Doğukan İşler: 'Hayat da edebiyat da bir yol; başı belirsiz, sonu belirsiz'
Abdullah EZİK
Doğukan İşler, 'Dervişin Kulağı’nda okura farklı iklimlerde gezinen, dili, anlatı dünyası ve ele aldığı meselelerle ayrıksı bir okuma deneyimi vadediyor. Gerçek ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi tartışmaya açan, birbirine zıt kutuplar arasında gidip gelen öyküler, ortaya çıkardığı ayrıksı dünyalarla dikkat çekiyor.
İşler'le İthaki Yayınları'ndan çıkan yeni öykü kitabı 'Dervişin Kulağı'nı konuştuk.
Dervişin Kulağı, öncelikle “gerçek” ve “gerçeklikle” kurduğu bağ üzerinden dikkat çeken bir öyküler bütünü. Karakterlerin ve yazarın gerçekliği ele alış ve yorumlayış biçimi bütün bir kitabı biçimlendirmesi bakımından ayrıca kıymetli. Bu noktada “gerçek”/”gerçeklik”, bütünsel bir mesele olarak sizin dikkatinizi nasıl çekti?
Bir önceki öykü kitabım 'Dünya Kiracısı', Oğuz Atay’ın 'Tutunamayanlar' romanından bir alıntıyla/epigrafla bitiyordu: “Yazar da bir gün onlar gibi uyuduğu zaman herkesin gerçek sandığı rüyaları görecektir.” Düşler, rüyalar, hayaller ya da kurmaca, aslında yaşam denen katı gerçeklikten bir kaçış gibi görünse de aksine, bizim gerçek sandıklarımız bir rüya, hayallerimiz tam da kaderimiz olabilir. Zaten biliyorsunuz, “yazı” Türkçede “kader” anlamında da kullanılır. “Mevlam böyle yazmış yazımızı…” gibi. Yazar da aslında bir düş kurarken, bir kader çiziyor. Bizim “gerçek” sandığımız kaderimizle yazıdaki kader, bir anlığına yer değiştiriyor ve nihayet görüyoruz ki aslında döne döne hep aynı kaderler, aynı hikâyeler peşimizdeki, çevremizdeki, geçmişteki, çok büyük bir olasılıkla gelecekteki. Yazının bilinci, bence bu. Düşe, rüyaya dayanıp da bir yandan da gerçeğin ta kendisi olabilmesinde. Yoksa o çok sevdiğim karikatürde olduğu gibi sayfalar boyunca “Me” yazıp da “Ben sadece gerçekleri yazdım!” diyen bir koyun olur yazar.
Bir bütünlük içermesi ve her bir öykünün benzer ve birbirine paralel dünyalar üzerinden hareket etmesi Dervişin Kulağı’nı özel kılan bir diğer mesele olarak görülebilir. Metinlerdeki bütünsellik, öykülerin benzer bir ruh hâline atıf yapması sizin için kitabı nasıl şekillendirdi?
Öyküleri bir araya getirirken, hatta öykülerimi yazarken daha, dikkat ettiğim bir husus birbirlerine çok benzememeleri, birbirlerinin fotokopileri olmamaları. Ama aynı sesten, aynı nefesten olmaları da dikkat ettiğim bir başka yer: Mutlulukla çalınan bir ıslık birisi, ağlaya ağlaya yükselen bir hıçkırık diğeri, kıs kıs gülen bir çocuk öteki, kahkaha atan bir pir-i fani bir başkası. Halden hale bürünüp duran insanı anlamak ve anlatmak derdimiz. Bir ayna tutmak, bir ayna aramak ya da. Edebiyattan maksat şudur budur diyerek büyük laflar etmek istemem elbet ama bu kelimelere ruh üfleyen de âcizane bensem; ben kimim, ben neyim, ben neredeyim, ben miyim bu sen miyim gibi soruların peşinden giden bir benzerlik, bir paralellik elbette kıymetli gördüğüm ve özen gösterdiğim bir konu.
Epigrafların kitap boyunca takip edildiğinde ortaya bambaşka bir dünya ve izlence haritası çıkardığı görülüyor. Mevlâna, İlhan Berk, Tristan Tzara gibi birçok isim bu epigraflara kaynaklık ediyor. Dolayısıyla epigrafları da metne dâhil ettiğiniz, onları da anlatının bir parçası kıldığınız görülüyor. Kitap boyunca tercih ettiğiniz epigrafları ve onların yoğunluklarını nasıl yorumlamak gerekir? Bir epigraf ile açılan metinler kendilerine ve epigrafın yazarlarına/şairlerine dair neler söyler?
Epigraf kullanmak, benim okura hem bir anahtar hem de aynı zamanda bir kilit sunduğum oyunum aslında. Okurun elinden tutup ona yolunu gösterecek bir yardım ya da daha öykünün en başında pat diye yere düşürecek bir çelme. Buna okur karar verecek. Çünkü bu yol, benim açtığım ya da devamını getirmekle yükümlü olduğum bir yol değil. Olsa olsa, bir duraktır bir öykü. Şairlerin, yazarların, uluların dolanıp durduğu bu yolda ben de okurla beraber iz sürmekteyim. Kendimi aramaktayım, aynalara bakmaktayım. Buyur sevgili okur, sen bu aynada ne görürsün? Hadi biraz daha açayım konuyu, o zaman gel oku benim de hikâyemi. Muradım budur epigraflardan aslında. Yine de okur, en iyisini bilir. Ben bilmem.
Karakterlerin sürekli bir yolculuk içerisinde olmaları, hep bir hareketliliğin parçası olmaları üzerine konuşulabilecek bir diğer konu. “Perde”, “Dervişin Kulağı”, “Kırk” gibi birçok öyküde karakterlerin hep bir devinim içerisinde oldukları, onlardaki bu haraketliliğin metinleri de beraberinde sürüklediği söylenebilir. Şeyhler, dervişler, müritler, kedileri bu denli hareketli ve bir devinim hâlinde kılan nedir? Doğukan İşler karakterlerinin durağanlıktan ziyade devinimlerle şekillendiği düşünülebilir mi?
Diğer yanıtlarda da biraz bahsetmeye çalıştığım gibi hayat da edebiyat da bir yol. Başı belirsiz, sonu belirsiz, yılankavi hatta kendi kuyruğunu yiyen “ouroboros yılanı” misali döne döne başa gelinen ama hiçbir zaman aynı kişi olmadığımız bir yolculuk. Biz dursak zaman durmaz, zihin durmaz. Karakterlerim de sanırım bu yüzden bu kadar hareketli. Her biri birbirinin aynı gibi duran ama hiç de birbirine benzemeyen gece-gündüz gibi bir batırıp bir doğuruyorlar güneşlerini. Kelimeler de öyle değil midir? Sözlük anlamları durağan gibi olsa da kelimeler, hareket ettikçe, cümlenin farklı yerlerinde -farklı tonlamalarda hatta- bambaşka anlamlara bürünürler. Yuvarlanan bir taş misali, sürekli şekil değiştirir “ben” ve bu yüzden de dursa da durmuyordur hiçbir şey.
“Izdırap” ve “maruz kalma” birçok öyküde okurun karşısına çıkan ve bu yönüyle bir bütünlük inşa eden özel bir başlık. Karakterlerin istemedikleri bir olaya/rüyaya/âna maruz kalmaları ve bunun neticesinde üstlendikleri ızdırap, onları ve hikâyelerini belirleyen ana duygulanımlardan biri. Bu bağlamda sizin için bir şeye maruz kalmakla onun ızdırabını çekmek, edilgen acılar üstlenmek nasıl bir anlam ifade ediyor? Karakterleriniz bu noktada bir başka bütünsellik geliştiriyor mi?
Maruz kalmak ya da özgür irade, bana bunlar çok da ayrışık gibi gelmiyor. Özgür irademizle yaptığımızı sandığımız her şey önünde sonunda sınırlı bir dünyanın binbir halinden biri. İşin kötü yanı, bunları “ızdırap” olarak görmemizde. Elbette acı vardır, hüzün vardır, keder boldur ama zaten bu yolda istikameti insanın benliğini dönüştürmek değilse, etken ya da edilgen olması neyi değiştirir. Gogol’ün sevdiğim bir sözüdür, “Aynaya bakıp da kusur aramayın, kendinizde düzeltin gördüğünüzü” der. Izdırap olarak nitelendirdiğimiz şeyler, bizi pişirmek için bir ateş, yakmak için değil, bunun farkındalığını görmek ve gösterebilmek aslında tüm bu hikâyeler. Ama tabii daha yazarı pişmemiş, ne söylese de boş belki. Olsun, arif olan okurdur, cümle anlam ondadır.
“Bir Öykü Yazıyorum”, yazma ediminin bizatihi kendisinin sorgulandığı, edebiyata, yazına ve okuma eylemine dair sorgulamaların ön plana çıktığı bir metin. Bir yazar karakter ve onun edebiyatla cebelleşmesi üzerinden şekillenen bu metin, aynı zamanda bir dönem/edebiyat eleştirisi olarak görülebilir mi?
Biz yazarların en sevdiği şeylerin başında, yazmaya dair gevezelik etmelerimiz gelir. Çoğu zaman kendimize bile açıklayamadığımız yazma ediminin kaynağı, motivasyonu, nedenleri ve nasılları üzerine iç konuşmalarımız sızar metinlere. Bir bakıma bu, edebiyat tarihçileri ve yazının sırrına erme noktasında kafa patlatanlar için de eşi bulunmaz bir kaynaktır. İyi de yaparız yani. Söylediğiniz gibi salt yazarın kendine ait sırları değil, dönemine ya da çağdaşlarına getirdiği bir eleştiri ya da alkış da olabilir tüm bunlar. Neden olmasın? Terry Eagleton bir kitabında şöyle diyordu: “Metin yorumlarında bunca egzotikliği hoş görebilmemizin sebeplerinden biri de, söz konusu edebiyat olduğunda, hiçbir şeyin ölüm kalım meselesi olmamasıdır.”
“Bir Öykü Yazıyorum”da olduğu gibi yazarın/yönetmenin/oyuncunun kendisini ve kendi olduramama hikâyesini konu aldığı birçok metinden/eserden söz etmek mümkün. Dolayısıyla yazarın/sanatçının kendisini ve bir metni konu alarak hareket etmesi aynı zamanda onun çalışma biçimine ve kendisine dair de birçok şey söyleyebilir. Peki burada salt bir kurmacadan mı yoksa kurmaca ile kurmaca-dışını birleştiren bir yazar imgesinden mi söz ediyoruz?
O zaman yine çok sevdiğim Terry Eagleton’dan bir alıntı yapayım: “Takdiri ilahinin modern haline kurgu deriz.” diyordu 'Edebiyat Nasıl Okunur' kitabında. Eğer kaderimiz yazmaksa, yazımızda da kaderimiz mevcuttur. Sonuçta naz makamında da seslenmek okura, yazarın kurmacadan biraz sıyrılıp ama kurmacadan da ödün vermeden yapmaya gayret ettiği bir hali. Bazen de tersine, “Öyle bir şey yazayım ki gerçek/otobiyografik sansınlar!” diye bıyık altından güldüğü de olur elbette yazarın. Edebiyatın bir hoşluğu da burada. Merak merak.