitleri de bunun geçici olduğunu, kitlesel desteği kaybetse bile asıl askerî ve ekonomik güce kendilerinin sahip olduğunu biliyordu. Zamanın kendilerinden yana işleyeceğini ve büyük bir coşkuyla girip hezimetle çıktıkları, ülkede tam bir yıkıma yol açan savaştan sonraki süreci kendileri için en az zararla kapatacaklarını hesaplıyorlardı. Bu nedenle, savaş sonrası yeni düzen/rejim mücadelesinde güçlenen aktörlerden olup giderek kontrollerinden çıkan taban hareketine karşı önlem almayı, en önemli mesele olarak görüyorlardı.
Zorla bastırma yerine bu hareketi kontrol altına alma hesabının doğru olduğu kısa zamanda belli olacaktı: Kendileriyle anlaşmaya teşne olan, güya anti-kapitalist ve enternasyonalist temeller üzerinde kurulmuş olup savaşın başından itibaren milliyetçi/yurtsever/şoven dalgaya kendini kaptıran, ama hâlâ kendisini Marksist olarak gören SPD-Çoğunluk yönetimi sayesinde planın sonuçlarını beklediklerinden daha çabuk alacaklardı. Üstelik bu yumuşak geçiş sayesinde paylaşarak da olsa iktidarını sürdüren müesses nizamın askerî-sivil elitleri, kısa bir süre sonra bu işbirlikçi müttefiklerini de "cephede yenilmeyen orduyu arkadan hançerleyerek yenilgiyi kabul etmeleri" söylemini kullanarak ihanetle suçlayacaklardı. Savaşın son aşamasında patlak veren devrim sürecinde, (müesses nizamın elitleriyle işbirliği sonucu gerçekleştirilen kardeş katli de dahil) her yola başvurarak muzaffer çıkan Sosyal Demokratlar, zafer sonrasında iktidar bloku içindeki çatışma sonucunda sadece kendi iktidarlarını değil, parlamenter demokrasiyi de kaybedeceklerdi: Tarihin en zalim rejimlerinden Nazi diktatörlüğünün köklerini, devrim sırasında kurulan bu ittifakın sağ muhafazakâr müesses nizam elitlerine sağladığı olanaklarda aramak yanlış olmayacaktır.