Tekçi ideolojinin ektiği tohumlar

Ya farklılıkların bir zenginlik olduğunu kabullenerek geçmişimizle yüzleşeceğiz ve bizden farklı olanlara saygı duyacağız. Ya da bu insanlık dışı vahşete boyun eğip dağılıp gideceğiz.

Tekçi ideolojinin ektiği tohumlar

Koray DÜZGÖREN

Mehveş Evin arkadaşımız Artı Gerçek’te insanlık dışı saldırının hemen ardından öfkeyle sordu:

"Cenazeye saldırmaktan daha aşağılık ne olabilir?"

Bu soruyu aslında ülkenin bu hale gelmesinde, bu ülkede yaşayan insanların önemli bir bölümünün en ufak bir kıvılcımda adeta vahşi bir canavara dönüşebilecek bir ruh ve kafa yapısına sahip olmasında payı olan herkesin önce kendine sorması lazım.

Daha kestirmeden gidelim.

Bir cenazeye bile derin bir ırkçı nefretle yaklaşabilen bu insan görünümlü yaratıklar nasıl yetiştirildiler?

Kolay olmadı tabii...

94 yıldır, hatta daha öncesinden bu meselenin üzerinde milletçe elbirliği ile çalışıyoruz.

Dünkü yazımın başlığı tam da bu çirkin olayın bir bölümünü izah ediyor.

"CHP: Kürtleri dışlayarak geçen 94 yıl"

94 yıldır, bu ülkeyi kuranlar başta olmak üzere, yönetenler, muhalif olanlar, bu anlayışın gelişip kökleşmesine çeşitli biçimlerde hizmet edenler, yazanlar, çizenler, konuşanlar hatta kendisine solcu diyenler, velhasıl belki de hepimiz, ortaya çıkan bu sapkınlığın sorumluları arasındayız.

Mesele sadece Kürtler de değil. Soykırıma maruz kalıp yüzbinlercesi katledildiği halde hala ırkçı nefretin hedefi olan Ermeniler, yine katledilip sürülen Süryaniler, Keldaniler, Ezidiler, Aleviler. Saymakla bitmeyecek farklılıklar, kimlikler, renkler…

Bu ülkenin kendisine sosyal demokratlığı yakıştıran ana muhalefet partisi kökleşen faşizme rağmen Kürtlerle yan yana durmam diyebiliyor. Buna karşılık Sultan ananın cenazesine saldıran insanlık düşmanlarının ağababalarıyla yan yana durabiliyor. Onlarla gerekirse simgeleriyle selamlaşabiliyor.

Sorsan, bunların ırkçılıkla bir ilgisinin olmadığını söyleyeceklerdir.

Irkçılığın lafı edilince, "Biz zaten milletçe ırkçı değiliz, hoşgörülüyüz" deyip deri rengi siyah olanlara gösterilen hoşgörü dile getiriliyor.

Oysa son zamanlarda bu sloganın bile boş bir yalan olduğunu kanıtlayan olayları çokça yaşıyoruz.

Irkçılığı deri rengine indirgeyen tehlikeli bir yaklaşım bu.

Çünkü böylece kendi içlerindeki derin ırkçılığı ve ayrımcılık saplantılarını, kafalarına yerleştirilen öteki düşmanlığının ayrımına varamıyorlar.

AKP İKTİDARI VE ERDOĞAN’IN SORUMLULUĞU YOK MU?

Peki son 16 yılda AKP iktidarının, Erdoğan’ın memleketin bu hale gelmesindeki sorumlulukları?

Ona düşen sadece zaten güçlü tohumların ekildiği bir tarlayı daha da beslemek, sulamak oldu. Şimdi o tohumların ürünleri ortaya çıkıyor. Devlet, polisi, yargısı ve bütün kurumlarıyla bu hasadı kolaylaştırmak için elinden geleni ardına koymuyor.

Erdoğan’ın söyledikleri ile HDP hariç diğer partilerin söyledikleri arasında herhangi bir farklılık var mı bu konularda? Yok.

Tek millet, tek vatan, tek dil, tek bilmemne… Farklılıklara gelince…

"Onları kabul etmek bizi böler" deyip geçiyorlar.

O tohumlar, 94 yıl boyunca yaratılan sahte bir ‘Biz’ kavramının dışında kalan herkesi düşmanlaştıran, ötekileştiren, dışlayan, yok sayan, duruma göre bazen sindirilecek, bazen yok edilecek aykırılıklar, sapkınlıklar olarak gören bir milli politikanın ektiği tohumlar.

Şimdi sağda solda belki öngörülemeyen, yarım ağızla karşı çıkılan, sıra dışı tepkiler olarak ortaya çıkan insanlık dışı vahşetin sorumlusu geçtiğimiz 94 yılda uygulanan bu politikalar. Hangi siyasi parti olursa olsun, kim iktidara gelirse gelsin bu politikalar uygulandı, uygulanmaya devam ediliyor.

Türkiye’den çıkıp ya da kaçıp dünyanın değişik ülkelerinde yaşamak zorunda kalan milyonlarca Türkiye kökenli insanlara bir bakın. Araştırmadan vazgeçtim, özellikle Avrupa’da küçücük bir gözlem, durumun vahametini ve Türkiye’de olup bitenlerin gerçek nedenlerini anlamak isteyenlere her şeyi açıklıyor.

Türkü, Kürdü, Alevisi, Süryanisi, Ezidisi, Pontus Rumu, İstanbul Rumu, Keldanisi ve daha burada sayamadığım her dinden, mezhepten, ırktan, siyasi eğilimden insan doğdukları, büyüdükleri, yaşadıkları ülkeden, topraklardan koparılmış, başka diyarlarda yaşamak zorunda bırakılmış.

Adeta bir sürgünler ordusu söz konusu.

Bu insanlar gönüllü sürgün mü oldular?

Hayır. Onları ülkelerinden, doğdukları topraklardan koparan başta devletin ırkçı tek millet ideolojisi. Bu ideoloji, farklılıklara yaşama hakkı tanımaz. Tanımadığını geçtiğimiz 95 yılda gerçekleşen soykırımlar, katliamlar, toplu cinayetler, göçe zorlama olayları, köy yakmalar, şehir mahalle bombalama olayları, yaygın ırkçılık, ayrımcılık vb. insanlık dışı uygulamalar gösteriyor.

Yakın tarihimiz Osmanlı’nın son dönemlerinde İmparatorluk parçalanmasın diye ortaya atılan Türkleştirme projesinin devam ettiğini gösteren olaylarla dolu.

Sonuçta İmparatorluğun nasıl parçalandığını biliyoruz.

Neymiş? Cumhuriyeti kuranlarda bu nedenle parçalanma korkusu varmış. O korku devletin genlerine işlemiş. O nedenle bu tek millet, tek dil vs zulmü devam etmeliymiş.

Bunu sadece devlet söylese iyi. Sokaktaki vatandaşın bir kısmının da böyle düşünmesi ve böyle konuşarak tepki vermesi geçtiğimiz 94 yıl boyunca sürdürülen eğitim, kültür politikalarıyla nesilden nesile geçti, geçiyor.

VAHŞET OLAYLARININ GERİ PLANINDA DEVLET VAR

Düşünün! Devlet, Pontus Rumları geri dönüp Trabzon’da bir devlet kurarlar diye Trabzon’u hassas bölge ilan etmiş. Hatay’ı da aynı şekilde, Suriye’yi ya geri almaya kalkarsa ne olur diye düşünmüşler. Orası da hassas bölge.

Misyonerliği bölücülük olarak görüp tedbir alınmasını isteyen Milli Güvenlik Kurulu. Böyle bir ortamda Malatya’da misyonerlerin vahşice katledilmelerinden ve daha sonra bu cinayeti işleyenlerin bir biçimde salıverilmelerinden daha doğal ne olabilir?

Örnekler o kadar çok ki. Daha geçtiğimiz hafta 6-7 Eylül olaylarını andık.

Ülkenin gayrı müslümlerden tamamen temizlenmesi ve onların zenginliklerine el konulma operasyonu olan bu vahşet olaylarının geri planında devlet var. Bu vahşeti planlayanların itirafları ortada.

Bu olaylarda da mezarlıklara, ölülere, insanların en kutsal değerlerine saldırılmıştı. Ve olaylar devletin gözetiminde cereyan etmişti. Sonra da sorumlu diye solcu yazar ve aydınlar tutuklanmıştı.

Neticede olaylarla ilgili suçlanan ya da cezalandırılan olmadı. Meselenin perde arkasına ise hiç dokunulmadı.

Ve bu vahşi saldırıya ve benzer ırkçı, ayrımcı katliamlara, şiddet olaylarına göz yumuldukça, bunların sorumluları teşhir edilip benzerlerinin olmaması için önlemler alınmadıkça olaylar devam etti, gitti.

Ne devlet ne de bu olayları hoşgörüyle ya da sessizlikle karşılayanlar bu olaylarla yüzleşme gereği duydular.

Sonuç ortada.

Şimdi Kürt ya da Alevi komşusunu ilk fırsatta bir gerekçe ile ihbar eden ya da etmek isteyenlerle dolu etrafımız. Hatta yeterince tahrik olursa Kürt, Alevi ya da başka bir kesimden, inançtan komşusunu kesebilecek potansiyele sahip milyonlar mevcut.

Ne kadar övünsek yeridir.

Tamam bu meselede devlet, medya, bilim çevreleri ve belli kanaat önderlerinin rolü belirleyicidir. Ama sıradan vatandaşın da sorumluluğu yok mudur?

Bu son vahşet olayı çok önemli bir mesajdır.

Ya farklılıkların bir zenginlik olduğunu kabullenerek geçmişimizle yüzleşeceğiz ve bizden farklı olanlara saygı duyacağız.

Ya da bu insanlık dışı vahşete boyun eğip dağılıp gideceğiz.

O nedenle Hatun ananın cenazesine yönelik bu rezil, faşist ve insanlık dışı saldırıyı kendimize yapılmış sayarak tepki koymamız şart.

Hele susmanın, suça ortaklığın ötesinde yeni suçlara teşvik olacağını herkesin bilmesi lazım.

Koray Düzgören