Behiç Ak: Geçmiş, güncelin parçası haline geldiğinde varlık bulabiliyor... Güncel ise bir pastiş
Abdullah EZİK
Behiç Ak, Uyku Şehir’de okurlar için üç kuşak üzerinden (dede, baba, torun) bir kent anlatısı kuruyor. Her şeyin giderek yozlaştığı, insan olmanın ve insan olma erdeminin giderek zedelendiği bir iklimde roman, coğrafyaya, zamana, hayata dair geliştirdiği anlatılarla okurlara yeni bir yaşam alanı vadediyor.
Behiç Ak'la 'Uyku Şehir' üzerinden edebiyat, kuşak çatışmaları ve kentleşme olgusunu konuştuk.
Uyku Şehir, temelinde üç kuşağı temsil eden üç temel karakterin yer aldığı, bu üç karakter üzerinden şehre, hayata, kuşak ilişkilerine dair birçok meselenin ön plana çıktığı bir roman. Öncelikle Uyku Şehir, nasıl bir düşsel imgelem üzerine kuruldu? Romanı inşa eden temel düşünce ne oldu?
Aslında tek düşünce olduğunu söyleyemem. Ama bu üç kuşağın; şehir mekânlarını kullanışındaki farklılık, dil kullanımları, ideolojileri, hızları, tesadüfe açık olup olmamaları, dışlanıp dışlanmamaları gibi o kadar çok değişkeni var ki bunu tek cümlede özetleyemem… Sadece benim gibi “anlatmak” amacıyla değil aynı zamanda “anlamak” amacıyla yazan bir yazar için zengin katmanlar sunuyor diyebilirim. Yazma serüveni içindeyken bu üç kuşağın, baştan tasarlamadığım halde, sadece gerçek mekânlar içinde değil aynı zamanda metaforlar içinde de dolaştığını fark ettim. Bu da beni romana daha çok bağladı.
Kuşak, kuşakların birbirleriyle ilişkisi ve birbirleri tarafından alımlanması romanın en temel meselesi olarak ön plana çıkıyor. Uyku Şehir’de ele aldığınız üç kuşağın (dede, baba, torun) birbirleriyle ilişkisi anlatıyı/romanı nasıl şekillendirir? Kuşakların birbirlerine olan yaklaşımları metni nasıl biçimlendirdi?
Tabii ki, dede ve torun arasındaki en temel fark, ilk bakışta şehri kullanma hızında karşımıza çıkıyor. Torun ne kadar gayret etse de ne kadar hızlı gitse de şehrin tam göbeğinde, oracıkta olan dedeye ulaşamıyor. Anne ve babasına da... Dede, şehrin gerçek anlamda şehir olan kısmını kullanıyor. O da ancak yürüme hızıyla, belli bir sakinlikte yaşandığında hissedilen tesadüflere, amaçsız insan muhabbetlerine açık olan kısmı. Asla hedefe kitlenmemiş bir hayatı var. Yolun araç değil de bir amaç haline geldiği, tarihi şehir içinde yaşamanın insanı zevkli bir tevazu ortamında tutmasının bir tür tefekkür olduğu gerçeğinde yaşıyor. Ama bugünün modası içinde tutmuyor onu. Şehrin merkezinde yaşıyor ama artık o, trend olan bir kuşağın temsilcisi değil. Hiç umursamasa da bir dışlanmışlık içinde... Yaşadığı yer, o yüzden “merkezdeki banliyö.” Torun o sırada trend olan bir hayatı yaşıyor. Hızlı, otomobil kullanan, gece hayatı olan bir hayat. Ama şehrin dışına, kültür ve tarih içermeyen bir bölgesine atılmış bir şekilde yaşıyor. Aslında ne şehir ne metropol ne köy olan bir yerde o. Olmayan bir mekânda… Gece ulaşıldığında ancak uyumaya vakit bulunan, sabahsa işe gitmek için terk edilen bir “uyku şehir”de... Dede ve torun arasındaki ara bir bölgede yaşayan baba ise eşinden ayrı, statülü bir bölgede yaşıyor. Tarihsel, kültürel ve ekonomik olarak “çok geniş bir yer” işgal etmesine karşın o da yalnız. Sanki bu insanlar İstanbul bir yıldızsa onun etrafında dönen farklı gezegenler.
Kuşak meselesine paralel olarak bir de mekân sorunsalı var ki bu konu belirli noktalarda hem karakterleri birbirlerine yakınlaştırır hem de onlar arasındaki ayrıma işaret eder. Nitekim her bir kuşâğın kendi coğrafyası, kendi haritası ve mekân algısıyla ön plana çıktığı söylenebilir. Sizde ve Uyku Şehir’de kuşakları ve mekânları birbirine bağlayan temel yaklaşım nedir? Ele aldığınız karakterler mekânlarla nasıl bir ilişki/diyalog geliştirir?
Tabii ki şehrin zamanla, büyüdükçe megapolleşmesi yeni sorunları ortaya çıkartıyor. Megapolün insanları yalnızlaştıran, toplumu parçalayan bir yapısı var. İstanbul’da da aile, tıpkı atomun parçalanması gibi parçalanıyor. Artık çekirdek aile de en küçük parça değil. Aileler tek kişilik hale dönüşmeye eğilimli burada da. Bu üç kuşağın ortak özelliği, ayrı fikir, hız, ideoloji içinde olsalar da şehrin apayrı mekânlarını kullanıyor olsalar da bir şekilde tek başına kalmışlar. Yani parçalanmadan nasiplerini almışlar. Ortak özellikleri bu. Ama bu ortak özellik, onlar arasında bir sosyallik oluşturamıyor. Yalnızlığın paylaşılmasının imkânsız olması yüzünden.
Geçmiş, deneyim, yaşantı birçok açıdan insanı ve karakterini şekillendiren en temel dürtü olarak ifade edilebilir. Sizin karakterleriniz de geçmişleriyle, kişisel deneyim ve yaşantılarıyla varlıklarına anlam katar. Bunu romanda özellikle dede karakteri üzerinden okumak mümkün. Sizin metinlerinizde geçmiş, deneyim ve yaşantı, kendisine nasıl bir alan açar?
Deneyim kazanmak, geçmiş bilgileri hafızada toplamaktan daha farklı bir şey şüphesiz. En meşru olan şeyin en yeni olduğu söylenen bir toplumda deneyim kazanmak olanaksız. Deneyimsiz olanın kendine genişçe bir yer açtığı, yeninin ne olduğunu en deneyimsizden öğrendiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Örneğin, eski bilgisayar kullanıcılarıyla bu işe yeni başlamış genç kuşaklar arasında bir uçurum var. Tabii ki genç kuşaklar lehine. Onlar geçmişten koptukları için bu işi daha iyi biliyorlar. Yani deneyimsiz, deneyimliden daha üstün bugün. Çöpe atılmış aplikasyonlarla vakit geçirmiyor onlar. Tabii işin bir başka yanı da var. Deneyimsizliğin yenilikle kurduğu ilişki, yeni mekânların genç kuşaklara daha kolay satılmasını sağlıyor. Onlar bir simülasyon içindeler. Ama hayatın hakiki deneyimini sürdüren eski kuşaklar, insan ilişkileri, mekânlar ve tesadüfler içinde, tarihi ve kültürel bağlarını yitirmeden yavaş yavaş yaşamanın kıymetini biliyorlar. Simülasyonların bir parçası olmak yerine anıların üzerine basa basa yürüyorlar şehrin içinde. Kültür ve tarih dışı bir güncelin, olmayan mekânlarında vakit geçirmiyorlar.
Özellikle dede karakteri üzerinden romana sızan geçmiş, hafıza meselesi Uyku Şehir’de nasıl bir görünüm kazanır? Romanda şehre ve mekâna dair nasıl bir bellek söz konusudur?
Bugün “geçmiş” güncelin bir parçası haline geldiğinde varlık bulabiliyor. Güncel ise, bir pastiş. Bir tür “mış gibi yapmaların” oluşturduğu koalisyon. Yani aslında bir simülasyon ve bu bizi o an yaşanan gerçeklikten kopartıldığı oranda güncel. Gerçekten günceli okumak istiyorsak bu pastişi oluşturan problematiklerden kurtulmamız gerekiyor. O zaman da hafıza ile karşılaşıyoruz. Ya da hafızanın bir değeri oluyor. Eskiden edebiyatta tipin yok olması karakteri oluşturuyordu. Bugün ise karakter oldukça aşındırılmış durumda. Karakterin yok olması, kimliklere sığınan parçalanmış bireyden başka bir şey bırakmıyor geride. İnsanın kendi kendini oluşturması sonucu ortaya çıkan karakter, hayatı sorgulayarak oluşturulmuş bir belleğe ihtiyaç duyar. Tabii o zaman alışveriş merkezleri, oteller, “uyku şehirler” siteler gibi olmayan mekânlara, simülasyonlara değil tarihi ve kültürel anlamı olan hakiki mekânlara ihtiyaç var. Tabi ilişkilere de…