Madımak katliamı bir devlet operasyonudur

Madımak katliamı bir devlet operasyonudur
2 Temmuz 1993'de başlayan dinsel-mezhepsel meseleler 1996 Mayıs ayından sonra belirgin olarak sınıfsal meselenin önüne geçmiştir.  Kısacası devlet bir taşla çok kuş vurmuştur.

Kazım KARACA


Sivas-Madımak katliamının üzerinden 27 yıl geçti. Önceki yıllar ve de yüzyıllar boyunca yapılan katliamların, soykırımların aksine Madımak katliamı, 27 yıldır tüm can yakıcılığıyla devam etmekte ve bu yakıcılıkla her yıl yeniden anılmaktadır.  Bu süreklilik halini her zulmün yenisinin, eskisini unutturacak zalimlikle yaşandığı için olabileceği gibi, geçmişte ötelenen inançsal duyarlılıkların, sınıfsal duyarlılıkların önüne geçmesi olarak yorumlamakta mümkün. Duyarlılıkların yer değiştirmesine de hizmet eden Madımak katliamı, hangi ihtiyaçtan kaynaklandığının turnusol kâğıdı olmuştur.

Rusya'da 1917 Ekim devrimiyle iktidarlarını kuran işçi ve emekçiler Lenin döneminden beri Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) içinde var olan iki çizgi mücadelesi Stalin’in yaşamını yitirmesiyle birlikte başını Kruşçev’in çektiği revizyonistlerin parti içi iktidarı ele geçirmeleriyle sonuçlandı. Sovyet halkları ve ezilen tüm dünya halkları üzerinde etkili olan sosyalist sistemin revizyonistlerce içten içe kemirilerek hattından çıkarılması Varşova Paktı üyesi ülkelerde 1989’da başlayan etkin iç muhalefetler 1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin dağılmasıyla sonuçlandı. Dünya ezilen halklarının umudu, emperyalistlerin ve yerli bağlaşıklarının korkulu rüyası olan sosyalizm, tarih sahnesinde yerini yeni fakat belirsiz bir sürece bırakıyordu.

Yeni dönem, başını Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin çektiği tüm emperyalist devleler tarafından sevinçle karşılanırken, öte yandan olguya uygun bir sürecin yeniden örülmesi ihtiyacı da kendini dayatıyordu. Yeni sürecin nasıl ve neyle sürdürülmesi gerektiği üzerine tartışılırken emperyalist sermayenin ve tekellerin önüne uygulayacakları yeni strateji; ABD savunma bakanlığına öteden beri danışmanlık yapan S. Huntington tarafından kısa süre önce ortaya atılan "medeniyetler çatışması" tezi olarak gündeme girecekti. Bu teze göre devletler arası ve ülkelerin kendi içlerinde kültürel çatışmaların belirleyici olacağı bir sürece girileceği ileri sürülüyordu. Bu tez aslında öteden beri ABD emperyalizmi tarafından SSCB’yi güneyden kuşatmak için oluşturulan "yeşil kuşak" teorisinin "yeni dünya düzeni" (YDD) ve ardından "küreselleşme" olarak uyarlanacak olan hamlesinden başka bir şey değildi. Yeni süreçte bir Hristiyan, Müslüman çatışmasının belirleyici olacağı dünya tasavvurları yapılırken kabak yine daha bir acımasızlığıyla, sömürülen yoksul halkların başına patlayacaktı. 

SSCB’nin hem ideolojik hem ekonomik olarak Güney'e inmesini önlemek için Zbigniew Brzezinski tarafından, Demokrat Başkan Carter yönetimi için geliştirilen "Yeşil Kuşak Doktrini" Ortadoğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde meyvelerini veriyordu. Pakistan’da Halk Partisi darbeyle yönetimden indirilmesinden 2 yıl sonra başkanı Zülfikar Ali Butto, darbeci Ziya ül Hak tarafından idam edilecekti. Pakistan İslamcı grupların yetiştirildiği laboratuvar haline dönüştürülüyordu. SSCB’nin 1979’da Afganistan’ı işgaline karşı CIA ve Pakistan himayesinde örgütlenen mücahitler Afganistan’da El Kaide adı altında savaşa sokuluyordu. Şii dünyası üzerinde Humeyni tartışılmaz otorite haline gelmişti. SSCB’nin Afganistan’dan çekilmesiyle savaş sırasında gelişip güçlenen Taliban, yönetimi ele geçirip İslami şeriat hükümlerince idare edilen bir sistem kuruyordu. Bu teorinin bizdeki yansıması 12 Eylül 1980 yılında Cuntanın başını çektiği askeri darbe olarak kendisini gösterecekti. 

Bu gelişmeler eşliğinde yurdumuzda seksenli yılların ortalarından başlayarak doksanlı yılların başlarında gelişmeleri hafızamızda süzerek ilerleyelim. 12 Eylül darbesiyle ekonomide neo-liberal politikalar hayata geçirilirken "Yeşil Kuşak" teorisinin bir gereği olarak "ağaç yaşken eğilir" vecizine uygun eğitim sisteminde din dersleri zorunlu hale getirilerek komünizmle başa çıkabilecek "vicdanı hür fikri hür" yeni nesiller yetiştirmenin şevkiyle işe başlandı. Türkçülükle, İslamcılık ele vermişti. Milli eğitim bakanlığı ve şube müdürlüklerine hızla yeni yetişen dinci kadrolar atanarak eğitimdeki milliyetçi damara İslamcılık zerk ediliyordu. Okullarda, fabrikalarda, toplu çalışmanın olduğu hemen her yerde zamandan kazanmak için yerden biter gibi mescitler yapma politikası hayata geçirildi. Cami yapmak uzun sürerdi, işe mescitle başlandı. Doksanlara gelindiğinde bir sürü İslamcı örgüt peydah oldu. Bu gelişmelere karşılık Türkiye’de; darbenin açık zulmünden yeni kurtulmaya başlayan emekçilerin ekonomik temelli hareketlilikleri, öğrenci ve devrimci muhalefetin ölü toprağını üzerinden atıp kıpırdanmaya başladığı görülüyor, Kürd ulusal mücadelesinin de iyice etkin olduğu bir süreç egemen olmaya başlamıştı. Emekçiler cephesinde de bu gelişmeler yaşanırken, devletin içindeki kliklerin savaşı sertleşmiş birbirini takip eden suikastlar gündemi yönlendirmeye başlamıştı.

Aynı yıl içinde Muammer Aksoy (31 Ocak 1990), Çetin Emeç (7 Mart 1990), Turan Dursun (4 Eylül 1990), Bahriye Üçok (6 Ekim1990), suikastlar sonucu öldürülüyor ve bu suikastlar çeşitli İslamcı örgütler tarafından propaganda amaçlı üstleniliyordu. İslamcı örgütlerin hızla palazlandığı bir süreç yaşanmaktaydı. Fakat bu suikastlara rağmen istenilen düzeyde kutup olabilecek karşı-duyarlılıklar yaratılamamakta, işçi ve devrimci muhalefetin dikkati rotasından bu gelişmelere sevk edilememekteydi. İşçiler, öğrenciler, emekçiler kendi mecrasında sisteme yönelik muhalefetlerini sürdürerek her geçen gün daha da gelişmekteydiler. Toplum tarafından araştırmacı gazeteci olarak bilinen, zaman zaman da hükümetlerin politikalarına muhalif olduğu ve bu yüzden toplumsal duyarlılığı olan geniş kesimlerce de okunulan- suikasta uğrayan diğerlerine oranla kitlelerce daha çok tanınan- bir yazar seçilerek istenilen karşı-duyarlılık yakalanacaktı. Yıllarca resmî ideolojinin sesi olan Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Uğur Mumcu, takvimler 24 Ocak 1993’ü gösterdiğinde, hedef seçilerek suikasta uğratılıyordu. Hemen ardından kısa sürede yüz binlerden oluşan kitlenin protestosu kendiliğinden Ankara sokaklarını dolduruyordu. İslamcı gericilere ve de Kemalist devletin dindarlığına bir türlü alışamayan dindarlara karşı "ayağınızı denk alın" dedirten kitlesel bir karşılık yaratılmıştı böylece. Uğur Mumcu suikastıyla kutuplaştırma hamleleri başarılı olmuştu. Karşılıklı olarak istim üzerinde tutulan kutuplaştırılmış topluluklar yaratılmış olunuyordu, özel harp teorisine uygun. Yeni dönemin toplumsal muhalefet yapılanması bu şekilde tasarlanırken, elbette ki hayat hiçbir teoriye sorunsuz pratik hakkı tanımıyordu. Devlet içi kliklerin varlığı, ulusal ve uluslararası güç dengelerinin varlığı, tasarlanan oyunları yapısal bozuma uğrattığı gibi revize edilmesine de neden olabiliyordu. Bu suikastları dönemsel konsept gereği devlet içi klikler çekişmesi olarak okumak gerekir. 

 

Kontra-devletler konjonktüre uygun konsepti oluştururken ayaklarını, muhaliflerin toplumsal dinamiklerinin analizleri üzerine oturturlar. Böylece hangi toplumsal dinamik bağımsız geliştiğinde nasıl bir karşı toplumsal dinamiği yanılsatarak harekete geçirmelerinin gerektiği bilgisi ajandalarında hazır bulunur. Bu dinamikler zaman zaman uyutulurken ihtiyaç duyulduğunda diri bir şekilde fiiliyata geçmelerini sağlayacak kontrollü dürtmelerle canlılıkları test edilir. Osmanlıdan devralınan bu gelenek ittihatçılık üzerinden aynen "Cumhuriyet" kadrolarına aktarılmış ve geliştirilmiş yeni biçimlerle birlikte günümüze kadar taşınmıştır. Alevi katliamları bu devletin laboratuvar deneğidir bu bahiste. 

Doksanlı yıllara gelindiğinde her geçen gün gelişip güçlenen sosyal ve ulusal mücadelenin önünü kesme çabası; köy boşaltmalar, "failsiz" cinayetler, işkenceler gibi pervasız yöntemler olarak kendini gösteriyordu. Gelişen sosyal ve ulusal mücadelenin önünü kesemeyen devlet bu hareketli dinamiği orta vadede zayıflatmanın bir yöntemi olarak 1980 öncesi kullandığı Alevi–Sünni çatışmasını körüklemeyi yine sahneye koyarak toplumsal muhalefetin yönünü değiştirirken, gücünü de bölmeyi hesaplıyordu. Devlet tek taşla iki kuş vurmanın peşindeydi. Sürecin hızla gelişmesi karşısında önlem arayışı içinde olan egemenler, ulusal kurtuluş mücadelesinin yanı sıra kendileri için daha büyük tehlike olarak gördükleri sosyal muhalefetin potansiyel kitlesini oluşturan Alevi gençlik üzerine dikkatini yoğunlaştırdı. Alevilik, bu topraklarda tarihsel sebepler sonucu olarak muhalifliği, evvel-ahir bir topluluktu. Tarihsel dışlanmışlığı günümüz egemenlerince de sürgit devam ettirildiği için kendilerine en yakın gördükler sosyal mücadelelerin kitlesi olmayı tercih etmektedirler. Anadolu ve Mezopotamya’nın tarihsel mirası olan halklar denizi, zor zamanlarında egemenlerin elinde halkların birbirine boğdurulduğu bir girdaba dönüşebilmektedir. Sivas-Madımak katliamı bu girdabın nüksettirilmesidir.

İşte böylesi bir konjonktürde Salman Rüşdi adlı Hint asıllı İngiliz yazar, Eylül 1988’de yayınlanan "Şeytan Ayetleri" kitabı yayınlanıyor.  Kitabın bir bölümünde, İslam peygamberi Muhammed'in içinde yaşadığı pagan topluluğun desteğini almak üzere çok tanrılı yaklaşım lehine bir ayeti haber verdiği, sonradan bu ayetin şeytan tarafından yazdırıldığını iddia ettiği anlatılmaktadır. Kitabın İngiltere’de yayınlanmasıyla birlikte İslam ülkelerinde dini değer hassasiyeti aşırılığa varıp şiddet eylemlerine dönüşürken, İran İslam Cumhuriyeti’nin başı Humeyni bir fetva yayınlayarak Salman Rüşdi hakkında ölüm kararı alacaktı. Kitabın Japon çevirmeni uğradığı şiddet sonucu yaşamını yitiriyor, İtalyan ve Norveççe çevirmenleri saldırıdan yara alarak kurtulabiliyorlardı ancak. Kitabın haber olmasına neden olan kişi ve kurumlar şiddete uğramaktan kurtulamıyorlardı adeta.

Sivas 

Ülkemizde dini duyarlılıkların sürgit devam ettirilmesi devlet politikası olarak Osmanlı'dan "Cumhuriyet"e miras olarak kalmıştır. Bu mirasın hassas damarının itinayla korunması Maraş’ta, Çorum’da Sivas’ta 1980 öncesi epeyce işe yaramıştır. Farklı mezhep ve milliyetten halkların bir arada yaşadığı yerler vardır. Sivas’ta bu yerlerden biridir. Osmanlı döneminde bu topraklarda Pir Sultan’la başlayan çatışma, egemenlerle ezilenler arasındaki tarihsel hesaplaşmanın dinsel öğelerle sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Bu mücadelenin önderi olan Pir Sultan Abdal’ı anma şenlikleri o güne kadar olan anmaların en görkemlisi ve en kitleseli olmasının yanı sıra ülkedeki siyasal atmosfere uygun olarak en siyasallaşmış olanıydı da aynı zamanda. Bu kitlesellik ve siyasallık kontra-devletin saldırılarını daha bir elzem hale getiriyordu. 

Sivas belediye başkanlığına,1989 yerel seçimlerinde Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’nden aday olan Temel Karamollaoğlu seçilmişti. Bu seçilmeden bir-iki yıl sonra o zamana kadar pek rastlanmayan ramazanda sokakta sigara içene saldırma, açık yak, kolsuz elbiseyle gezen kadınlara taciz, hatta şiddet uygulama türünden saldırılar görülmeye başlanmıştı. Belediyeyi almakla palazlanan gerici kurumlar sokakta kendini hissettirmeye başlamıştı.1992’ye gelindiğinde daha önceki Ramazanlarda açık olan lokanta ve kahvelerin oranı yok denecek denli azalmıştı. Özellikle Ramazanlarda gerici saldırılar gözle görülür hale geliyordu her geçen gün.  

2 Temmuz’a birkaç gün kala "cumhuriyeti Sivas'ta kurduk Sivas'ta yıkacağız.", "Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz", "Sivas ‘Şeytan Aziz'e mezar olacak" vb. türden bildiriler, kuşlamalar şehrin merkezinde hemen her yerde sokaklarda, caddelerde yürürken ayaklarınızla basabileceğiniz yoğunlukta bulunmaktaydı. Bu bildirilerin altında kimi İslamcı örgütlerin imzası görülürken kimileri de imzasızdı. Katliam için "toplumsal hassasiyet" istenilen düzeye getirilmeye çalışılıyordu. 1 Temmuz günü şehir merkezinde aydın ve sanatçıların eserleri sergileniyor ilçelerden ve köylerden yoğun bir katılım vardı. Buralardan gelen halk aydın ve sanatçıların eserlerine yoğun ilgi gösteriyor onlarla tanışıp sohbet ediyordu. Ama asıl ilgi Aziz Nesin’e idi. Bu ilgi sebepsiz değildi.

Kendi halinde bir romanken Humeyni’nin fetvasıyla Müslüman halkların gündemi haline dönüşen "Şeytan Ayetleri" adlı kitabın ismine atfen Aziz Nesin’e "Şeytan Aziz" yakıştırması yapılmıştı dinci faşistler tarafından. Yazar ve sanatçıların eserlerini sergilediği alanda TGRT muhabirinin kitap hakkında Aziz Nesin’le yaptığı röportajda, TGRT: Şuna bağlıyorlar; Salman Rüşdi’nin kitaplarından siz tercüme ediyorsunuz, yazıyorsunuz; Aydınlık Gazetesi’nde çıkıyor, Peygamber efendimizin…

 Aziz NESİN: Aydınlık Gazetesi’nde çıkan Salman Rüşdi, bana ait değildir. Onu da yazdım. Burada bu gazeteyi okursanız, görürsünüz. İki, üç, dört gün önce, Salman Rüşdi’nin ajansına cevap verdim. Bu gazetede çıkan bölümleri ben çevirmedim; zaten kitabı da ben çevirmiyorum, başkasına çevirttiriyorum. O yazı var, o yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Üç gün veya dört gün oldu.  Nesin’i köşeye sıkıştırmaya yönelik hamleleri Aziz Nesin tarafından olayların gerçek yüzü dile getirilerek boşa çıkartılmaya çalışılsa da amaç bağcıyı dövmek olunca ne söylesen boştu. Nitekim öyle oldu. Bu röportaja rağmen Aziz Nesin’in kitabın çevirisi ve dizi yazısı hakkında söyledikleri çarpıtılarak ona mal edilmekten vaz geçilmedi. Peki "Şeytan Ayetleri" dizi yazısı nasıl Aziz Nesin’e mal edildi, amaç ne idi? Ahmet Nesin’in bu konuyla ilgili yazısından bir alıntıyla berraklığa kavuşturalım; "… İkinci bir konu daha var, o da Aziz Nesin ve diğer gazeteci yazar arkadaşların (O dönemde 2 aya yakın ben de dahil) Doğu Perinçek’in çıkardığı Aydınlık Gazetesi’nde çalışmadığımız. Aydınlık Gazetesi’ni Aziz Nesin ve arkadaşlarının kurduğu "Onbinler AŞ" almak istedi ve bu toplantılar Aziz Nesin’in evinde yapıldı. O yüzden Aziz Nesin ve Onbinler AŞ’yle beraber kısa dönem Aydınlık Gazetesi’nde çalışanlar bugünkü deyimiyle "Ulusalcı" olduklarından değil, gazeteyi satın almak istediklerinden orada bulundular. Ama Doğu Perinçek verdiği sözü tutmadı ve gazeteyi kendi partisinin gazetesi gibi çıkarmaya devam etti. Aziz Nesin’in "Şeytan Ayetleri" kitabını da yayınlatmak istediğini bildiğinden bundan faydalandı ve gazetede yayınladı. Doğal olarak da Sivas katliamının nedeni sayıldı ve suç İşçi Partisi ve Doğu Perinçek’e değil Aziz Nesin’e kaldı. Yani derin devlete bu konuda –bilinçli ya da bilinçsiz- yardım eden Doğu Perinçek ve saldıran dinciler oldu. 

2 Temmuz günü Kültür Merkezi’ndeki etkinliğin olduğu sırada kalabalık bir güruhun Kültür Merkezi’ne yönelik saldırısı orada püskürtülürken   öğleden sonra Cuma namazından çıkanlarla birlikte binlerce sayıya dönüşen kitlenin saldırısı Madımak Oteli’ne yönlendiriliyordu. Etkinlik için gelen aydınların, sanatçıların Otelde güvende olacakları varsayılarak orada toplanmaları oteli, kalabalık güruh için hedef haline getirdi. Bundan sonrası gelişmeleri o dönem etkinliğin esas düzenleyicisi olan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAD) başkanı olan Murtaza Demir’in "Vali Ahmet Karabilgin'in odasına girdiğimde içerde emniyet müdürü, tugay komutanı ve gözlüklü bir adam daha oturuyor. O sırada valiyi şöyle tahlil ettim; vali çırpınıyor ama anladım ki bypas edilmiş. Valinin yetkileri alınmış, katliama hükmeden muktedire verilmiş. Bu muktedir, tabi önemli. Vali, asker istiyor 'yok', polise havaya ateş açın, cop kulanın diyor 'yok…' Dolayısı ile bir garip vali oturuyor. Emniyet müdürü artık emri validen değil, bir muktedirden alıyor. Tugay komutanı da yine emri aynı muktedirden alıyor. Benim açımdan hiçbir değeri olmasa da bunlar (vali, emniyet müdürü, tugay komutanı) konuştu. Ama gözlüklü adam hiç konuşmadı. bu ifadeleri katliamın nerelerden planlandığının işaretini vermektedir.

Aydınlık gazetesi ilginç bir şekilde kitlesel muhalefetin yükseldiği dönemlerde yayınlanmaya başlıyor ve birden ortadan kaybolup bir sonraki muhalefetin yükselmesine kadar pusu da yatar tarzda bekliyor. 12 Eylül cuntasına destek açıklaması yapan Doğu Perinçek bu sefer o cuntanın uyguladığı politikalarla palazlanan dinci faşizme karşı samimi, dürüst aydınların katline varacak hotzotcu yayın politikasıyla katliamın yolunu döşüyordu. Sivas-Madımak katliamından önceki günlerde Aydınlık gazetesini hatırlayanlar bilirler sürmanşetten iri puntolarla "Şeytan Ayetleri …  Sayfada" biçiminde yayınlanır sıkça da başyazarlarının, Aziz Nesin olduğu vurgulanırdı. Aziz Nesin, siyasetin pratik halinin insana bin bir yol öğrettiği topraklarda İlkesizliği, korkaklığı, iş birliğini, ayak oyununu teoriye dönüştürüp siyaset satmakta mahir bir oyuncunun elinde nasıl bir operasyona kurban edildiğini anlamışımdır acaba? Demirel’in ülkedeki gladio tipi örgütlenmenin başı olduğu sosyalistler arasında genel kabul gören bir yaklaşımdır. Demirel’in, Lozan seferinden dönen Doğu Perinçek’i ilk arayan kişi olduğu düşünülünce Madımak katliamındaki hesap daha bir netlik kazanıyor.    

Kontra devlet bir kez daha halklar arasında nefret tohumları atacak bir operasyonu başarıyla gerçekleştirmenin kıvancıyla ellerini ovuştururken bundan sonrası iş siyasetçilerine bırakılıyordu. Demirel, Çiller, Ağar üçlüsü devreye girerek Cumhuriyet Eğitim Kurumları (CEM Vakfı)’nın yaygınlaştırılması amacıyla parasal destek sunulması için devletin örtülü ödeneğinden –örtülü ödenekler devletlerin kirli emelleri için kullanılan ödeneklerdir.- İzzettin Doğan’a para aktarılacaktı. Hemen ardından, Alevi çocuklarının neden devrimci oldukları, neden devletle çatışan kesimlerin ağırlıklı tabanını oluşturdukları üzerine çeşitli teoriler üreten "akil adamlar" türedi. Ve o günden bu yana sürüp giden "nasıl bir Alevilik?" tartışması her geçen gün daha bir yaygınlaşarak tartışılır olmaya başlandı. Bu tartışma bugünde devam etmektedir. Alevi gençliği tarihsel olarak ötelediği inançsal değerlerini tanıma, yaşama istemiyle sınıfsal hareketlerden kısmen uzaklaştırıldı. Bu tartışma bir inancı görünür kılarken sınıfsal temellerine yabancılaşan sosyal toplulukların oluşmasının da etki önünü açıyordu. 

Mezopotamya ve Anadolu topraklarının verimliliği ezilenlere bir ironi yaparcasına egemenleri, her dara düştüklerinde kullanabilecekleri bir mozaikle de kutsamaktadır adeta. Devlet 2 Temmuz katliamıyla Kürd ulusal mücadelesini bertaraf edemese de sosyal mücadelede dinamik muhalif bir kitle olan Alevi gençliği bu mücadelede etkisi hissedilecek düzeyde uzaklaştırmada başarılı olmuştur. Yine Madımak katliamı ezilen Sünni, Alevi kesimi birbirine kırdırmada mezhepsel ayrılığın diri tutulmasına neden olmuş, Alevi Kürd gençliğin bir kısmının ulusal hareketle birleşmesini engellemiştir. 2 Temmuz 1993'de başlayan dinsel-mezhepsel meseleler 1996 Mayıs ayından sonra belirgin olarak sınıfsal meselenin önüne geçmiştir.  Kısacası devlet bir taşla çok kuş vurmuştur. Bir emperyalist proje olan "Medeniyetler çatışması" tezinden feyz alarak tasarlanan Sivas-Madımak katliamı, ülkemizde çatıştırma öncesi kutuplaştırma politikasının hayat bulmasıdır.

Öne Çıkanlar