Hasan Sabbah ve Alamut-1

Hasan Sabbah ve Alamut-1
Tarih, ona baktığınız pencereye göre değişkenlik gösterir

Emre ERGÜL


"Feodalizme karşı devrimci muhalefet; tüm Ortaçağ boyunca kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçiminde göstermiştir... Hatta, 16. yüzyılın din savaşları adı verilen şeylerde bile, her şeyden önce çok ciddi sınıf çıkarları söz konusudur... Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolayca açıklanır..."  (Friedrich Engels / Köylüler Savaşı)

‘’Erenlerin çoktur yolu / Cümlesine dedik beli / Gören bizi sanır deli / Usludan yeğdir delimiz’’ (Muhyiddin Abdal)    

Tarih, ona baktığınız pencereye göre değişkenlik gösterir. Bu değişkenlik, öznel bir bakışın herhangi bir tarafına eklemlenmekten ziyade gerçek ile yalan arasındaki konumlanıştan kaynaklanır. Bu iki zıt konumlanışın tarihe bakışındaki en temel fark ise bir tarafın tarihe egemenlerin penceresinden diğer tarafın ise ezilenlerin penceresinden bakmasıdır. Bir tarafın bakış açısında zulüm ve sömürü kurumlarının çarpıtmalı yansımaları vardır, diğer tarafta ise eşitliği, adaleti ve özgürlüğü isteyen kesimlerin haklı taleplerinin yansımaları vardır. Bu iki bakış açısından ilkinde sarayların ve saltanatların çarpıtmalarını, ikincisinde ise ezilmişlerin çığlıklarını görürsünüz.

Tarihe sarayların penceresinden bakıldığında katillerin ‘’kahraman’’ kahramanların da ‘’katil’’ olduğu görülür. Çünkü ‘tarih, kahramanlar tarafından değil; kahramanları asanlar yani krallar tarafından’ yazılır. Egemenler, sömürgen bozuk düzenlerine başkaldıran düşünceleri, insanları ve hareketleri sadece bedenen katletmekle kalmaz aynı zamanda bilinçli çarpıtmalar, karalamalar ve yalanlar yoluyla da ruhen katlederek gelecek kuşaklara aktarırlar. Egemen tarih yazımının bu çarpıtmaları, yazıcı öznenin ezilenlerden yana yer alan politik tutumu temelinde resmi tarihin tersten okunması yöntemiyle aşılabilir. Böylesi durumlarda ‘’terörist’’, ‘’zındık’’, ‘’batıl’’, ‘’sapkın’’ ve ‘’katil’’ tanımları yer değiştirir.

Resmi tarih anlayışının karalamalarına en fazla maruz kalan isimlerden birisi de hiç şüphesiz filozof, ilahiyatçı, astronom, örgütçü, stratejist, mütefekkir ve bilim insanı olan Hasan Sabbah’tır. İbriğini bir cariyenin, havlusunu da başka bir cariyenin tuttuğu resmi tarih yazıcılarının iddia ettiği gibi Hasan Sabbah ve refikleri (yoldaş) ne ‘terörist’ ne de ‘haşhaşi’dir. Hasan Sabbah ve refiklerinin egemenlere ve onların sömürgen düzenlerine korku salan eşitlik ve adalet mücadelesi, haşhaş kullanıp bilinçlerini kaybederek değil; Kerbela ve İmam Hüseyin bayraktarlığında yükselen, Muhtar-ül Sakafi’yle vücut bulan ve Karmatiler ile zirveye ulaşan, senkretik din tandanslı, kurtarıcı karakterli ve felsefi temelli eşitlikçi ihtilal hareketlerinin mirasına olan sadık inanç ve bilinçlerinden kaynaklanmaktaydı. Amaçları ‘’Üstü örtülmüş yalan ve aslı olmayan’’ hikâyelerle dolu kötü bir dünyayı değiştirip, yerine adil ve eşitlikçi bir düzen kurmaktı. Bunu da o dönem ezilen kitlelerin kendilerini ifade biçimi olan İsmaililik adı altında yaptılar. Teolojik olarak İsmaililik, altıncı İmam Cafer-i Sadık’ın ardından imametin Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu İsmail’e geçtiğine ve İsmail’in vefatının (Cafer-i Sadık’tan önce vefat etti.) ardından da imametin onun oğlu Muhammed bin İsmail’e geçtiğine inanlara verilen isimdir. İsmaililik araştırmacısı Farhad Daftary, İsmaililiği şu şekilde tanımlar:

‘’İsmaililik, İslam dünyasında iktidarın, özgürlükten ve zenginlikten uzak kalan, İslam adına kutsanan ve tanrısal iradeyle açıklanan düzenin kendi zararlarına işlediğini gören bir Müslüman kesimin, ‘Allah’ın yarattığı ve yönettiği’ bir dünyada mahrum konumlarını ve düzene yönelik eleştirilerini, Allah’ın kudretine helal getirmeksizin ortaya koyma yönünde giriştiği büyük ve uzun soluklu bir çabadır.’’

1050’lerin başlarında Hımyer kabilesine mensup 12 İmam Şiiliği’ni benimseyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hasan Sabbah, Yemen’den Kufe’ye, Kufe’den Kum’a, Kumdan’dan da Rey’e yerleşen bir ailenin çocuğudur. Hasan Sabbah kendi hayat hikâyesini Sergüzeşt-i Seyyidina’da şöyle anlatıyor:

‘’Çocukluğumdan yani yedi yaşına bastığımdan beri, çeşitli ilimleri öğrenme merakıyla yanıp tutuşuyordum. Din âlimi olmak istiyordum. 17 yaşına kadar ilim peşinde koştum. Ben ilk başta atalarımın mezhebi olan Şia mezhebinin 12 İmam kolundandım. Rey’de Mısır Fatımileri’nin mezhebinden Emire Zarrab adlı bir kişi vardı. Onunla mezheplerimiz hakkında tartışma yapardık. (İsnaaşeriyye ve İsmaililik – E.E.) O daima benim görüşlerimi çürütür, mezhebimi küçük düşürürdü. İslam inancım şek ve şüphe götürmezdi; Allah’a, peygambere, İmam’a, cennet ile cehenneme, haram ile helale imanım tamdı. Şia’nın (İsnaaşeriyye – E.E.) gerçek din ve akideyi benimsediklerini düşünüyor ve İslam dışında hakkı arama gereği hiç duymuyordum. İsmaili fırkaları felsefe, Mısır’daki halifeleri de filozof olarak düşünüyordum. Emire Zerrab’ın İsmaililik hakkında söylediklerine karşı koymama rağmen onun sözleri kalbimde yer ediyordu. Kendi kendime onun mezhebinin daha doğru olduğunu söyledim. Fakat 12 İmam Şiiliği’ne aşırı bağlılığım yüzünden bu düşüncemi kimseye açıklayamıyordum. Emire Zerrab bana ‘’Gece yatağında düşünürken, bu söylediklerime ikna olacaksın.’’ dedi. Bu kararsızlık ortamında tehlikeli bir hastalığa yakalandım. (Burada Hasan Sabbah, yoğun felsefi ve teolojik tartışmaların ardından kendi çelişkilerini gördüğünü ve bir iç hesaplaşmadan geçtiğini belirtiyor.) ‘’Allah onun etini ve kanını daha iyisiyle değiştirdi’’ sözü üzerimde tatbik ediliyormuş gibi geldi bana. Kendi kendime ‘’Eğer, Allah geçinden versin, ecel gelirse hakikate ulaşmadan öleceğim.’’ dedim. Nihayetinde kimsenin müdahalesi olmadan o hastalığı atlattım. Bu sırada Necm Sarrac adlı birisinden İsmaililik hakkında bilgi istedim. O bana ayrıntılı izah ve açıklamalarda bulunduktan sonra o mezhebin sırlarını öğrendim. Abdü’l- Melik Ataş’ın mezhebe davette bulunmaya izin verdiği Mu’min adındaki birinden benim biat yeminimi kabul etmesini istemem üzerine o, ‘’Hasan olan senin, Mu’min olan benden mezhepteki rütben daha üstündür. Ben senin yeminini nasıl kabul eder, İmam’ın yapabileceği bir işi nasıl yaparım?’’ dedi. Sözün kısası Mu’min, Hasan-ı Sabbah’ın ısrarına dayanamayarak ondan biat ve bağlılık yemini aldı. Hicri 464/1072 senesinde Irak’ta dai olan Abdü’l-Melik Ataş Rey’e geldi. Beni beğenerek dailik naipliğine (yardımcılığı) tayin ettikten sonra ‘’Artık Hazret’in huzuruna varmanın zamanıdır.’’ dedi ve Mısır’a halifeyi görmem için gitmem gerektiğini söyledi. O sırada halife Mustansır idi. Mısır’a gitmeye karar verdim. Nihayet Sefer 474/Ağustos 1078 yılında Mısır’a ulaştım.’’ (Hasan Sabbah’ın Mısır’a yolculuğu 1076’da İsfahan’dan başlayarak sırasıyla Azerbaycan, Silvan, Musul, Şam’Beyrut, Sayda, Sur ve Akka’dan geçtikten sonra deniz yoluyla Kahire’ye ulaşmasıyla tamamlandı. Bu yolculuk sırasında çeşitli bölgelerdeki Sünni Ulema ile İsmaililik temelli teolojik ve felsefi tartışmalar yaptı.)

Hasan Sabbah Mısır’da bulunduğu süre zarfında İsmaililik konusunda bilgisini derinleştirdi. Mısır’da kaldığı süre boyunca yönetimde resmi olarak Halife Müstansir Billâh yer alsa da fiili söz sahibi olan kişi vezir Bedrü’l-Cemâlî’ydi. 1052 ile 1072 yılları arasında Mısır’da büyük kıtlık ve veba salgını baş gösterdi. Nil Nehri’nin sularının çekilmesi mahsul elde edememeye sebep verdi. Bu dönemde Halife Mustansir Billah’ın ailesi dahi ülkeden çıkıp Suriye ve Irak’a gitmek istedi. Bu büyük sosyo-ekonomik buhran dönemi tarihe "eş-Şiddetü’l-Uzmâ" (Büyük Felaket) olarak geçti. Ölü sayısı o kadar fazlaydı ki insanlar cesetleri tek tek defnetmek yerine toplu mezarlara gömüyorlardı. İbnü’l-Cevzî’ye göre Mısır’da her gün 10 bin insan can veriyordu. İnsanlar açlıktan ne yapacaklarını bilemez hale gelmişlerdi. Hayvan leşi ve kitap ciltlerini yemenin yanında mezarlıkları açıp insan eti de yemeye başlamışlardı. Bu durum karşısında tedirginlik yaşayan bazı insanlar tövbe edip mallarını infâk ederek ölüme hazırlanıyorlardı. Bu büyük sosyo-ekonomik buhranın Fatımi Devleti’ni faturası oldukça ağır oldu. Halife Mustansir Billâh bu durumdan kurtulmak için eli mahkûm bir şekilde o dönem Suriye’de başarılı bir askeri yönetim sergileyen Akka valisi Bedrü’l-Cemâlî’ye vezirlik teklifinde bulundu. Bedrü’l Cemali’nin tüm tekliflerini kabul eden Halife Mustansir Billah onu geniş yetkilerle donattı ve oğlu Ahmed’i Cemali’nin kızıyla evlendirdi. Fatimiler’de Bedrü’l Cemali’ye kadar vezirler, tenfîz veziri (Yetkileri sınırlı vezirlik) idi. Bedrü’l Cemali’yle beraber vezirlik tefvîz vezirliğine (Tam yetkili vezir) dönüştü. Bu dönüşümden sonra vezirlik hilafet makamının yerine geçti ve bu makamdakilere ‘’Emirü’l- Cuyuş’’ denildi. Bu değişimle beraber vezirlik makamı kalem ehlinden, kılıç ehline geçmiş oldu. Fatimi Devlet yönetimindeki Türkmenlere karşı bir politika izleyen Emirü’l- Cuyuş, Fatimi ekonomisini düze çıkardı, Mekke’deki Cuma hutbeleri tekrardan Fatimi Halifesi adına okunmaya başlandı. Bedrü’l Cemali’nin bu kadar güçlü olduğu dönemde Mısır’a giden Hasan Sabbah, Bedrü’l Cemali’yle sorunlar yaşadı. Hasan Sabbah’a karşı düşmanlık besleyen vezir Bedrü’l Cemali kimi rivayetlere göre Hasan Sabbah’ı Kahire’de hapsetti. Bu konudaki rivayet tartışmalı olmakla beraber Hasan Sabbah’ı Mısır’dan sürgün ettiği kesindir. Hasan Sabbah bu olayı şöyle anlatmaktadır:

‘’O sırada yönetimde Emirü’l Cüyuş vardı. Ben de daha önce anlatıldığı üzere, mezhebin usul ve kaidelerine uyarak Nizar’ın adına davette bulunuyordum. Bu yüzden Emirü’l Cuyuş’un benimle arası iyi değildi. Hayatıma kastetmek için tetikte bekliyordu. Sonunda beni zorla Frenklerden bir grupla gemiye bindirip Magrib (Afrika’ya sürülmüş geminin kaza yapmasından kaynaklı Suriye’ye gitmiştir.) tarafına yola çıkardılar.’’

Hasan Sabbah’ın Emirü’l Cuyuş ile arasının bozuk olmasının temel sebebi, Emirü’l Cuyuş’un Halife Müstansır’dan sonra hilafette Mustansır Billah’ın büyük oğlu Nizar’ı değil, damadı Ahmed’i istemesiydi. İsmailiyye nazariyesine göre de imamet babadan büyük oğula geçiyordu. Nizar’ın adı halef olarak sikkelerde yer aldı. Hatta Müstansır Billah ölümünden önce büyük oğlu Nizar için devlet ricalinden biat almak istedi. Bu isteği Bedrü’l Cemali çeşitli ayak oyunları yaparak erteletti. Zayıf bir rivayete göre Müstansır kendinden sonra hilafetin Nizar’da olacağını Hasan Sabbah’a açıklamıştı. İsmaili imamet aktarım anlayışını ve Bedrü’l Cemali’nin niyetini bilen Hasan Sabbah, başından beri Nizar’ı destekledi ve Bedrü’l Cemali’nin yönetimindeki iktidarın icraatlarını eleştirdi.

Gemi kazasından dolayı Suriye’ye sürgün olan Hasan Sabbah, sırasıyla Halep, Bağdat ve Huzistan’dan geçip 1081’de İsfahan’a vardı. İsfahan’dan Kirman ve Yezd bölgelerine giderek İsmaili propaganda ve örgütleme çalışmaları yaptı. Daha sonra üç yıl kalacağı Damgan’a geçti. Damgan’daki üssünden İran’ın kuzey yaylaları, Hazar vilayetleri ve Alamut kalesinin de içinde bulunduğu Deylem bölgesine çok sayıda dai gönderdi. Hasan Sabbah yaklaşık 9 yıllık propaganda faaliyeti sırasında İran’ın orta ve batı bölgelerinde yoğun Selçuklu otoritesini görmüş, propaganda çalışmaları sırasında zorluklarla karşılaşmış ve takibatlardan zor kurtulmuştu. 9 yıllık propaganda faaliyeti sonucunda devlet tarafından takibe alınan Hasan Sabbah artık merkezi bölgelerde propaganda ve örgütleme çalışması imkânı kalmadığını anlayınca ‘’Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir.’’ edasıyla gözünü dağlık bölgelere dikti. Bölgeye gönderdiği dialer ve kendi keşifleri sonucunda hem güçlü mevzisi, hem hâkim bir konumu hem de bölgenin demografik yapısından dolayı ‘’Aluh amut’’ kelimelerinden meydana gelmiş olan ve kartal yuvası manasına gelen Alamut’ta karar kıldı.

İsmaili propaganda çalışmalarından haberi olan ve bundan büyük rahatsızlık duyan Selçuklu veziri Nizamül-Mülk, Hasan Sabbah’ın yakalanmasını emretti. Hasan Sabbah bu durumu ve Alamut’a varan gizli yolculuğunu şu şekilde anlatıyor:

‘’Nizamü’l Mülk’ün bu Müslim Razi’ye beni yakalamak için emir vermesi üzerine, o her yerde büyük bir gayretle beni aramaya başladı. Ondan dolayı Rey’e gitmedim. Daha önce dailer gönderdiğim Deylaman’a gitmek istiyordum. Bunun için önce Sarf ye oradan da Dundabevend ve Rey’in bir kasabası olan Huvar yolundan Kazvin’e vardım ve böylece Rey’den uzaklaşmış oldum. Kazvin’den Deyleman’a, oradan Aşvakar bölgesine oradan da Alamut’a bitişik olan Encirud’a gittim. Orada bir süre ikamet ettim.’’

Deylem baç dailiğine atanan Hasan Sabbah bölgede İsmaili propagandayı yeniden canlandırdı ve kendisine çok sayıda refik buldu. Zeydiliğin merkezi durumunda olan Deylem bölgesi geçmişten o zamana kadar içerisinde senkretik din anlayışına ait birçok unsuru içersinde barındırıyordu. Bölge Zerdüştlük, Mani ve Mazdekçiliğin önemli merkezlerinden birisiydi. Hasan Sabbah daha önceden Alamut’a gönderdiği dailerin uzun süren propaganda çalışmaları aracılığıyla kaleyi içten fetheder hale geldi. Hasan Sabbah son planlamalarını yapıp dailer aracılığıyla kaledeki birçok kişiyi İsmaili davaya kattıktan sonra 4 Eylül 1090 tarihinde kılık değiştirip kendisini ‘’Dehhuda’’ adlı bir öğretmen şeklinde tanıtarak kaleye girdi. Kaleye girdiği esnada kalenin sahibi ve yönetici Mehdi isimli bir Zeydi’deydi. Mehdi’nin en yakın adamları Hasan Sabbah’ın Alamut’a gönderdiği Hüseyin Kaini tarafından İsmaili yapılmıştı. Dehhuda adlı kişinin Hasan Sabbah olduğunu öğrenen Mehdi kaleden ayrılmaya karar verdi. Hasan Sabbah Mehdi’ye daha sonra Girdkuh ve Damgan valisi olacak olan Reis Muzaffer Mustavfi’ye iletmek üzere bir mektup verdi. Mektupta Mehdi’ye kalenin bedeli olarak 3 bin altın dinar ödenmesi gerektiği yazıyordu. Muzaffer Mustavfi mektubu alır almaz parayı hemen ödedi. Mektup şöyle:

‘’Reis- Allah onu korusun-, Alamut’un bedeli olarak 3 bin dinar altını Alevi-yi Mehdi’ye ödesin. Selam peygamberlerin en seçkinine ve onun evladına olsun. Allah bize yeter. O ne güzel Vekil’dir.’’

Alamut’u bir üs haline getiren Hasan Sabbah Mısır, Suriye, Azerbaycan ve diğer bölgelere İsmaili propagandayı yaymak için çok sayıda dai gönderdi. Bu dailer kent ve kasabalarda İsmaili hücreler oluşturdu. Bu hücreler darü’l-hicre şeklinde kullanıldı.

Alamut’un Hasan Sabbah tarafından ele geçirildiği öğrenen Melikşah ve veziri Nizamül-Mülk bundan hayli rahatsızlık duydu ve Hasan Sabbah’ı ortadan kaldırmak için planlar yapmaya başladılar. Öncelikle Hasan Sabbah’a bir heyet gönderen ve kendisine biat etmesini isteyen Melikşah’a Hasan Sabbah’ın cevabı ise şöyle oldu:

‘’Biz imamızdan başka birilerinin emirlerine boyun eğmeyiz. Sultanların maddi ihtişamı bizi etkileyemez. Sultanınıza söyleyin, bıraksın bizi hücremizde barış içinde yaşayalım. Eğer rahatsız edilirsek, ellerimize silahlarımızı almak zorunda kalacağız.’’ dedi. Bu cevaptan da anlaşılacağı üzere Hasan Sabbah, kendilerine saldırmayan hiç kimseye saldırı düzenlemedi. Nitekim Hasan Sabbah Alamut’a henüz yerleşmişken ilk saldırı Rudhar bölgesi valisi Yorun Taş’ın kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri tarafından yapıldı.

Yorun Taş, sık sık Alamut eteklerini saldırı düzenlemeye başladı, Hasan Sabbah’ın davetini kabul eden bölge halkını öldürüp mallarını yağma etti. Bu saldırılar esnasında Alamut civarında yaşayan halk erzak sıkıntısına bağlı olarak açlık çekmeye başladı ve umutsuzluğu ve hoşnutsuzluğu doğurdu. Hasan Sabbah bu durumu dönemin Mısır Fatimi halifesi Mustansir Billah’ı devreye sokarak çözdü. Halka Mustansir Billah’ın kendilerine yardım göndereceğini ve yakında başarıya ulaşacağını anlattı. Halk bu haberden sonra aldığı motivasyonla saldırılara direndi. Bundan dolayı oraya ‘’belde-i ikbal’’ yani iyi talih/başarı kenti dendi. Yorun Taş’ın ani ölümüyle beraber kuşatma son buldu. Oldukça büyük düşman saldırısına maruz kalan Hasan Sabbah mecburen savunma pozisyonuna geçti. Yorun Taş’ın başarısız olduğu haberi duyan Melik Şah küplere bindi. Nizamül-Mülk ile beraber yeni kuşatma planları yaptı. Tarihler Haziran 1092’yi gösterdiğinde Hasan Sabbah ve yoldaşlarını ortadan kaldırmak için Rudbar ve Kuhistan’a Arslan Taş ve Kızıl Sarık komutasında iki ordu gönderdi. Bu iki güç Rudbar ve Kuhistan üzerinden Alamut’u kuşatma planı yaptı. Kuşatma yaklaşık 4 ay sürdü. Arslan Taş komutasındaki ordu da Alamut’u kuşattı. Kuşatma esnasında Alamut Kalesi’nde Hasan Sabbah’la beraber yetmiş kişi vardı. Erzak yollarının kesilmesinden dolayı erzak tükenme noktasına geldi. Hasan Sabbah Kuşatmayı kırmak için bölgedeki davetçilere acil haber saldı. Dai Dihdar Abu Ali Kazvin bölgesinden yaklaşık 300 kadar kişiyi, silahı ve erzağı Alamut kalesine getirdi. Tarihler Eylül-Ekim 1092’yi gösterdiğinde yeni gelen savaşcılar çevredeki halk orduyu saldırı düzenledi ve bozguna uğrattı. Kızıl Sarık komutasındaki güçler ise Kuhistan’da başarılı olup İsmaililier’in yaşadığı Dara Kalesi’nin ele geçirmek üzereyken Hasan Sabbah ve yoldaşları ilk eylemlerini yaptılar. Tarihler 16 Ekim 1092’yi gösterdiğinde azılı bir Şii düşmanı olan ve iftirada oldukça usta olan Nizamül-Mülk, sufi kılığına giren Tahir Arrani isimli bir fedai tarafından öldürüldü. Nizamül-Mülk’ün ölümünden 35 gün sonra da Melikşah öldü. Bu haberi alan ordu tüm güçlerini geri çekti. Bu eylemle aynı zamanda sadece İsmaili davet yaptığı için Nizamül-Mülk’ün emriyle acımasızca katledilen dai Tahir El Neccar’ın da intikamı alınmış oldu. Tam bu sıralarda İsmaililikte de büyük iç çatışmalar yaşanmaya başladı. Dönemin İsmaili imamı ve Fatimi Halifesi Müstansır vefat etince vezir Efdal (Bedrü’l Cemali ölünce yerine oğlu Efdal vezir tayin edildi.) hızlı davranıp Müstansır’ın küçük oğlu Ahmedi namıdiğer Müstali’yi tahta oturdu. Oysa İsmaili imamet anlayışına göre imamet Müstansır’ın büyük oğlu Nizarda’ydı. Bu durumun farkında olan İran, Irak ve Suriye İsmailileri Müstali’nin imametini kabul etmedi ve imametin gasp edildiğini düşündü. Hasan Sabbah, Nizar’ın gasp edilmiş imam olduğunu söyledi ve Mısır’daki Fatimi Karargahıyla tüm bağını kopararak bağımsız bir Nizari İsmaili Devleti kurmuş oldu. Bu ayrışmanın ardından İsmaililer Nizariler ve Mustaaliler (Mustaliler de daha sonra Tayyibiye ve Hafıziyye olarak bölündü.) olarak ikiye ayrıldı. Nizar’ın ölümünden sonra Hasan Sabbah hüccet oldu. Hüccet, imamın gizlilik döneminde ki temsilcilerine verilen isimdir. İmam değil, imama zemin hazırlayan kişidir. Nitekim Hasan Sabbah kendisini hiçbir zaman imam olarak tanımlamadı hatta vefat etmeden önce vasiyetinde ‘’İmam ülkesine geldiğinde, onun yanında yer alın.’’ dedi.

Melikşah’ın ölümünden sonra Selçuklu Devleti on yılı aşkın sürecek olan taht savaşlarına sahne oldu. Melikşah’ın oğlu Berkyaruk ile Muhammed arasında çıkan kavgalardan dolayı devlet otoritesi zayıfladı. Bu durum Hasan Sabbah’ın İsmaili propagandayı ilerletebilmesine katkı sundu. Bu süreçte çok sayıda kale ele geçirildi ve İsmaili davaya insan kazandırıldı. Berkyaruk iktidarda kaldığı müddetçe İsmaililer’e karşı herhangi bir savaş yapmadı. Berkyarık 1105’te ölünce yerine kardeşi Muhammed Tapar geçti. Muhammed Tapar iktidarı alır almaz Alamut’a küçük seferler düzenletti. Alamut’un tek seferde büyük bir orduyla alınamayacağının farkında olan Tapar, yıpratma taktiğiyle Alamut’taki direnişi zayıflatacağını düşündü. Muhammed Tapar Alamut’a yönelik ilk büyük saldırıyı 1107’de yaptı. İlk olarak Kuhistan’daki Şahdiz Kalesi’ne saldırı düzenleyen Selçuklu kuvvetleri kaleyi işgal etti. İsmaililer büyük bir direniş göstermelerine rağmen hem sayıca az olmaları hem de karşı tarafın teknik üstünlüklerinden dolayı acımasızca öldürdüler. Kalenin sorumlusu Dai Ahmet bin Abdülmelik’i tutuklayıp, Isfahan’ın sokaklarında teşhir ettikten sonra taşa tutup derisini yüzerek katlettiler.

Şahdiz Kalesi’nin işgal edilmesinden hemen sonra Alamut’a yönelik toplamda 8 yıl sürecek kuşatma başladı. Kuşatma boyunca bölgedeki tüm ekinler yakıldı, ambarlar yağmalandı. Alamut’ta yaşayanlar büyük kıtlıkla karşı karşıya kalmalarına rağmen tüm güçleriyle direndiler. Kuşatma sürecinde kalede yaşayan birinin günlük yiyeceği bir ekmek ve üç tane cevizdi. Tarihler Haziran 1117’yi gösterdiğinde Muhammed Tapar, kalelere mancınıkla ateş edilmesi emri verdi. Şiddetli çarpışmalar yaşanırken Mart 1118’de Sultan Muhammed Tapar’ın ölüm haberi gelince ordu geri çekildi. Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra tekrar taht kavgaları başladı. Kavgaların sonucunda Sultan Sancar egemenliği eline aldı. Sultan Sancar tahta oturunca tıpkı ataları gibi İsmaililer’e düşmanlık besledi. İlk başta Kuhistan’a ardından da Alamut’a hareket etti. Durumdan haberdar olan Hasan Sabbah, Sultan Sencer’e barış için elçi gönderdi. Gönderilen tüm elçiler Sultan Sancar tarafından reddedildi. Hasan Sabbah, Sultan Sancar’ın barış tekliflerine yanaşmadığını anlayıp saldırılardan vazgeçmediğini görünce sultanın yatağına kabzasına kağıt sarılı olan bir hançer koydurttu. Kağıtta şunlar yazılıydı:

‘’Senden çok uzakta Alamut kayalığı üzerinde yattığım seni aldatmasın, çünkü en yakın kimselerin benim buyruğumdadır ve benimle beraber hareket ederler. Yatağına bu hançeri koyabilen biri onu yumuşak göğsüne de saplayabilirdi. Bu sana ihtar olsun.’’

Sultan Sancar bunun üzerine hemen kuşatmayı kaldırttı ve 1123 yılında Nizari İsmaili devletini tanıyan bir barış antlaşması yaptı. Anlaşmayla beraber çeşitli bölgelerden vergi ve kervanlardan geçiş parası alma hakkını İsmaililere verdi. Hülagü’nün Alamut işgali sırasında Alamut’a giren ve oradaki kütüphaneden çeşitli kitapları alan Moğol vakanüvis Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Alamut Kütüphanesi’nde Sultan Sancar’a ait barış fermanlarının olduğunu yazar.

Hasan Sabbah Mayıs 1124’de hastalandı. Vefatının yaklaştığını hissedince kendinden sonra devletin, propagandanın ve ordunun başına geçmesi için 3 kişiyi görevlendirdi. Bozorg Ümid’i kendinden sonraki halefi tayin etti. Propaganda işlerini Dihdar Abu Ali Ardistani’ye askeri işleri de Hasan-ı Âdem-i Kasrani’ye verdi. Onlara ‘’Eğer bir gün imam gelir ve devletin başına geçerse onun yanında yer alın.’’ vasiyetini yaptıktan sonra 23 Mayıs 1124 Cuma günü vefat etti. Naaşı için Rudbar’da türbe yapıldı. Bu türbe Moğollar tarafından yıkılana kadar Nizari İsmailileri için en önemli ziyaretgâhlardan birisi oldu. Nizariler Hasan Sabbah’a ölümünden sonra da büyük saygı duydular ona Seyyidina yani ‘’efendimiz’’ dediler.

"Hasan Sabbah’ın vefatından 1256’ye kadar Nizari İsmaili devleti varlığını sürdürdü. Rükneddin Hürşah yönetimindeki Alamut Kalesi, son dönem yöneticilerinin gerek düşünsel anlamda yozlaşma ve Sünniliğe kayışından gerekse de direnişin yerini uzlaşma isteklerinin almasından ötürü 1256 yılında işgal edildi, yağmalandı ve yakıldı. Ondan ve onun dışında kalan kalelerden sadece birkaçı kalıntılarıyla günümüze ulaştı. (Devamı gelecek)

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar